Türkiye’nin insani yardımının şifreleri: Kahire 82, Şam 83?
Gazze’ye insani yardım götüren öncü ülkelerden olmakla övünenlerin, İsrail devletinin icraatlarına dair içi boş gösterilerin ötesine geçememeleri sadece ticari bağlantılarla ilgili değil. Daha genel bir çerçeveden bakacak olursak teröre karşı önleyici müdahale söylemini sahiplenen ve bölgesel savaşlara hazırlanan devletlerin katliamcı İsrail devleti ve politikalarına karşı uluslararası alanda eli bomboş duruyor.
Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde Türkiye’nin insani ve kalkınma amaçlı yardımları sade bir dizgi, görkemsiz bir tasarıma karşın büyük bir coşkuyla aktarılıyor:
“Türkiye ayrıca, BM Güvenlik Konseyinin ilgili kararları çerçevesinde, BM yardım ajanslarının Suriye’ye yönelik sınır ötesi insani yardım sevkiyatlarına 2014’ten bu yana destek sağlamaktadır… Temmuz 2022’de görev süresi uzatılan sınır-ötesi insani yardım mekanizması, 2642 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı temelinde hayata geçirilmektedir. Cilvegözü sınır kapılarımızdan yapılan yardımlar, Suriye’ye yönelik tüm sınır ötesi insani yardımların tamamını teşkil etmektedir.”
Bu yardımların Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı kapsamında olduğuna değinilirken, aynı zamanda Suriye devleti onayıyla gerçekleşebildiğine dair bir ibare ya da yardımların gittiği bölgenin nasıl bir yönetim altında bulunduğu metinde yer almıyor. Sansür uluslararası insani yardıma dair prosedürleri anlaşılmaz kılmak için de devrede dense yeridir.
BM yardımları dışında dikkate değer bir miktarda aktarım Türkiye devletinin organizasyonu ile Suriye’de selefi cihatçıların kontrolündeki bölgelere yapılıyor. Devlet uzantılı yayın organlarında düzenli bir biçimde verilen haberlerdeki ifadelere bakılırsa cihatçıların kontrolündeki bölgede değil de bütün Suriye’de yaşayan milyonların iç savaş sırasında başlayıp artarak devam eden miktarda destek gördüğünü ve Türkiye’nin yönetenlerinin dertlere deva olduğunu dahi sanabilirsiniz. Durumu biraz daha ayrıntısıyla aktarmak elzem. Çünkü bu yardım mekanizması AKP’nin önceki dönemlerinden farklı. Yardımın gittiği yerdeki politik yapılanma ve uzantıları da öyle.
AKP DÖNEMLERİNDE ATILIM VE ODAK DEĞİŞİMİ
Türkiye’nin insani gelişme ve kalkınma odaklı yardımları ilk atılımını yaptığında (2000’lerin sonu ve erken 2010’lar) odak coğrafya Sahra-altı Afrika ve kayda değer Müslüman nüfusun yaşadığı Afrika ülkeleri idi. Bu ülkelere yapılan yatırımlara bir topyekûn seferberlik havasının eşlik ettiğini ve kazanılan tecrübenin sonraki programlara yansıdığını tahmin etmek mümkün. Aynı zamanda Türkiye’nin yardımlarını artan ticaret hacminin ve farklı doğrudan yatırımların takip ettiğini, bu minvalde Türkiye’nin alışıldık paterne oturduğu söylenilebilir.
Ancak örneği ilginç kılan husus 2010’ların ikinci yarısında odak coğrafya ve aktörler bakımından çarpıcı bir değişimin gözlenmesi.
OECD’den aldığım yardım verilerine göre Türkiye’nin 2013 sonrasındaki insani yardım ve kalkınma amaçlı aktarımlarının yüzde 85 civarında bir kısmı Suriye’ye gidiyor. Bu sınıflandırma dikkatli okuyucuyu yanıltmayacaktır. Suriye’ye giden yardımlar, Suriye devletine ve Kürtlere karşı aynı anda savaşan selefi cihatçılara (son dönemde aldığı adla Suriye Kurtuluş Hükümeti kontrolü altındaki bölgeye) gidiyor. Kısa bir parantez açarak ekleyeyim: Alper Gezeravcı’yı uzaya gönderme maliyetine odaklananların, bunun yüz katı kadar bir aktarımın (zaman içinde değişmekle birlikte yılda 5 ila 8 milyar dolar arasında gezinen bir toplam) esasen devlet eliyle cihatçıların kontrolündeki bölgelere ve selefi cihatçılara yapıldığını unutması Türkiye’deki tartışma ortamının ve otoriter sansürün yansıması olsa gerek.
Türkiye’nin yardımları içinde cihatçı yapılanmaların denetimindeki yerlere ayrılan paydaki sıçrama o kadar çarpıcı ki 2013 sonrasını alışageldik yardım – artan ticaret ve yatırım – etki alanının genişlemesi dizgesi üzerinden okumak mümkün değil. Burada askeri güç inşasını desteklemek üzere seferber edilmiş devlet güdümlü destekler toplamından, operasyonel kılınmaya çalışılan ve Türkiye devletinin 2018 tarihli kendi kararlarıyla terör örgütü ilan ettiği bir yapılanmanın güdümünde bir bölgeye yapılan aktarımlardan bahsediyoruz. Ticaret ya da yatırım, İslamcı üslerin orada kök salması önceliği yanında daha önemsizleşiyor.
AKTÖRLERİN DEĞİŞİMİ
Türkiye’yi ilginç kılan bir diğer husus seferberlik aktörlerinde 2010’larda görülen hızlı değişim. AKP’nin 2000’lerde desteklediği Gülen Cemaati okullarından, AKP ortağı cemaatlerin sivil toplum yapılanması adı altındaki örgütlenmelerine uzanan bir ağın parçası olduğu yardım örgütleme işinin son 10 yılda hızlı biçimde Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) altına çekilmesi ve deyim uygun düşerse arındırılıp devletleştirilmesi deneyimleniyor. Gülen okullarının yerini Maarif Vakfı okullarının alması, yeni insani yardım derneklerinin kurulması ve yardım sektörünün 2016 darbe girişimi öncesi ve sonrasında hallaç pamuğu gibi atılması not edilmeli. Kısacası 2010’larda aktörler de değişiyor.
2010’lar sonuna doğru meyvelerini veren yeniden devletleştirme, Suriye’deki yardım organizasyonunun bu dönem zarfında farklı biçimde gerçekleşmesine de destekçi oluyor. Bu yeniden örgütlenme ve İdlib odağının jeostratejik yansımalarına şimdi gelebiliriz.
NEDEN ÖNEMLİ?
Geçtiğimiz yıl (elbette ondan önceki yıllarda da) İdlib’deki yapılanmanın tasfiyesine yönelik İran, ve Suriye kaynaklı önerilerin Türkiye tarafından reddedildiğini biliyoruz. Milli Savunma Bakanı’nın açık ifadesiyle Türkiye’ye göç edebilecek 5 milyon kadar Suriyeli’nin düzensiz göçü veya muhtemel mülteci statüsüne kavuşmasını engellemek için Türkiye İdlib’deki yapılanmayı berkitmeye devam ediyor, elbette yardımlara da. Savunma Bakanı’na bakılırsa selefi cihatçılar ve Suriye devleti anlaşana kadar yardımlar ve askeri destek devam edecek. Böyle bir imkân bulunmadığına göre esasında büyük bir alt üst oluşla güç dengeleri değişene kadar deniliyor.
Çeşitli haber sitelerine göre çatışmalar sırasında ve sonrasında (Suriye devletinin Suriye Kurtuluş Hükümeti’ni yok etme amaçlı muhtemel bir kara harekâtında) direnci artırmak amacıyla bu bölgeye Türkiye’nin askeri malzeme sevkiyatları gözlemlenebiliyor. Ancak Suriye devletinin egemenlik haklarının başta Arap devletleri olmak üzere uluslararası alanda kısmen yeniden tanınması İdlib’e destek veren Türkiye benzeri devletlerin konumunu orta vadede zayıflatmaya devam edebilir.
Politika yapım süreci açısından hem şiddetin sona ermesini zorlaştıran hem de devletler arasında iç savaş öncesindeki gibi (gel-gitlerle dolu olsa da uluslararası hukuka referans veren bir) ilişki tesisini imkansızlaştıran bu sürecin usulca sonlanması mümkün değil. 2023’te Rusya ve İran aracılığıyla başlatılan Türkiye-Suriye diyalog sürecinin ilerlemediği açık. Sadece Suriye bağlamında devletler arası süregiden çekişmelere odaklananlar ise önemli kısmı atlamış duruyorlar.
O da İdlib’deki politik yapılanmanın ikili bir test alanı sunuyor olması. Bir yanda Suriye Kurtuluş Hükümeti adı altında eski El Kaide parçası olan, uluslararası çeşitli kurumlar ve Türkiye tarafından zamanında terör örgütü olarak nitelenen Hey’et Tahrir el-Şam’ın esnek bir yönetim çerçevesi oluşturma ve Türkiye desteğinden faydalanarak varlığını koruyabilmesi denemesi var. Bu, genel olarak selefi cihatçıların politik stratejileri açısından önümüzdeki yıllarda nasıl bir dönüşüm gerçekleşeceğini belirleyecek bir var olma çabası. Ancak bu çaba diğer yanda Türkiye’nin emperyal hevesleri ile örtüştüğü için süregidiyor.
Türkiye’de başka coğrafyalara insani yardım örgütlenmesinin 2010’larda yeniden devletleşmesi devlet güdümlü bir yatırım ve ticaret etki alanı artışı isteğinin ötesine geçip, yayılmacı bir sıçrama tahtası olarak vazife görecek bir devletçik yaratmaya uzandı. Bu nokta diğer sınama alanını oluşturuyor. İdlib’deki “hükümet” tamamen Türkiye denetiminde olmasa da buradaki yapı Türkiye’nin yeni genişleyici hamlelerine ve adını koyalım uzun vadede daha kapsamlı bölgesel savaşlara kapı açacak girişimlere hazırlık niteliği taşıyor.
Yazının başlığı 10 yıl kadar önce televizyonda irredentizm hayallerini sayıklamış bir meczuptan. Bu sayıklamaların Türkiye dış politikasında ve insani yardım örgütlenmesinde etkili olmadığını söyleyemiyoruz. Ancak dahası var. Emperyal hevesler omurgasız bir işbitiricilikle, her masada varız hülyalarıyla kol kola yürüdüğü gibi, hak ihlallerinin simgesi devlet stratejilerini tekrar ve onlara öykünmekle de derinleşiyor. Gazze’ye insani yardım götüren öncü ülkelerden olmakla övünenlerin, İsrail devletinin icraatlarına dair içi boş gösterilerin ötesine geçememeleri sadece ticari bağlantılarla ilgili değil. Daha genel bir çerçeveden bakacak olursak teröre karşı önleyici müdahale söylemini sahiplenen ve bölgesel savaşlara hazırlanan devletlerin katliamcı İsrail devleti ve politikalarına karşı uluslararası alanda eli bomboş duruyor.
Ali Rıza Güngen Kimdir?
Siyaset Bilimci, araştırmacı ve çevirmen. Doktorasını ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde tamamladı. Türkiye’de borç yönetimi, devlet bankaları, küresel Güney’de finansallaşma ve devlet kuramı alanlarında yayımlanmış çalışmaları bulunmaktadır. Araştırmalarına York Üniversitesi'nde devam etmektedir.
Yerel seçimlerde sadece yerel yönetimler için mi oy verilecek? 13 Ocak 2024
Yeni Ekonomi Modeli tamam mı devam mı? 30 Haziran 2023
Gecikmiş bir seçim gözlemi 16 Haziran 2023
Derviş’in ardından: Bir devrin sonu mu? 09 Mayıs 2023 YAZARIN TÜM YAZILARI