YAZARLAR

Gurum ve ben 

Hayatı gemilerde geçmiş. Altı ay çalışmış, altı ay yazmış. Aşçılık yapmış, yerleri silmiş, çarkçıbaşına yardım etmiş. Sorsam, “Dümen bile tuttum” derdi. Yazmak için çalışması gerekmiş. Aklına gelen en iyi yöntem buymuş. Hem daha yirmisindeyken akıl etmiş bunu; ikinci kaptan bir tanıdığı, “Alık alık gezme, gel bizim gemide çalış” dedikten yarım saniye sonra. 

Evinin penceresine bir kağıt yapıştırmış: “Hayatta gülmekten daha iyi bir şey var mı?” diye soruyor. Gülme sözcüğünün çevresinde minik çizgiler. Sözcük gerçekten gülüyor gibi… 

Her gün bu pencerenin önünden geçiyorum. İçeriyi görmeye çalışıyorum. Kapalı perdenin arkasında bir hareket sezer gibi oluyorum. Mesajını dünyaya sunmuş ama dünyasını sokağa açmamış. Perdeleri neden kapalı?

Erkek mi kadın mı olduğunu bilmiyorum; ona nedense erkekliği yakıştırdım. O benim gurum olacak. Kadın da olabilirdi ama o zaman hikâyesi baştan başa değişirdi. Gurulukta cinsiyetsizliği zihnim henüz kabul etmiyor.  

İyi bir roman okuyor gibi parça parça öğreneceğim hayatını. Şimdilik salonunun ortasında bir şezlongda oturduğunu hayal ediyorum. Başka türlü olamaz. Koltukta, kanepede değil bir şezlongda. Daha da tembellik yapmak istediğinde şezlongun berisinde duran hamağa uzanıyor. Gemide öyle alışmış. Odada pek eşya yok. Hem yazdığı hem yemek yediği bir ahşap masa, bir sandalye. Masanın üstünde, yerlerde kitaplar. Bir televizyon. Açık. Bir soap opera oynuyor. Onu dinlerken ben sandalyede oturacağım; yan gözle de ekrana bakacağım. 

Evet, hayatı gemilerde geçmiş. Altı ay çalışmış, altı ay yazmış. Aşçılık yapmış, yerleri silmiş, çarkçıbaşına yardım etmiş. Sorsam, “Dümen bile tuttum” derdi. Yazmak için çalışması gerekmiş. Aklına gelen en iyi yöntem buymuş. Hem daha yirmisindeyken akıl etmiş bunu; ikinci kaptan bir tanıdığı, “Alık alık gezme, gel bizim gemide çalış” dedikten yarım saniye sonra. 

İki şey söyleyecek bana. “İnsanları tanı” diyecek evvela. “İnsanların hayatına sız, hikâyelerini dinle, evlerine gir, içkilerini iç.” Hayatta daha büyük bir haz yokmuş. Haklı. Mavi-beyaz çizgili keten şezlonguna oturmuş, ağzını şapırdata şapırdata kahvesini içerken, “Bak” diyecek “Altı ayım dolunca gemiden inerdim; hangi liman olursa olsun. Kahvelerde otururdum. Meydanları dolaşırdım. Otobüslere, kamyonlara binerdim. İnsanlarla karşılaşırdım. Hayatta karşılaşmalardan daha güçlü bir şey yoktur. Gözün kamaşır, ruhun karıncalanır. Aklına eski, güzel şeyler gelir. İşte burnunun direği sızladığında yeni bir eşikte olduğunu anlarsın.”

Çok bir yaşı yok. Ellilerinde olmalı daha. Ama çalışmak onu yıpratmış. Güverte silmek, tuvalet temizlemek, fırtınaya yakalanmak, dalgalarda uyumak iyi gelmemiş. Gemisi batmış; kurtulmuş. Makine dairesinde yangın çıkmış, kurtulmuş. Her şeyin bedeli var. Küçülmüş, buruşmuş. Epey zayıf ama onu bu sözcükle tarif etmek istemem; dünyadaki ağırlığı azalmış sanki. Giderek hafiflemiş. Dalgalarda yüzen bir köpüğe dönmüş. 

Dünya bir öküzün boynuzları üzerinde duruyor ya, bizim öküzümüz de alışkanlık… Öylesine söylediği bu lafı bir kenara not edeceğim. Sonra gerisi gelecek… Uzun uzun anlatacak. Gemilere o kadar alışmış ki, işi bitip bir iki hafta sağda solda sürttükten, gönül eğlendirdikten sonra tekrar gemilere biner olmuş. Bu defa yolcu olarak. Nasıl olsa herkesi tanıyormuş; dünyanın bütün gemicileriyle ahbapmış; tayfa olarak istediği her gemiye kapağı atabiliyormuş. “Yirmi defter alıyordum yanıma; hepsi bitene kadar yazıyordum; işte altı ay falan alıyordu; sonra yine gemiden iniyordum, yeniden çalışana kadar bir iki hafta oralarda kafamı dağıtıyordum, yeni karşılaşmalar için fırsat arıyordum ” dediği anı gözümde canlandırabiliyorum. Sandalyemde heyecanla öne eğileceğim; “Ne oldu o defterler” diye soracağım… “Ne önemi var” der gibi omuz silkecek. 

Bir guru olarak vazifesinin farkında. Kendi hikâyelerinin devreye haddinden fazla girmesini istemiyor; “Sonra, sonra” diyerek geçiştiriyor. Benim duygusal eğitimimi önemsiyor. Erken olgunlaşmamam, dalımdan zamansız düşmemem lazım. Belli oldu, bir dergâhın kapısında yatar gibi sabredeceğim. 

Başka bir gün o şezlongda ben sandalyede oturmuş, kahvemizi içip soap operamızı seyrederken belki ikinci tavsiyesini verecek. “Yoğun yaşa” diyecek. “Ne yapıyorsan, sadece onunla uğraş. Elinde tek bir iş tut. Biz insanız; olanı biteni ancak böyle anlarız.” Demek ki gemi bunun içinmiş. Hayat tembelliği falan değil, yoğunluk arayışıymış. Bir elinde kumanda, bir elinde kahve fincanı miskin miskin yayılmış otururken, bir guru olarak gözümde daha da büyüdüğünün farkında bile olmayacak.  

Bana tam da böyle guru lazımdı. Hikâyesi güzel ve gizemli, kendisi hem derin hem sabun köpüğü gibi. Penceresinde “Gülmekten güzeli var mı” yazan bir adam bu; Nietzsche ya da Buddha değil. Bana uyar. Hayatın anlamını hem serçe yuvalarında hem çizgi romanlarda arayan biriyim ben. Gurum, ömür boyu kendi kendime alacağım kararların toplamı, kendime biçtiğim ama hiç yaşamadığım senaryoların özeti. Bence tam da birbirimize göreyiz. Yakında tanışacağız, kaçarı yok. 

Tanışacağız ve ben onun defterlerini bulacağım. 


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.