YAZARLAR

Yılbaşında eğlenebiliyor muyuz?

Küçük şeylerle mi mutlu oluyoruz, olalım… Büyük şeylerle mi yoksa… O da olur. Yeter ki mutlu olalım, eğlenelim, içimizden nasıl geliyorsa öyle olalım. Kutlayalım, kutsayalım ama meselenin gözlerinin içine bakalım; biz var mıyız orada?

Özel gün klişeleri bugünlerde üstümüze üstümüze geliyorlar.

Şu birkaç günün meselesi “yılbaşında ne yapıyorsun?”

Yılbaşında illa ki bir şey yapılır çünkü… Evde ya da dışarda, insanlarla bir araya gelinir, yenilir, içilir, dans edilir, dilek dilenir, gecenin bir yarısı kırmızı don giyilir…

Yılbaşı için evrensel bir “yapılması gerekenler” listesi var sanki. Onu sıradan bir gün gibi geçirirsek bütün bir yılımız da kötü gidecek. Üstelik herkes dünyanın bir Alice harikalar diyarı olmadığını bildiği halde o liste hep karşımıza çıkıyor. İki şey söylüyor bize: Bunlar senin beklentilerin ve aynı zamanda bunlar senden beklenenler.

Ve günün sonunda beklentilerin karşılanmadığı için ya da beklentileri karşılayamadığın için her durumda hayal kırıklığına uğrayacaksın.

Listeler kendiliğindenliğe yer bırakmadı. Listeler özel günleri birer gerekliliğe dönüştürdü. Sonra o gereklilikleri karşılamak için klişeler oluşturuldu. Sonra o klişeler beklentiye dönüştürüldü.

Başlangıçta şaşırtıcı olan, yeni ve sürpriz olan, insanlara kendilerini özel hissettiren şeyler kopyalana kopyalana klişeleşti. Sosyal medyanın laneti. Bütün “hikayeler” bu klişelerle dolu. Ve muhtemelen çoğu “mış gibi”…

Çünkü klişeler bir odak kayması yarattı. Merceği içerikten uzaklaştırıp, biçimin üzerine oturttu. Mumlar, kemanlar, tektaşlar, bekarlığa veda partileri, baby shover’lar, cadılar bayramı kostümleri, noel baba giysileri, düğün tahtları, balonlar, çiçekler, çikolatalar… Bütün bunların içinde biz kaybolduk. Bu olayların öznesi olmamız gerekirken, o bütünün içinde bir unsura, bir nesneye dönüştük. Çünkü klişeler bir maske, bir kostüm yarattılar ve insanı da o maskenin, kostümün arkasına koydular. Kostümler giyildi, ışıklar yandı, sahne oynandı ve sonra herkes kendi gerçekliğine döndü. Herkes bize baktı ama kimse bizi görmedi.

Bakmakla görmek arasındaki uçurum giderek derinleşiyor. Anlam ve şekil de birbirinden uzaklaşıyor.

Küçük şeylerle mi mutlu oluyoruz, olalım… Büyük şeylerle mi yoksa… O da olur. Yeter ki mutlu olalım, eğlenelim, içimizden nasıl geliyorsa öyle olalım. Kutlayalım, kutsayalım ama meselenin gözlerinin içine bakalım; biz var mıyız orada? O bizi görüyor mu, biz onu hissedebiliyor muyuz?

Çünkü mutluluk söylenebilen değil, yaşanan bir şeydir. 

Yeni bir yıl, klişe de olsa yeni bir başlangıç sayılır. Gelen yılı eğlenerek karşılamak, dünyanın bin türlü kötülüğünü birkaç saatliğine de olsa unutup bir nefes alma fırsatı oluyorsa ne mutlu.

Şimdi üç şey dileyelim yeni yıl için; umut, barış ve aşk… Hayatın içindeki umudun kaynaklarını görebilelim. Direnenleri, dayanışanları, her koşulda elinden geleni yapanları, barışa sahip çıkıp uzakları yakın edenleri, yapacak bir şey yok sözcüğünü lügatinden çıkartıp denizde bir damla olanları, her gün yılmadan kıyıları dövenleri,  yenildik ama güzel yenildik diyenleri görebilelim. Siyasetçileri, komplo teorisyenlerini, bu memleketten bir şey olmaz diyenleri görmezden gelelim, insanlığa, kendimize inanalım, barış için elimizden geleni yapalım. Ve tabii aşk… Kapıdan çıktığımızda Arnavut kaldırımının ıslak taşlarının keskin renklerine şaşıralım, karşı binanın duvarını kaplayan sarmaşığın sarıdan kızıla dönmüş yapraklarının güzelliğine büyülenelim, bir bulut geçsin üstümüzden güneşin önünü açsın, şansımız varsa yaprakların üstündeki küçük su damlacıklarında gökkuşağını görelim. 

Gelenin gideni aratmayacağı, kurtulalım demeyeceğimiz bir yıla merhaba demek umuduyla, iyi yıllar...