Kadınlar, LGBTİ+’lar, gençler ve tüm dikenler

Kendi değerlerine, görüşlerine, yapıp ettiklerine muhalif olan herkesi “marjinaller”, “sapkınlar”, “başı ezilmesi gereken yılanlar”, “teröristler” olarak damgalayan bir iktidarın “dikenler” olarak adlandırdığı her kimse, daha en başından onların haklarını tanımayacağını, apaçık bir vaat olarak tüm dünyanın gözleri önüne serdiğine tanık oluyoruz. Bu vaade, kendi vasatının güvenli bölgesini tanımlamak adına ihtiyacı var.

Dijital faşizmden LGBTİ+ düşmanlığına nasıl geçiş yaptığı bilinmez. Zaten konuşmasını dinlediğinizde, dijital faşizm ile ne kastettiği de pek anlaşılmıyor. Normalde bir yerde “dijital faşizm” tamlamasını duysanız, aklınıza gelebilecek pek çok şey arasında onun söyledikleri olur mu, bilmem. Mesela birileri bana Fahrettin Altun’un 6 Mart’ta gerçekleştirilen “Dijital Dünya Çalıştayı”nda yaptığı konuşmada özgürlük ve hoşgörü kavramlarının “dijital faşizm”i haklı göstermek için kullanılamayacağı yönündeki sözlerini hatırlatacak olsa aklıma, Avrupa’daki ultra-nasyonalist hareketlerin, yabancı düşmanlarının, neo-Nazilerin ve ırkçıların sosyal medyanın sunduğu ifade özgürlüğü ortamını suç işlemek için nasıl kullandıkları gelir: Yabancıları, beyaz olmayanları, etnik, dinsel azınlıkları, farklı cinsiyet kimliklerini, LGBTİ+'ları ve transları hedef göstermek, onlara yönelik nefret söylemini yaygınlaştırmak, saldırıları organize etmek, nefret suçlarını körüklemek için dijital dünyanın sunduğu araçları kullanma biçimlerini düşünürüm. Sosyal medya platformlarının, nefret söylemi üreten, nefret suçunu teşvik eden bu tür grupların dijital ortamda örgütlenmesini ve mesajlarını yaymasını önlemek adına harcadıkları çaba ve bu çabanın neden hâlâ yeterli olmadığı üzerine yürütülen onca tartışma aklıma gelir. Bu grupların yapıp ettikleriyle kadın düşmanlığı ve çocuk istismarı arasında nasıl bir ilişki olduğunu hatırlarım. Sonra, kavramı biraz daha geniş yorumlayacak olursak, belli iktidar merkezleri tarafından maaş ödenerek çalıştırılan trollerin başlattıkları algı yönetimi çalışmaları ile siyasal muhalefeti susturmak, etkisiz kılmak için sosyal medya üzerinden yürüttükleri onca organize karalama, itibarsızlaştırma, hedef gösterme kampanyasının dijital faşizmin bir tezahürü olduğunu düşünürüm. Özellikle, sosyal medyada başlatılan iftira ve karalama kampanyalarının savcıları nasıl da zaman kaybetmeksizin harekete geçirebildiğine, alelacele hazırlanan copy-paste iddianamelerde sosyal medyada dolaşıma sokulan suçlamaların neredeyse aynı cümlelerle yinelenebildiğine defalarca şahit olduğumuz bir ülkede yaşadığım için, bu gibi kampanyaların saldığı korku atmosferini iktidarın bir baskı ve sessizleştirme aracı olarak nasıl kullandığı gelir aklıma.

Fahrettin Altun ise, yaptığı konuşmada dijital faşizm kavramını kendine özgü bir biçimde tanımlıyor ve bambaşka bir anlam yüklüyordu. İletişim Başkanı’na göre, dijital faşizm, bir ülkenin İçişleri Bakanı’nın cinsiyet kimlikleri nedeniyle o ülkenin yurttaşlarının bir kısmını sosyal medya üzerinden “sapkın” olarak damgalaması değil, Twitter’ın Süleyman Soylu’nun Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine yönelik “LGBTİ sapkınları” paylaşımının yanına “Twitter kurallarını ihlal ettiği” açıklamasını koymasıydı. Altun “dünyanın belirli bir bölgesinde kümelenmiş bir avuç şirketin” “milletin seçilmiş temsilcilerine sorgusuz sualsiz sansür uygulama cüretkarlığı"nı gösterdiğini söylüyordu. Ancak İçişleri Bakanı seçilmiş değil, atanmış olduğuna göre, Altun belli ki bu sözleri Twitter’ın Boğaziçili öğrenciler için “başı ezilmesi gereken yılanlar” paylaşımını kaldırdığı Devlet Bahçeli adına sarf ediyordu. Altun’a göre iktidar ortağı olan bir siyasal partinin genel başkanının yirmili yaşlardaki öğrencileri “başı ezilmesi gereken yılanlar” sözleriyle hedef göstermesi değil, şiddete teşvik eden bu sözlerin Twitter tarafından yayından kaldırılması faşizmdi. “Dünyanın belirli bölgesinde kümelenmiş bir avuç şirketi hakikatin tekelini” elinde tutmakla suçlarken, adeta anaakım medyanın neredeyse tamamını doğrudan ya da dolaylı olarak kontrol eden, sosyal medya paylaşımlarından dolayı binlerce insanın gözaltına alındığı, tutuklandığı, gazetecilerin hapiste olduğu bir ülkede, çeşitli yollarla tüm topluma korku yayan bir iktidarın sözcüsü değil de, hakikat peşinde yıllarca koşmuş, türlü baskılara rağmen doğru bildiğini kitlelere aktarmaktan yılmamış bir basın emekçisi konuşuyordu.

Dijital faşizm, İletişim Başkanı’na göre, aynı zamanda “özgürlük ve hoşgörü gibi kavramların eşcinsellik propagandası için yozlaştırılması”ydı. “Bu tür çirkinliklerin özellikle gençlere ‘normal’ bir şey gibi sunulması toplumsal düzenimize ve milletimizin asil karakterine yapılmış bir saldırı”ydı. Bunu izin vermeyeceklerdi, çünkü İletişim Başkanı devletin aslî görevinin “vatandaşlarımızı her türlü aşırılıktan korumak” olduğunu ilan ediyordu. Kendisi de bir sosyoloji profesörü olan İletişim Başkanı’nın devlete “vatandaşını aşırılıktan koruma görevi” yükleme yoluyla devlet kuramlarına yaptığı bu katkının ne kadar özgün olduğu tartışılır elbette. Kendisinin de haberdar olması muhtemel koskoca bir faşizm literatürü var nihayetinde. “Faşizm” kelimesini bağlamından kopararak bu denli sık kullanan bir akademisyenin “devletin görevini, vatandaşının cinsiyet kimliğine izin vermemek” olarak tanımlamasının ne anlama geldiğini görmek için ise bu literatürden haberdar olmaya dahi gerek yok sanırım.

Esas itibariyle, iktidarın bize dayattığı her şeyde, farklı olan her şeyi temsil ettiği vasatın varlığına karşı tehdit olarak algılayan bir dünya görüşünün tezahürünü görüyoruz. Bu dünya görüşü, İnsan Hakları Eylem Planı adını verdiği bir dizi reformdan söz ederken dahi, adalet anlayışını “her gördüğümüz çiçeğe su vermeyeceğiz” sözleriyle tanımlayabiliyor. Burada bir parantez açıp, eğer okumadıysanız Emek Erez’in cumartesi günü Gazete Duvar’da yayınlanan yazısını okumanızı öneririm. Emek Erez soruyor: “Bu bildirinin muhatabı olan insan kimdir? Bu coğrafyada yaşayan tüm insanları kapsamadığı aşikâr değil mi? Çiçekler, devlet iktidarını içselleştirmiş, onun gücünü arkasına alarak, sulanmayı hak edenler; dikenler, Kürtler, Aleviler, Ermeniler, LGBTİ+lar, KHK’lılar, hakları için direnen işçiler dersek aşırı yorumlamış olur muyuz?”

Kendi değerlerine, görüşlerine, yapıp ettiklerine muhalif olan herkesi “marjinaller”, “sapkınlar”, “başı ezilmesi gereken yılanlar”, “teröristler” olarak damgalayan bir iktidarın “dikenler” olarak adlandırdığı her kimse, daha en başından onların haklarını tanımayacağını, apaçık bir vaat olarak tüm dünyanın gözleri önüne serdiğine tanık oluyoruz. Bu vaade, kendi vasatının güvenli bölgesini tanımlamak adına ihtiyacı var. Bu sebeple, kadına yönelik şiddete karşı mesaj verirken dahi şiddete uğrayan bir kadının anneliğini öne çıkarabiliyor. Patriarkanın kontrol edebildiği “aile kurumu”nun dışındaki kadını tekinsiz buluyor. İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkıyor. Kimsenin propagandayla, özendirilerek, özenerek LGBTİ+ olamayacağını, üstelik de bunca baskı gören, hakarete uğrayan bu cinsiyet kimliğinin bir tercih meselesi olmadığını bilmediğinden değil, en temel insan haklarını dahi kendi temsil ettiğini iddia ettiği “çoğunluğa” özgü bir ayrıcalık olarak bahşedebilmesi için buna ihtiyacı var. Kadınlara, translara, LGBTİ+’lara, gençlere, kısaca “norm” ve “normal” olarak tanımladığına itaat etmeyen herkese düşmanlığı bundan.

Öyleyse, bu iktidarın gözünde diken olan ve olmayan tüm kadınların; anne olanların ve olmayanların, genç kadınların ve yaşlı kadınların, Kürt, Türk, Çerkez, Hristiyan, Yahudi ve Müslüman kadınların, Alevi ve Sünni kadınların, kendini bir etnik gruba, bir milliyete, bir dine, mezhebe ait gören ve görmeyen kadınların, mülteci kadınların, işçi kadınların ve beyaz yakalıların, heteroseksüel, biseksüel, lezbiyen ve elbette trans kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutlayalım.

 
Tüm yazılarını göster