YAZARLAR

Yumağa dolanmayan kaldı mı?

Türkiye’nin girdiği 2023 plebisiti atmosferinde bankacılık sektörü terimini kullanırsak 'sistemik riski' azaltacak müdahaleler hem para politikasında ters istikamete dönüşü, hem de kademeli olarak bankaların menkul kıymet tutma zorunluluğunda değişimi gereksiniyor. Bu ise Erdoğan yönetimi için kaygı yaratacak, bedeli yüksek bir manevra demek.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (MB) 20 Ekim Perşembe günü bir kez daha indirime giderek politika faizini yüzde 10.5’e çekmiş oldu. Para Politikası Kurulu toplantısı sonrası yapılan açıklamada sene bitmeden faizin tek haneye indirileceği açıkça söylendi. Sonrasında ise faiz indirimlerine ara verileceği anlaşılıyor.

Ancak aradan bir hafta geçmeden Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu Başkanının katıldığı bir toplantıda banka genel müdürlerinin sıkıntılarını Hazine ve Maliye Bakanına aktardıklarını öğrendik. Üstelik oldukça uzun zamandır gündemde olmayan “sistemik risk” vurgusunun bu toplantıda dillendirildiği haberleri yayımlandı.

Liralaşma stratejisinin ve bankacılık sistemindeki düzenlemelerin nereden geldiğini nereye uzandığını kısaca inceleyelim. Ekonomi yönetiminin yarattığı yumağın iplerinin nasıl bir arada durduğu ancak bu şekilde açığa kavuşuyor.

LİRALAŞAMADIK

Türkiye’de 2018 ortasından 2021 yılına kadar kısa duraksamalara karşın devam eden dolarlaşma karşısında alınan önlemlerin vadeleri dolunca teker teker çöpe atıldıklarını gördük. 2021 sonunda kur korumalı mevduat mekanizması ile kapsayıcı bir garanti sağlandı. Bu garanti MB ve Hazine aracılığıyla yapılan aktarımlar sayesinde Türk Lirasına geçen mevduat sahiplerinin döviz karşısına zarar etmesini engelleyerek performatif bir müdahaleye dönüştü. 2021 sonuna doğru 240 milyar ABD doları seviyesine gelen yabancı para mevduat toplamını söz konusu düzenleme 210 milyar dolar seviyesine çekebildi. Toplam yabancı para mevduatları bu düzeyde tutunmaya devam ediyor.

2020 ve 2021’deki önlemlerin nasıl boşa düştüğünü ilgililer önceki duvaR yazılarımdan okuyabilirler. Bu yazıda odaklandığım birbirine dolanmış sorunların KKM’ye eşlik eden (zaten onu da önceleyen) politika faizi indirme uğraşıyla başlayıp hem borçlanma maliyetine hem de banka kredi faizlerine uzandığını hatırlatmalı.

Bilindiği üzere bu yıl içinde ticari kredi faizlerini yıllık yüzde 30’un altına indirmek üzere ek düzenlemeler getiren politika yapıcılar, bankaları daha fazla tahvil almaya zorlamışlardı. Halen bazı kalemler hariç kullandırılan ticari kredilerin yüzde 30’u kadar tahvil tutma şartı mevcut. Ayrıca kredi stok tutarı artış oranına göre hesaplanan tahvil tutma zorunluluğu ve ticari kredi faizi referans oranını aşan kredi faizi söz konusu olduğunda yine tahvil bulundurma zorunlulukları mevcut.

Bu düzenlemelerin birden fazla alanda yarattığı değişimlere dikkat etmek gerekiyor: Sonuçta sadece kredi faizlerinde düşüş görmedik, aynı zamanda alım zorunluluğu nedeniyle tahvil talebinin kamçılanması tahvil faizlerinde de düşüşe vesile oldu. Bu arka planda para yaratan bankalar (evet parayı modern kapitalist sistemde esasen bankalar yaratıyor, hazine ya da merkez bankasından ziyade) bir yandan mevduat sahiplerine görece daha az ödemede bulunuyorlar, diğer yandan da süregiden faiz baskılanması nedeniyle, daha önceden portföylerine almış oldukları ve halihazırda ellerinde bulunan menkul kıymetlerin (başta tahvillerin) getirisi artıyor olduğu için karlarına kar katıyorlar.

O zaman bankalar neden sistemik risk uyarısında bulunuyorlar?

BİR RİSK EDİNDİM Kİ DÖNEMEM

Bankaların zayıf karnı şu an olanlardan çok bir süre sonra olacaklarda yatıyor. Çünkü bugünden yarına uzanan çizgi arzu ettikleri şekilde çizilmiyor. KKM dolarlaşma hızını kesti ve çok uzakta olmayan bir sonraki çalkantıya kadar mevduat sahiplerinin reel kayıplarla karşılaşmasına vesile olacak şekilde liranın dolar karşında değer kaybı temposunu azalttı. Bu zaman zarfında şirketlere ucuz kredi vermeleri için zorlanan bankalar yukarıda kısaca değindiğime benzer düzenlemeler nedeniyle bol miktarda tahvil alıyorlar. Satın alınan ve esasında reel olarak yatırımcısını zarara uğratacak tahviller bankaların orta vadede bilançolarının bozulmalarına katkı sunabilir. Mevcut devlet borçlanma öngörülerinden, bu ekonomik deneyin nihai sonlanma dönemine, ya da olası iktidar değişikliğine birçok etken tahvil faizlerinin yükseleceğini söylemeyi mümkün kılıyor. Tahvil faizlerinin yükselmesi durumunda söz konusu finansal kuruluşlar bu dönemde (son aylarda) edindikleri tahviller üzerinden zarar yazmaya başlayacaklar.

Kısacası şu an kazanın doğurduğunu görüyorlar, ancak fıkradaki karakterden farklı olarak kazanın öleceğinden de eminler.

Çok sayıda bankanın aynı anda zarar yazması ve faiz oranlarında hızlı yükseliş, bankaların kredi-para yaratımlarında aksamalara yol açacağı gibi kredi genişlemesi ile ekonomik büyüme arasında tesis edilmiş rabıta nedeniyle öyle bir dönemde yaşanacak resesyonun derinleşmesini de getirebilir. Bu ise bankaların bir spirale girip daha da zor duruma düşmesi anlamına gelebilir.

Bu elbette senaryolardan sadece birisi, ancak bankalar açısından faaliyet koşullarının topluca zorlaşması ve karlılıklarında pek ender görülecek bir düşüş anlamına geliyor.

Sistemik risk ifadesinin arkasında bu yatıyor. Teker teker değil toplu bir çakılma ihtimali.

ÇİFTE KAYGI

Buradaki kaygının, masanın bir tarafıyla sınırlı olmadığını hatırlatarak bitireyim. Yüksek kar elde eden ancak bilanço yapılarındaki değişim nedeniyle kayıplara çok açık hale gelen bankaların genel müdürleri, bu hafta içinde mevcut gidişin kendileri açısından yaratacağı riski en üst düzeyde politika yapıcılara ve düzenleyicilere bildirdiler. Ancak düzenleyiciler durumun farkında değiller mi? Tabii, farkındalar, ve kaygılılar, ancak başka nedenlerle.

Hazine ve Maliye Bakanı’nın Financial Times röportajındaki dönüşüm vurgusunun, Suudi Arabistan’da bizim dönemimiz geliyor konuşmasının ya da Erdoğan’ın 28 Ekim’de yapacağı Türkiye yüzyılı temalı konuşmanın ayrıntılarına girmek, söylemlerindeki vurgulara takılmak kimseyi esastan uzaklaştırmasın.

Türkiye’nin girdiği 2023 plebisiti atmosferinde bankacılık sektörü terimini kullanırsak “sistemik riski” azaltacak müdahaleler hem para politikasında ters istikamete dönüşü, hem de kademeli olarak bankaların menkul kıymet tutma zorunluluğunda değişimi gereksiniyor. Bu ise Erdoğan yönetimi için kaygı yaratacak, bedeli yüksek bir manevra demek. Banka sermayesi ve büyük sermayenin istediklerini harfiyen yerine getirmenin, doğrudan daha küçük ölçekli sermayeleri zor duruma düşüreceği gergin ortamın kökü 2010’lar ortasına, kredi çekişli büyümede ısrar edilirken batık şirketlerin yüzdürülmesi uğraşlarına ve 2018-21 arasında dolarizasyonun bir türlü engellenememesine kadar uzanıyor. Bugün, banka sermayesi “bu kazan sonra ölecek” dedi diye kazan şimdi de doğurmasın denemiyor.

Aralarında banka sahiplerinin de bulunduğu büyük sermaye gruplarının istediklerini yapmak başka şirketlere açılmış yeni nefes kredilerinin kesilmesini ve iktidar blokunda daha ön plana çıkmış sermaye kesimlerinin ucuz kaynağa erişim bakımından bitmez isteklerinin kısa vadede karşılanamamasını beraberinde getirir. Plebisit sath-ı mailinde ve mevcut güç dengeleri altında pek gerçekçi bir beklenti değil.

Kısacası artık KKM’den, tahvil piyasasına, kredi faizinden büyüme projeksiyonuna uzanan bir yumak mevcut. Küresel koşullar Erdoğan yönetiminin işlerini kolaylaştırmıyor, ancak birbirlerine bu kadar dolanmış iplerin 2023 bahar sonuna kadar yumak olarak kalması mümkün duruyor.


Ali Rıza Güngen Kimdir?

Siyaset Bilimci, araştırmacı ve çevirmen. Doktorasını ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde tamamladı. Türkiye’de borç yönetimi, devlet bankaları, küresel Güney’de finansallaşma ve devlet kuramı alanlarında yayımlanmış çalışmaları bulunmaktadır. Araştırmalarına York Üniversitesi'nde devam etmektedir.