YAZARLAR

Dünyaya bir kez bakarız, çocuklukta

Okul ne için var? Meslek eğitimine 18’inde başlıyorsak, o güne dek ileride unutacağımız bilgiler öğrenmekten ve günün ideolojisiyle doktrine olmaktan çok da fazla bir şey yapıyor muyuz? Çocuklar bu saatlerin en azından bir kısmını sadece oyun oynayarak geçirse kapasiteleri geriye mi gider ileriye mi? Canlı bir tartışma…

1.

Oğlumuz Deniz, okuldan pek hazzetmiyor. Yedi yaşında. Anaokulundan ilkokula geçmeyi sevmedi. Artık hiç oyun oynanmadığından şikâyetçi. İki senedir devam eden bu dayatmayı(!) kabul etmek istemiyor.

Gidiyor geliyor ama sıkıldığını söylüyor; hem okumayı yazmayı da öğrenmiş artık, gerisine ne gerek varmış! “Olur mu” diyorum, “esas macera bundan sonra başlıyor, daha neler neler öğreneceksiniz.”

“Neler öğreneceğiz” diye soruyor hemen. 

“Eee, daha büyük sayılar, başka diller, eski insanların nasıl yaşadıkları, ülkeler, hava su toprak vücudumuz hakkında bilgiler.” (Aklı henüz almaz diye türev, integral, kimyasal tepkimeler, aminoasitler, Frigler, Dandanakan, Beş Hececiler, enlem boylam dönenceler diyemiyorum tabii; iyi ki de diyemiyorum!)

“Bunları evde öğrensek olmaz mı?”

“Olmaz, çünkü öğrenecek çok şey var ve hepsini farklı öğretmenler anlatacak.”

“Televizyonda da anlatabilirler.” 

“Anlatabilirler ama sen okula sadece bu konuları öğrenmek için gitmiyorsun; bir de yeni arkadaşlar tanımak, onlarla oynamak için de gidiyorsun.” 

“Ama hiç oyun yok ki, hep ders var.”

Sohbetimiz hep burada kesiliyor. Çünkü haklı. Oyun yok ki, ders var artık. Ben de ona hak verdiğim için bu konuşmayı güçlü ve mantıklı bir şekilde sürdüremiyorum. Dahası, bazen yekten “okul ne için var” sorusuyla karşılaşıyorum. Bu soru geliyor çünkü daha önce ona mesleklerin esasen üniversitede öğretildiğini anlatmıştık. 18 yaşından sonra… O zamana kadar ne öğrenecekti peki? İşte aynı cevap: Geçmişteki insanlar, sayılar, şunlar bunlar… Oradan da yine aynı noktaya ulaşıyoruz. Bunları evde de öğrenemez miyiz? Kısır döngü.

Sahi okul neden var?

2.

İtiraf etmeliyim ki, ben bu soruyu bugünlere kadar akıl etmedim. Çocukken kendim de sormadım; çünkü sanırım okulu seviyordum. En azından sevmiyor değildim. Okula gidilir, sıralara oturulur, öğretmen dinlenir, not alınır, ezber edilir, sınav verilir. Ya da haytalık yapılır, kopya çekilir, dalga geçilir… Ama okula gidilir. İlla gidilir. 

Yazının burasına gelmişken sizde yanlış bir intiba uyandırmamak için belirteyim, “okulları boşverelim çocukları evde eğitelim” ya da “herkes çocuğunu kendi eğitsin” gibi yaklaşımları desteklemiyorum. Bir kurum, bir çatı ve bir kaynaşma alanı olarak okuldan yanayım, öğretmenlerin lider rolüne inanıyorum ama şunu da sormak lazım: Okul ne için var? 

Bunu, biz ailecek bu süreci yeniden yaşadığımız için sormuyorum sadece; başka bir düşüncem de var. Neticede hayatın her alanında yeni bir kıyıya geldik dayandık. İlerisi sisli, bizi neyin beklediğini göremiyoruz. Sislerin ardında başka anakara mı var, sonsuz bitimsiz deniz mi? Yeni bir çağın eşiğindeyiz. Üstelik okumadan yazmaya, araştırmadan karar almaya binlerce yıldır geliştirdiğimiz yeteneklerimizi ve sezilerimizi, bir ihtimal bizi pişman edecek şekilde, yavaştan rafa kaldırdığımız günlerdeyiz. 19’uncu yüzyıla çeyrek kala icat ettiğimiz mevcut okul sistemini mi sorgulamaktan çekineceğiz?

Şimdi bu çok etli butlu bir mesele o yüzden, ileriki yazılarda derinleşmek umuduyla bugün burada sadece bir kısmına, girişte bahsettiğim oyun-okul ilişkisine değinmek istiyorum. 

3. 

Johann Hari’nin zorunlu okuma yapılsa yeridir diyebileceğim kitabı “Çalınan Dikkat”te, çocukların giderek arttığı söylenen odaklanma sorunu ile okulların değişen yapısı arasında bağlantıyı gözler önüne seren, ufuk açıcı bir bölüm mevcut. Hari, “Çocuklarımızın Maruz Kaldığı Fiziksel ve Psikolojik Kapatılma” başlıklı bu bölümde, evde, sokakta ama en çok da okulda oyunun azalarak bitmesinin ne gibi sonuçlara yol açtığını sorguluyor. Dünyanın her tarafından epey örnek veren yazar, test öncelikli ve oyunsuz eğitimin, çocukların merakını doğru şekilde besleyemediğinden verimsiz sonuçlar doğurduğunu; bunların bir tanesinin de dikkat kaybı olduğunu açıklıyor. Ama bu sırada, eğitimin geneline ve oyuna dair de çok ilginç noktalar yakalıyor. 

Şu müthiş lafa bu bölümde geçiyor mesela: “Öğrenmek için başlıca teknoloji oyundur.”

Oxford’dan evrimci primatalog Isabel Behncke’nin lafı bu. Behncke, bunu Anglosakson dünyada, oyunların test teknikleri lehine müfredattan giderek uzaklaştırılması üzerine söylüyor. Birçok ülkede, bu arada bizde de gözlenen bir eğilim. Dünyanın birçok yerinde eğitimin daha efektif, daha nokta atışı olması hedefleniyor. “Muhtemelen çocukların öğrenmesi için çalışıyorlar” diyor Behncke. “Ama bulgular tam tersini gösteriyor. Oyunla öğrendiğimizde beyinlerimiz daha kıvrak, daha esnek ve daha yaratıcı. Hem bilginin sürekli değiştiği bir dünyada, neden çocukların zihnini bilgilerle doldurup duralım? Dünyanın yirmi yıl içinde neye benzeyeceğine dair en ufak bir fikrimiz yok. Tabii ki adaptasyon açısından kuvvetli, bağlamı gereğince değerlendirebilen ve kritik düşünebilen beyinler yaratmak istiyoruz ama bütün bunlara oyunla terbiye edilerek ulaşılır. O kadar yanlış bir yoldayız ki inanılır gibi değil.”

Oyunla öğrenmekten kasıt, dili, matematiği, coğrafyayı, tarihi küçük, neşeli düzenlemelerle çekici ve arzu edilir hale getirmek değil. Kast edilen oyunun ta kendisi. Çocukların kendi kurduğu, geliştirdiği, bazılarını binlerce yıldır tekrarladığı müfredat harici oyunlar… Sokaklarımızı, şehirlerimizi artık güvenli bulmadığımız için oralardan kaldırdığımız, ekran bolluğundan dolayı evde randıman alamadığımız, hafta sonu ve okul sonrası kurslarıyla budadığımız, eğitimin içine zinhar sokmadığımız, bildiğimiz, eski usul, dümdüz oyunlar. Saklambaç, kovalamaca, yakartop, futbol, korsanlık, izcilik, aklınıza ne gelirse… Hari’nin konuştuğu uzmanlar, birbiri ardına ve yazarı da hayret ettirerek, insan zihnini işlek kılan esas hayat bilgisinin matematik, kimya, coğrafya değil bunlar olduğunu anlatıyor. 

Kitapta rastladığımız uzmanlardan, “The Happiness Hypothesis [Türkçede “Mutluluk Varsayımı”], “The Righteous Mind” gibi kitaplarıyla tanınan sosyal psikolog Jonathan Haidt de, çocuklukta oyunla edinilen bilginin insanın tüm hayatı boyunca kullanacağı esas bilgiler olduğunu söyleyenlerden. Haidt, bu bilgiden mahrum kalmış çocukların ve gençlerin şimdiden anksiyeteyle yüz yüze geldiklerini anlatıyor. Çünkü beklenmeyen karşısında hareket edebilme becerileri yok. Çünkü her yöne gidebilen, birçok çocuğun kararına ve egosuna dayanan ucu açık oyunlar oynamamışlar. Bu yüzden panik yaşıyorlar ve uyum sağlamakta güçlük çekiyorlar. Büyüdüklerinde de benzer sorunlar yaşıyorlar.

Behncke’ye göre de oyunların çocukları geliştirdiği üç temel alan var. Birincisi yaratıcılık ve hayal gücü ki problem çözme becerisi burada gelişiyor. İkincisi sosyallik. Üçüncüsü de dirilik, canlılık; yani hayatı neşeyle, keyifle tecrübe etme imkânı. İnsanı, büyük ölçüde bunlar insan kılıyor. 

Çocuklar oynadıkça gelişiyor. Oynadıkça öğreniyor. Biz de zaten öğrenmelerini istiyoruz. Ama mevzuyu biraz içinden çıkılmaz hale mi getiriyoruz? 

4. 

Meslek eğitimine 18’inde başlıyorsak, o güne dek ileride unutacağımız bilgiler öğrenmekten ve günün ideolojisiyle doktrine olmaktan çok da fazla bir şey yapıyor muyuz? Şaka maka, çocuklar bu saatlerin en azından bir kısmını sadece oyun oynayarak geçirse kapasiteleri geriye mi gider ileriye mi? Hari’nin kitabında, ABD’deki birtakım deneysel kurumlardan ve uygulamalardan örnekler veriliyor ve oyun dostu kurumlarda çocukların akademik başarısızlık çekmediği, bilakis meraklarını besleyen uygulamalarla iyi sonuçlar alındığı yazıyor; hakikaten düşündürücü. Bizim oğlan haklı mı acaba?

Bu sadece okulla, evle, sokakla ilişkili bir mesele değil. Bu daha büyük bir şey; bu konu, bizim hayata bakışımızla, hayatı kavrayışımızla ilgili. Biz çocuklara hep öğretmek istiyoruz. Hayatta kalma becerisini, kendine yetmesini, düzenli olmasını, hijyen kurallarını, enstrüman çalmasını, yemek yapmasını, şunu bunu… Hepsi güzel yetenekler şüphesiz. Ama mesele şurada: Biz çocukları “öğrenmesi gerekenler” olarak kurguluyoruz. Çocuklar ise kendilerini “oynaması gerekenler” olarak görüyor. 

Ve biz daha güçlü olduğumuz için kazanıyoruz. Ama ne pahasına? 

Her zaman “ah bir çocuk olsam” deriz. Ne için çocuk olmak istiyoruz? Hijyen kurallarını öğrenmek için mi? Test çözmek için mi? Hızlı hızlı okula gitmek, servise binmek için mi?

Hayır, oynamak için çocuk olmak istiyoruz. Hayatı o kavrayışla, o sadelikle bir kez olsun yeniden görmek için. Hepimiz çocuk olduk sonuçta. Neyi yitirmiş olduğumuzu biliyoruz. Nobel ödüllü şair Louise Glück’in olağanüstü söyleşini hatırlamanın sırasıdır:

“Dünyaya bir kez bakarız, çocuklukta. 

Gerisi hatıradır.”

O bakışı her çocuk için hatırlamaya değer kılmak, işimiz bu olmalı. 


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.