YAZARLAR

Atıştırmanın en ideal şehri...

Tapa, aslında atıştırmalık ve bizim mezeye yakın. Akla gelebilecek her malzemeyle yapılan bir tapa var. Karşılaştırma yapmak saçma ve gereksiz de olsa, bir milli alışkanlığımız olduğundan ben de yapayım: Kusura bakmasınlar ama bizim mezeler gibi de değil!

. .

Malum, İspanya yeme içme kültürüyle de meşhur. ‘Yeme’ demeyelim de ‘atıştırma’ daha doğru sanırım. Tüm lokantalarını bilmeyen ve her yemeği tatmayan biri olarak olsa olsa ‘Benim için en iyi lokanta’ diyebileceğim bir mekânı anlatabilirim. Daha doğrusu yalnızca burasını anlatmak geliyor içimden. Ancak favorim olan o mahalle lokantasını anlatmadan önce bir gezintiye çıkalım, aylaklık olsun...

Elbette çok sayıda milletin mutfağı ve ayrıca Barça’nın lokantalarında da bolca çeşit var. Ancak dön dolaş, memleketin tadı damağı, tapa. Ben bu yaşıma dek bu kadar çok irili ufaklı lokanta olan bir şehir görmedim. Yürüdüğüm her mahallede, istisnasız en olmadık küçük sokakta, mutlaka kaldırıma serpiştirilmiş iki üç masa var. Turistik de değil üstelik. Mahalleli için. Sokakta yaşıyor gibiler. Tabii kaldırımlar geniş olduğundan o masaların yürüyene bir zararı yok. Hemen hepsi metalik gri metal masa ve sandalyeler. Belediyenin kararı mıymış neymiş. Görebildiklerimin menüsü de birbirine benzer. Tapa, aslında atıştırmalık ve bizim mezeye yakın. Akla gelebilecek her malzemeyle yapılan bir tapa var. Karşılaştırma yapmak saçma ve gereksiz de olsa, bir milli alışkanlığımız olduğundan ben de yapayım: Kusura bakmasınlar ama bizim mezeler gibi de değil! Bu ‘karşılaştırma’ alışkanlığı ile insan yurt dışında çok sık karşılaşıyor hakikaten ve pek eğlenceli bir durum. Bir kişi de gelsin ve yaban elde gördüğü bir şeyi kendi memleketiyle karşılaştırmasın! Daha havaalanı otobüsünde başlıyor: "Vallahi bizim Havaş bundan ucuz." Sanki bunu duyan Katalan idaresi, "Acilen bir düzenleme yapalım" diyecekmiş gibi. Biraz da kaçınılmaz belki de, özellikle fiyatları hemen çevirip uyarlar ya insan. Benim zihnim de döviz bürosu gibi oldu, hele ki Euro’nun arttığını okudukça!

İşte her yerde aynı şey servis edilince, muhafazakâr bir bünye, ister istemez Düveroğlu’nu, Kebap 49’u, Tavukçu’yu, Cankatan’ı vs. hatırlıyor. Bunların kendisini hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmadığını, adı geçen lokantalarla hiçbir zaman bir ‘bağlanma’ sorunu yaşamayıp hepsine sadakat hissettiğini, onlarla her zaman mutlu anıları olduğunu düşünüyor. Bunları düşününce, yine ister istemez burada bağlanacak bir lokanta arıyor ve tabii buluyor. Nitekim buldum! İlk haftamda, üniversiteden üç arkadaş getirdi, sağ olsunlar. Sonrasında, sağa sola bakıp en iyisinin, güzelinin ve tabii hesaplısının burası olduğuna karar verdim. Birazdan anlatacağım.

. .

Tabii pahalı, havalı yerler de var, yok değil. Mesela geçen ay gelen iki misafirim, bir gün son derece bilinen bir tapacıya götürdü beni. Hani şu iki, üç yıldızlı yerlerden biri. Zaten ancak onlarla gidebileceğim bir yerdi. Kapıda ‘657 mi?’ yoksa ‘özel sektör mü?’ diye soruyorlardı ve iki özel sektör çalışanının yanında, en fazla bir ‘657’ kabul ediyorlardı, anlayacağınız. Bu sayede girebildim! Allah için güzeldi, ancak insan bilmediği şeyi yememeli. Laf olsun diye bir ‘midye’ söyledim. Balıkpazarı’ndaki gibi bir şey bekliyorum. Sonunda hakikaten ‘bir’ midye geldi. Tek bir midye. Büyük ve kapağı açık. Endişeyle yedim, meğer çiğmiş. Bir midyenin pişmemişini neden servis edersiniz? Hadi siz ettiniz, insanlar neden yer? Neden uyarmazsınız? Ben nereden bileyim çiğ olduğunu, menüde de yazmıyor! Bütün gün genzimde bir deniz kokusu; insan belli de edemiyor. "Çok güzeldi" filan diyorsunuz. Son bir buçuk ay, dönüp dolaşıp haftanın iki günü ‘benim’ lokantaya geldim. İnsan bildiği yerden şaşmamalı. Birazdan anlatacağım.

Bir ya da iki gün ‘sandviç,’ kalan günler evde atıştırma usulü besleniyorum. Şimdi, sandviç deyince, yanlış anlaşılmasın; Juan abi ile eşinin yaptığı sandviçten söz ediyorum. Katalan hükümet meydanında, size ilk yazıda anlattığım o saçma ama güzel heykelin olduğu meydana giden köşede. En turistik yerde, ilginç bir biçimde hiç turistik olmayan bir dükkân. Cebeci’deki Cankatan’ın Barça versiyonu. Yaklaşık beş metrekare, bir ızgara, bir kasa, kasanın arkasında meşrubat rafı, kolunuzu dayayacağınız, müşteri ile Juan abiyi ayıran yükselti (bar gibi düşünün). Bir insan, sıcak tavuklu sandviçi bu kadar mı güzel yapar? Yapıyor adam. Tabii ‘adam’ diyorum, aslında abinin hanımı ayrılmaz figür fakat daha çok meşrubat ve para işleriyle ilgileniyor. Juan abimizle aramızda çok güzel bir diyalog oldu. Sık gittiğim için ‘sohbet’ başladı. Ancak sohbet, tek satır Katalanca bilmeyen biriyle, tek satır İngilizce bilmeyen biri arasında! Bu nedenle sohbeti ‘tırnak’ içine alıyorum. Hatta alırken, özellikle ODTÜ ve Boğaziçili dostların iki ellerinin işaret ve orta parmaklarını yan yana getirip aynı anda orta boğumdan kırma hareketini ekliyorum! Sohbet ‘tırnak’ içinde ama Juan, has esnaf. Eh serde esnaf çocukluğu olunca! Önce el kol, sonra onun bana öğretmeye çalıştığı terminoloji (mutfak tabii ki), ardından misafirlerimi de götürüp tanıştırmam. Juan abi, beni yirmi metreden görünce, ne kadar uzun kuyruk olursa olsun, hepinize çok tanıdık gelecek bir hareket yapıyor: Parmaklar kapalı, avuç içi yere bakan elini bilekten hafifçe iki yana sallama hareketi! Yani bildiğiniz, ‘ızgaraya/mangala atayım mı?’ demek istiyor. Şimdi ben bu insanı nasıl sevmeyeyim? Neyse, Allah uzun ömür versin, bir daha gelirsem, umarım orada olurlar.

Çok saptık anlatacağım lokantadan farkındayım ama ilk yazıdaki meydana yeniden geldik madem, o zaman bir de kısaca, ‘banklardan’ söz edeyim. "Eksik kalmasın" dediğinizi duyar gibiyim. Burası ‘bank’ cenneti. Bank her yerde vardır da, bu kadar çok bankı bir arada görmedim daha önce. Tümüyle yaya için dizayn edilmiş bir yerde, haliyle onun rahatını da düşünmüşler, hem de fazlasıyla. Her köşe başında, kaldırımda, kenarda köşede, lokanta karşılarında, metro önlerinde, şurada burada. Her yer bank. En güzelleri, ağaçlı kaldırım ve ücra sokaklarda olanı ama en matrağı lokanta karşılarındaki banklar. Millet masalarına oturmuş yemek yerken siz de bir banka oturup seyrediyorsunuz. Aslında iki amaca hizmet ediyor gibi geldi bana. Biri, yer bekleyen müşterinin rahatı. Özellikle Ağustos sonuna dek herhangi bir lokantada yer bulma olanağı yok gibi. Herkes kuyrukta. Diğeri, yalnızca dinlenmek için. Ayrıca bir bankta dinlenir ve bir şeyler atıştırırken lokantadan gelen müzikten yararlanmak da iyi oluyor. Bizim Sarıyer, Kuruçeşme sahili gibi; hani taverna müziği eşliğinde çekirdek çitleniyor ya… Tabii tahmin edersiniz, "Arkadaşım müessesenin önünü kapıyorsun, git başka yerde ye yemeğini" diyen bir Katalan yiğidi de olmadığı için rahat ediyor insan. Bu kadar hikâyeden sonra diyeceksiniz ki, "Şeker kardeşim hiç mi magandası, şusu busu yok bu milletin?" Var tabii, olmaz mı? Ama zannedersem patlıcana, bibere getirdikleri ‘AB standardını’ insanlarına da uyguluyorlar ki, magandalık da daha ölçülü. En azından karşılaştıklarım için bunu söyleyebilirim. Beni en rahatsız eden şey, herkesin bağırarak hatta çığlık çığlığa konuşması ki bu da tam olarak magandalık sayılmaz. Gür sesli bir millet. Hakikaten çok bağırıyorlar.

Yok hayır, konuya giremedim bir türlü. Anlatacağım dediğim lokantayı anlatamadan yazı bitti! "Benim lokanta" diye başlayıp nerelere geldim. Lokanta, bir sonraki yazıya kalsın...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.