YAZARLAR

Açlar nasıl doyurulur?

Yoksulların Gözleri, evet, araba kapıları gibi açılır sadece duvarlarında yoksul dünyanın tüm altınlarını taşıyan, kendileri gibi olmayanların büyülü dünyasına hayranlıktan, sevinçten. Ama o sevinçte payları yoktur. Silinip, görünmez kılınmaları gerekir. Nihayet biz de artık bu iklime girmiş bulunuyoruz.

Ve nihayet yerleşik, içselleştirilmiş bir burjuva kimliğine ve kültürüne sahibiz...

2020 Aralık ayının ikinci haftası, Türkiye’de modernleşme sürecinin yeni bir evreye girdiğinin –belki de tamamlandığının- dikkat çekici örneklerine sahne oldu.

Modern toplumun temel niteliği, yoksulluğu ve yoksulları yok saymaktır.

Çünkü bunlar utanç vericidir. Şehir ve ülke en yeni, en ileri teknolojiyle görkemli yapılarla donanmıştır. Her yan değişimin, dönüşümün, büyüklüğün, kısaca modernliğin ve onu gerçekleştirenlerin; burjuvanın zaferini sergilemektedir.

Burjuva tek bir şey tanır, tek bir şeye inanır: Başarı.

Yoksullar, hele hele açlığa duçar olanlar, başarıya gölge düşürecekleri için utanç kaynağıdır. Gayrı-ahlakidir. Toplum-dışı ve karşıtıdırlar. Gerekli çabayı, ataklığı göstermeyip değişimin dışında kaldıkları için yeni düzende, başaranların, burjuvanın dünyasında hakları da, yerleri de yoktur.

Bizim yeni yeni tanıklık ettiğimiz bu bakış, bu kültür iki yüzyıl önce Batı’da yeri yerinden oynatıyor, hayatın her alanında, günün her saatinde sahneleniyordu. Charles Baudelaire’in ölümünden sonra yayımlanan Paris Sıkıntısı, söz konusu değişimin tutanağı gibidir.

Walter Benjamin’in 19. Yüzyılın Başkenti dediği Paris, İstanbul’un 2000’ler boyunca yaşadığı ve yaşamakta olduğu görünüme sahiptir: Şantiye kenttir. Baudelaire, bu manzaranın içine taşır bizi; “hâlâ molozlarla dolu olan, tamamlanmamış parıltılarını şimdiden şanla gösteren, yeni bir bulvarın köşesindeki yeni bir kahvenin önüne”.

Vakit akşamüstü.

Kahve ışıl ışıldı. Havagazı da bir başlangıcın tüm canlılığını gösteriyor, aklıklarıyla gözleri kör eden duvarları, gözler kamaştıran, geniş            aynaları, çubukların, kornişlerin yaldızlarını, … sorguçlu aynaların iki renkli dikilitaşını, kısacası, pisboğazların buyruğuna verilmiş tüm tarihi, tüm söylenbilimi /mitolojiyi] var gücüyle aydınlatıyordu.

Her ne kadar bu görkemli dünyada yerleri, payları olmasa da yoksullar da dahil olur manzaraya, tüm yabanıl ve yabancılıklarıyla.

kırk yaşlarında sakalı kırlaşmış, yorgun yüzlü bir adamcağız dikilmişti yolun üstüne, bir eliyle küçük bir oğlan çocuğunu tutuyor, öbür kolunda yürüyemeyecek kadar zayıf bir küçük yaratığı taşıyordu. Hizmetçi görevi yapıyor, çocuklarına akşam havası aldırtıyordu. Hepsi de paçavralar içindeydi. Olağanüstü denilebilecek kadar ciddiydi bu üç yüz, bu altı göz de yalnız yaş nedeniyle ayrılıklar gösteren, eşit bir hayranlıkla, kımıltısızca seyrediyordu yeni kahveyi.

“Ne güzel! Ne güzel!” diyordu babanın gözleri, “Yoksul dünyanın tüm altınları gelmiş de bu duvarlara yerleşmiş sanki.” “Ne güzel! Ne güzel” diyordu oğlanın gözleri, “Ama ancak bizim gibi olmayanların girebilecekleri bir yer burası.” En küçüğün gözlerine gelince, şaşkın ve derin bir sevinçten başka şey belirtemeyecek ölçüde büyülenmişti.

Rahatsız edici, itici, çirkindir modern dünyanın, özel alanın kıyısına, kenarına gelen yoksullar. Burjuva dile gelir:

“Şu insanlar da ne çekilmez şeyler böyle, gözleri araba kapıları gibi açılmış!” *

Hemen oradan uzaklaştırılmaları istenir.

Yoksulların Gözleri, evet, araba kapıları gibi açılır sadece duvarlarında yoksul dünyanın tüm altınlarını taşıyan, kendileri gibi olmayanların büyülü dünyasına hayranlıktan, sevinçten. Ama o sevinçte payları yoktur. Silinip, görünmez kılınmaları gerekir.

Nihayet biz de artık bu iklime girmiş bulunuyoruz.

İHA var, SİHA var, Açlık Yok

19. yüzyıl Paris burjuvasının “çekilmez” bulduğu ve göz önünden uzaklaştırılması talimatını verdiği yoksullar, 21. Yüzyıl Türkiye’sinde mütedeyyin yöneticiler tarafından bir kalemde yok ediliyor. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı’nın, “uluslararası dokümanlar” üzerinden ülkemiz için “yoksulluk, özellikle aşırı yoksulluk” diye bir sorunun kalmadığını övünçle ilan etmesi, geçiştirme olarak görülmemeli.

Yoksulluk yoksa, “açlık” asla ve asla söz konusu olamaz. Milletvekilleri de aynı şeyi söyler; vatandaşın karnına kuru ekmek giriyorsa, demek ki aç değildir.

Tarım yok olabilir, orman yok olabilir. Gıda kıtlığı, pahalılık, yeni zamana, yeni düzene intikal edemeyen beceriksizlerin doğal akıbetleridir. Bu nedenledir ki Bakan ya da Belediye Meclis Üyesi, “parizyen”liği bir yana bırakıp, gökyüzünü işaret ederler “açlık” lafı karşısında: İHA – SİHA yapıyoruz… Aç kim, nerede?

***

Bu yaklaşım da rastlantısal ya da kişisel değildir. Artık içinde yol aldığımız modern, burjuva –ve kapitalist- kültürün temel güdü ve ilkelerinden biri de “dışarıda” kalanlara karşı kendini korumaktır.

Yine de askeri teknolojilerdense, dikkati hayatın kendisine çekmek, daha yararlı olabilir. Bu yönde yöneticilere küçük bir öneri: Alttakiler ruhsal eğitim ve terbiyeden geçirilirse, açlık-yoksulluk meselesi kökten çözülür. Örneğin 19. Yüzyıl sonlarından, yiyecek kırıntısı bulabilmek için etrafı tarayan bir genç adama kulak verelim:

İnsanlık yüksek bir kültür düzeyine ulaştı. Bu bakımdan ruhunuzun açlığını karnınızın açlığından daha kolay giderebilirsiniz. Sokakları arşınlarken çok güzel evler görürsünüz çevrenizde. Bunların kim bilir ne güzel döşenmiş olduklarını düşünürsünüz haklı olarak. Bu durum sizde mimarlık, insan sağlığı ve daha pek çok önemli, yüksek şeylere ilişkin sevinçli düşünceler uyandırabilir. … Aç bir insanın ruhu, doğrusu ya, tokunkinden daha iyi, daha yarayışlı biçimde beslenir.**

Açlık ve yoksulluğa karşı çok daha önce, sıkı düşünülmüş bir proje daha var. Jonathan Swift tarafından 1729’da kaleme alınmış, Alçakgönüllü Bir Öneri… “Yoksul Çocuklarının Ailelerine ve Ülkelerine Yük Olmalarını Önlemek İçin” basit ama çarpıcı bir öneri.

Onu buraya yazmıyorum. Ne olur ne olmaz, akla uygun görünebilir.

* Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı, çev. T. Yücel, İş Kültür Yayınları
** Maksim Gorki, Yaşanmış Hikayeler, çev. A. Behramoğlu, Can Yayınları