YAZARLAR

Derviş’in ardından: Bir devrin sonu mu?

Borçlanarak daha fazla tüketen ve ücretleri yerinde sayan, finansal piyasa oynaklıklarına daha duyarlı hale gelen emekçiler açısından Derviş reformları bir yenilgi ve tahribatı simgelemektedir.

Geçtiğimiz gün hayatını kaybeden Kemal Derviş Türkiye siyasetinde çok kısa süre aktif olarak yer alıp, çok büyük bir rol oynadı. Bu nedenle vefatı sonrasında üzerine söz söylememek haksızlık olur.

Derviş’i Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı yanı sıra tenis maçlarıyla hatırlıyorum. Maç sonrasında röportaj verir, her şeyin yolunda olduğunu söyler, bir toplantıya ya da uçağa yetişmesi gerektiği imasıyla korttan ayrılırdı. Görevlendirildiği 2001 baharından sonra her hareketi, her demeci televizyonlarda, gazetelerde uzun uzadıya aktarıldı. Krizden çıkıyor olduğumuz cümlesinin sürekli tekrarlanmasına ihtiyaç vardı ki, Ankara’da TOMA taşlayan esnafların görüntüleri ya da Başbakan’a yazar kasa fırlatılması sahneleri değil, bolluk ve bereket beklentisi hakim olsun.

Kısa biyografisini Türkiye’de yaşayan 35 yaş üstü çoğu kentli yakından bilir. Dünya Bankası’nda çeşitli görevler üstlenmiş olan Derviş, Türkiye’nin büyük ikili krizi (2001 finansal kriz ve kur krizi) sonrasında kurtarıcı olarak göreve getirildi. Krizin yarattığı ortam nedeniyle Meclis’te 15 günde 15 yasa çıkarttıracak bir güce kavuştu, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın (GEGP) mimarı ve uygulayıcısı oldu.

Daha sonra yaklaşan 2002 seçimlerinde Yeni Türkiye Partisi’ne destek vermesi ve Türkiye bağlamında yeni bir üçüncü yol siyasetinin doğmasına katkı sunacağı düşünülürken, CHP milletvekili olmaya karar verdi. Seçim sonucundaki meclis kompozisyonu etkisinin giderek azalmasına neden oldu. İktisadi fikirleri iktidarda kendisi muhalefetteydi. Bu nedenle de olsa gerek, 2005’te milletvekilliğini bırakarak Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma Programı’nın başına geçti. Demokrasi forumlarından, liderler zirvelerine üst düzey toplantılarda küresel bir uzman olarak görüş beyan etmeye devam etti (örneğin Brookings Institution’da kıdemli araştırmacı idi). Türkiye’de ise kendi adıyla da anılan programın bir başarı hikayesine vesile olduğu düşüncesi 2010’lar ortasına kadar siyaset çevrelerinde ve medyada genel kabul gördü. Bazı çevreler halen bu dönemi öyle anıyor.

YAŞANANLAR BİR BAŞARI HİKAYESİ MİDİR?

Bugün Türkiye çoklu krizlerden geçer, bizler de bir bölüşüm şokunun boyutlarını kavramaya çalışır ve taşlı sopalı seçimlerin sonucunu beklerken bu hikayeye tekrar bakmakta fayda bulunuyor.

Derviş’in mimarı olduğu GEGP, 1990’lar sonu ve 2000’lerin başında ortaya çıkmış küresel liberal uzlaşıyı Türkiye’ye aktarmaktan ibaretti. Krizlerle tarumar olmuş ülkelere başta Merkez Bankası bağımsızlığının sağlanması olmak üzere çeşitli bağımsız kurulların yaratılması gibi reformlar öneriliyor, teknokratikleştirilen ekonomi yönetimi siyasal baskılardan uzak kaldığında (Derviş’in kendi deyişiyle ekonomi ve siyasetin ayrıştırılması sayesinde) ülkenin yeni yatırım çekeceği, beşeri sermayeye yatırım ve yoksullukla mücadele programlarının etkisiyle daha insani bir kalkınmanın yaratılacağı umuluyordu. Dönemin uygulayıcıları GEGP’nin Türkiye’nin, yapısal sorunlarını çözmesi, enflasyonu düşürüp kamu borcunu kontrol altına alması ve finansal sistemi güçlendirip piyasa disiplinini tesis etmesi için elzem olduğu konusunda hemfikirdiler.

Derviş programı bittikten sonra Türkiye IMF ile yeni bir stand-by imzaladı ve esasen 1998’de başlayan, 2001 krizi sonrası Derviş ile zirveye ulaşan reform süreci IMF gözetimi (hatta sevk ve idaresi) altında 2008’e kadar devam etti. Bugün Millet İttifakı bileşenlerinden İYİ Parti’nin Ekonomi Politikaları Başkanı Bilge Yılmaz söz konusu dönemi (dönemlendirenin tercihine göre 2002-08 ya da 2002-11 ya da 2002-13 dönemi) yarattığı refah algısı üzerinden eleştirirken, ittifakın bir diğer bileşeni DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan programı uygulamakla övünmeye devam ediyor. Yılmaz gibi anaakım iktisatçılar bugün o dönemi örneğin “lale devri” olarak adlandıracak kıvama geldiler (ki o adlandırma bundan 10 ila 15 yıl kadar önce eleştirel sosyal bilimciler tarafından defaatle yapılmıştır). Lakin, yukarıda ana hatlarını çizdiğim programın simgelediği yaklaşım halen büyük ölçüde restorasyon blokunun ekonomi yöneliminin omurgasını oluşturuyor.

Dikkatli okuyucu aradan geçen bunca zamanda ana akım iktisatçılar ya da politika yapıcılar açısından da bir fark yok mu diye soracaktır. Elbette var, aradaki fark kamu yatırımlarına verilen önem (2010’ların ortasında biçimlenen yeni uzlaşı) ve sosyal harcamalar bakımından Türkiye’nin çok büyük bir atılıma ihtiyaç duyduğunun kabulüdür. Bu da neoliberalizmin hakimiyetine karşın, vaatlerinin yerine gelmemesi (uluslararası finansal kriz sonrasında küresel düşük büyüme oranları veyahut küresel tedarik zincirlerine eşitsiz dahil olmanın yaratabildiği çeşitli kırılganlıklar) arka planında yine ana akım tarafından sağlanmaya çalışılan cevapların bir yansıması. O kadar.

Bu arka planı gözeterek soruyu yanıtlayabiliriz: Derviş’in mimarı olduğu GEGP ve bu programın 2010’lar ortasına kadar biçimlendirdiği Türkiye ekonomisini bir başarı hikayesi olarak mı görmeliyiz sorusunun ikili bir cevabı bulunuyor. Borçlanarak daha fazla tüketen ve ücretleri yerinde sayan, finansal piyasa oynaklıklarına daha duyarlı hale gelen emekçiler açısından Derviş reformları bir yenilgi ve tahribatı simgelemektedir. Ancak Derviş’in kendisi ve sermayenin organik aydınları açısından program Türkiye’nin krizini, krizin maliyetini topluma yayarak çözmüştür. Sonuçta bir ülkenin GSYH’sinin yüzde 25’ini banka kurtarma operasyonlarına ayırması pek nadiren rastlanan bir maliyet toplumsallaştırmasıdır ve bu onlar nezdinde (art arda güzellemelerle Derviş’i ananlar örneğinde görülebileceği üzere) büyük bir başarıdır.

DERVİŞ VE PROGRAMI NEREYE UZANDI, NEREYE UZANAMADI?

Türkiye’nin büyük sermayesi açısından 2000’lerde uygun borçlanma ortamı yaratmış olan bu program, kredi genişlemesi ile yüksek büyüme oranlarının yakalanabildiği bir atmosferi de hazırladı. Ancak dönemin olumsuz bir mirası biraz da burada yatıyor: Türkiye’de açılan kanal on yıllık bir süre zarfında tüketici kredilerinin GSYH’ye oranının neredeyse on katına çıkmasını getirdi. Ücretler yerinde sayar ve neoliberalizmin tahribatı derinleşirken halk daha fazla borçlanarak refaha erişti.

Bu dönemin bir başka sorunu devletin bağımsız kurullarla izleyici konumuna yerleştirilmesi ve ekonomi yönetiminin teknokratikleştirilmesinin bazı kronik sorunlar karşısında alınabilecek önlemleri (örneğin cari açık ve ithalat bağımlılığı) zamana bırakmasıydı. Bu bağlamda çok başarılı addedilen reform döneminin bir soyutlama kullanacak olursak kolektif olarak sermaye açısından da bir sonraki dönemin (2010’lar) çözülmesi daha zor problemlerini yarattığı akılda tutulmalı. Bir başka husus erken 21. yüzyılın reform paketinin temel ayaklarından olan devlet bankaları özelleştirmesinin tamamına erdirilmemesi. Önce dev finansal oyuncuların hazır hale getirilmesi, sonra alıcı bulmada sorunlar ve nihayetinde devlet bankalarının ne kadar önemli bir manevra alanı sağladığının farkına varılması reform paketinin bu kısmının 2008 sonrasında askıya alınmasına vesile oldu. Elbette bu son değişimde Derviş’in bir etkisi bulunmuyordu ve AKP içi tartışmalar kadar küresel yatırım heveslerine bağlı bir biçimlenme söz konusuydu.

Derviş bu tartışmalar derinleşirken, çoktan görevini yerine getirmiş olduğunu düşünerek ülkeyi terk etmiş, Avrupa’da toplumsal uzlaşı ve sosyal demokrasinin yeniden icadı üzerine yazmaya 2008-09 krizi sonrasında ilk emareleri beliren yeni küresel siyasal iktisadi uzlaşının ayaklarını tartışmaya başlamıştı. Gerektiğinde kamu borcunu artırmaktan çekinmeyen, riski toplumsallaştıran ve aynı zamanda sosyal ayakları sağlam bir devlet inşası ve devlet-piyasa ilişkisini kendince ayrıntılandırmaya devam ederken, Türkiye’de yarattığı ekonomi yönetimi çerçevesinin son derece işler olduğu ve 2010’lar başına kadar ülkeyi taşıdığı inancını korumaktaydı.

Uluslararası uzlaşının ve “yapısal reform” programlarının hem formülasyonunda hem uygulamasında yer alan bir teknokrat olarak Derviş ağır bir kemer sıkmayı Türkiye’ye dayatan ve 2001 krizinin bedelini geniş kesimlere ödeten böylelikle sermayeye yeni bir birikim dönemi kapısını açan politika çevrelerinin bakışını rafine haliyle simgeliyordu. Bu bakışın bazı muhalif çevrelerde anahtar olarak pazarlanabilmesi ve bazı muhaliflerin ufkunu halen bir ölçüde biçimlendirmesi oldukça üzücü ancak anlaşılır. Çünkü 2000’ler Derviş’i simge haline getirilirken Derviş’in kendisi yeni ve (neoliberal krizler arka planında) modifiye edilmiş bir söyleme (Derviş 2.0’a) geçiyor, uluslararası yazına katkıda bulunmaya devam ediyordu. Kısacası, Derviş’in halen etkili olmasının bir nedeni uluslararası kanonun aktarıcısı olmasında (olmaya devam etmesinde) yatıyordu.

REDDİMİRAS ŞART

Türkiye’de seçimlere bir adım avantajlı giren ancak yasamada çoğunluğu elde edemeyecek olan restorasyon bloku 2000’ler Dervişi ile 2010’lar Dervişi’ni sentezlemeye çalışacağını çoktan beyan etti. Emek için yeniden acı reçete barındıran bu çizgi karşısında ise AKP ve faşizan blokun simgelediği ucuz emek gücü, ihracat artışı ve sermayeyi disipline etmeden sanayi politikası uygulama isteği duruyor. Bu ayrışmanın Türkiye’deki hakim sınıflar arasındaki çekişme ve 2010’lar sonunda bir yeni modele doğru geçiş çabaları ile doğrudan ilgisi bulunuyor.

Badem gözlü ve sırma saçlı bir Derviş anlatısını sahiplenen muhalifleri, 2000’lerdeki dönüşümü, Derviş’in kendisinin 2010’lardaki değişimini ve mimarı olduğu geçiş programının yapıp yapamadıklarını hatırlamaya davet ederek yazıyı bitirmek uygun duruyor. Böyle bir hatırlama Derviş’in mirasını tümden reddetmeyi ve yukarıda değindiğim iki eğilime karşın kamucu ve halkçı bir bakışın tek çıkış seçeneği olduğunu vurgulamayı getirmeli.

Son not: Eleştirel sosyal bilimciler hesabı çok önceden kapatmış, Derviş döneminin nasıl bir sorun yarattığını ve Türkiye’nin nasıl bir ekonomik darboğaza sürüklenebileceğini yazmışlardı. Dönemin ruh halini anlamak isteyenler Bağımsız Sosyal Bilimciler tarafından ilk olarak 2006 yılında hazırlanmış, sonra 1998-2008 IMF Gözetiminde On Uzun Yıl: Farklı Hükümetler Tek Siyaset kitabına dönüştürülmüş olan kolektif çalışmayı okuyabilirler. GEGP ve sonrasındaki finansal dönüşümü bütünlüklü bir çerçeveden okumak isteyenler editörleri arasında bulunduğum The Political Economy of Financial Transformation in Turkey kitabına bakabilirler.


Ali Rıza Güngen Kimdir?

Siyaset Bilimci, araştırmacı ve çevirmen. Doktorasını ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde tamamladı. Türkiye’de borç yönetimi, devlet bankaları, küresel Güney’de finansallaşma ve devlet kuramı alanlarında yayımlanmış çalışmaları bulunmaktadır. Araştırmalarına York Üniversitesi'nde devam etmektedir.