YAZARLAR

İstanbullu yatıp ölsün mü?

Biz İstanbullular adeta bir saatli bomba üzerinde oturuyoruz. Ve anlaşılan yazmak, çizmek, uyarmak, korkutmak işe yaramıyor. Yerel ve merkezi yönetimleri bu konularda harekete geçmeye zorlamak, İstanbul’u ve Marmara’yı rantçı müteahhit yaklaşımından kurtarmak gerekiyor.

Sadece İstanbullu değil, Kuzey Anadolu Fay Hattı rotasına ilişik herkes yatıp ölsün mü?

Uzun zamandır yazmayı düşünüyordum, bugün Ahmet Ercan’ın “Artık İstanbullular yaşayan ölülerdir” başlıklı açıklamasını okuyunca kendimi tutamadım. Ercan, 2045 yılında gerçekleşeceğini söylediği bir deprem için bizi şimdiden yaşayan ölü ilan etmiş. Deprem için bu kadar net tarih vermesi hangi bilimsel veriye dayanıyor bilemem tabii ama ben bir İstanbul sakini olarak yeterlilik önergesi vermek istiyorum. Artık depremle ilgili iç karartıcı bir haber daha okumak istemiyorum. Artık kabus görmek, panik atak geçirmek istemiyorum. “Yaşayan ölü” olarak adlandırılmak da istemiyorum.

Korkuyorum, deprem sırasında mümkünse başka bir şehirde olmak istiyorum, ya da açık bir alanda. Enkaz altında kalacaksam da günlerce acı çekmektense depremin ilk anında ölmeyi tercih edebilirim.

Kaldı ki, sağ kaldığımda yaşayacaklarım da bir kabus olacak. Doğalgaz hatlarında yangınlar, enkaz altında kalanların yardım çığlıkları, hiçbir şey yapamamak, açlık, sefalet… Yakınınız ya da tanıdığınız, sevdiğiniz birçok kişinin sağ olup olmadığından endişe etmek ya da ölüm haberini almak da başka bir kabus sebebi.

Biz İstanbullular ve sözü geçen fay hattı üzerinde yaşayanlar adeta bir saatli bomba üzerinde oturuyoruz. Üstelik saatin ne zamana kurulduğunu da bilmiyoruz, dolayısıyla her an patlayabilecek bir bombadan söz ediyoruz.

Ve her gün bu bombayı bize hatırlatan bir açıklama ile güne başlıyoruz; İstanbul çok büyük bir deprem yaşayacak, çok bina çökecek, çok insan ölecek…

Deprembilimcilerimizin bilimsel sebeplerle uyarıda bulunmalarını anlıyorum ama her gün buna ilişkin bir açıklama ile medyada yer almalarının kendilerini medyatik ve popüler hissetmekle bir ilgisi olup olmadığını da sorguluyorum.

Sıradan bir İstanbullu olarak ne yapabiliriz? İşimiz, ailemiz, sevdiklerimiz bu şehirde. 20 milyon insan tersine bir göç yaşayamayacağına göre, konunun çözümü kaçmak değil.

Bize önerilen çözüme bakalım: Binayı yıkalım yenisini yapalım… Önce tüm bina sakinleri buna ikna edilsin. Sonra hangi müteahhit olacak karar verilsin. Sonra binalar yıkılsın, yenilerini yapmak için ev sahiplerinden para toplansın, aylarca hatta yıllarca binalar bitmesin. Siz o sırada alıştığınız çevreden ve yaşam standartlarından uzakta kirada yaşamaya çalışın. Yeni yapılan binanın depreme dayanıklılığını kimin kontrol ettiği de ayrı bir tartışma konusu.

Bu seçenek genel olarak depremin rantını yemek isteyenlerin ağzını sulandırdı zaten. Yani insan canını değil kendi cebini düşünenler bu işe kalkıştı.

İSTANBULLU DEPREM KONUSUNDA YALNIZ BIRAKILDI NE YAZIK Kİ

Emeklilerden oluşan bir bina düşünün, insanlar hangi parayla yeni bina için kaynak yaratacaklar, müteahhiti neye göre seçecekler, kime güvenip evlerini emanet edecekler? Yeni evlerinde yaşamak kısmet olacak mı? Alıştıkları çevreden kopmak ömürlerini ne kadar kısaltacak?

İnşaattan, müteahhitlikten hiç anlamayan, yasaları, yönetmelikleri bilmeyen insanlar bu konuda kendi kendilerine ne kadar çözüm üretebilirler? Bu konuda ulusal ve kentsel bir politika olmayınca bireysel çözümlerle ne kadar yol alınabilir?

İstanbul için deprem hazırlıkları diye internette bir arama yaptım. Genel olarak deprem anında çökmek, yaşam üçgeni kurmak ya da deprem çantası gibi “hazırlıklar” hem de koca koca devlet kurumları tarafından önerilmiş. Ev sakinlerinin doğalgazın, elektrik sigortasının nasıl kapatıldığını öğrenmeleri de öneriler arasında.

Böyle ilkokul düzeyinde bilgilerle depreme hazırlanmamız bekleniyor. Zemini, binanın çürüklüğünü, depremin büyüklüğünü her gün gözümüze sokan bilim insanlarının uyarılarına aldırmayalım, deprem çantamızı evde sürekli yanımızda taşıyalım, daha iyisi her odaya bir deprem çantası koyalım rahatlayalım.

5 Şubat depremlerinden sonra 1 mart 2023’te İstanbul Deprem Seferberlik Planı açıklanmış:

  • İstanbul ve bütün Marmara bölgesini depreme hazırlamak üzere bir ‘Marmara Deprem Konseyi’ kuralım.
  • Bakanlıklar, valilik, İBB, ilçe belediyeleri, ilgili sektörlerin meslek grupları, STK’lar ve üniversitelerle birlikte bir oluşum planlayalım. 
  • Hükümetin ve Marmara Bölgesi'ndeki tüm yerel yönetimlerin uzlaşmasıyla oluşacak bu saygın ve güçlü konseye, gerekli özerkliği ve uygun çalışma koşullarını sağlayalım. Onlar, bize ortak akılla bir yol haritası hazırlasınlar. 
  • Mühendisliğinden planlamasına, lojistiğinden sağlık stratejisine, sosyal alanda yapılması gerekenlerden yönetsel-hukuki boyutlara kadar her düzeyde yapılacak işler bilimsel yaklaşımla tanımlansın. 
  • Hangi kurumun ne düzeyde görev alacağını belirleyelim ve hızlı bir süreç işletelim. İstanbul ve Marmara deprem seferberliğini bilimsel, planlı ve kararlı adımlarla başlatalım.

Bu önerilerin hangisi hayata geçti diye merak edenimiz varsa hatırlatayım, bu toplantıdan 2.5 ay sonra genel seçim yapıldı, sonra yerel seçim hazırlıkları derken muhtemelen bunlar kimsenin umurunda olmadı. Zaten 17 Ağustos depreminin üzerinden yaklaşık 24 yıl sonra konu hâlâ yapılsın, edilsin, yol haritası belirlensin gibi bir yaklaşımla ele alınıyorsa hepimize geçmiş olsun.

17 Ağustos 1999’da İstanbul’daydım. TV8’de editör olarak çalışıyordum. Uzun süre hiçbir mekanda kendimi güvende hissetmediğim gibi, bölgede yaşananları da yerinde görüp haber yaptım. O sırada depreme nasıl hazırlanmalıyız konulu onlarca öneri paketi okuduk, izledik. Ama 12 Kasım’da Kaynaşlı’da deprem olduğunda ilk yaptığımız iş panikle dışarı fırlamak olmuştu. “Yapılması gerekenler” listesine dair hiçbir şey o anda aklımıza gelmemişti.

Yani mesele deprem çantasında değil, mesele güvenilir kurumların örgütlenip bireylere yol göstermesinde. Örneğin neden yerel yönetimler ya da merkezi yönetim bir müteahhit havuzu oluşturmuyor? Belli kriterlerle böyle bir bilgi bankası oluşturulsa, insanlar bütçelerine göre buradan tercihlerini yapsalar. Böylece hem yetkin bir firmayla çalışacaklarına hem de bu havuzu oluşturanların konunun takipçisi olacağına inansalar; güvenseler… Bu bina yenilemeleri için herkesin ödeyebileceği finansal kaynaklar sağlansa.

Hani Marmara’da beklenenden daha büyük depremler olduğunda “masadaki kitaplar yere düştü”, “iki avize sallandı”, “televizyon yerinden oynadı” gibi haberlerin yapıldığı, konuyu kökten çözmüş bir ülke var; Japonya. Eminiz Japon mühendislerin hem yeni binalar için hem de eski binaların güçlendirilmesi için çok uygun önerileri vardır. Uzun yıllar depremi önceden tahmin etmek için yapılan bilimsel çalışmalara kaynak ayıran Japonlar sonunda o kaynakları bina güvenliğine harcamanın doğru yatırım olduğuna karar vermişler. O yüzden de deprem olurken soğukkanlı bir şekilde masa üstündeki eşyalar dökülmesin diye önlem alıyorlar.

Ama tabii burası Türkiye. Herkesin çok konuştuğu, çok şikayet ettiği ama iş çözüm üretmeye gelince “komisyona havale” edip işin içinden sıyrıldığı bir ülke. Nasıl olsa kimseden hesap sorulmuyor, nasıl olsa günah keçisi seçilen birkaç müteahhit de az cezalarla işin içinden sıyrılıyor. Coğrafya kader, ölüm memleketin fıtratında var.

Görünen o ki, Türkiye ekonomisinin kalbi denilen İstanbul’un ve sanayinin merkezi Marmara’nın bir depremle alt üst olması kimsenin umurunda değil. Sadece bu bölgede yaşayanların değil tüm toplumun hayatını alt üst edebilecek bir deprem için bile yıllardır hiçbir şey yapılmıyor.

O zaman iş bize düşüyor. Yerel seçimler için fırsatı kaçırdık. Ve anlaşılan yazmak, çizmek, uyarmak, korkutmak işe yaramıyor. İstanbullular olarak, siyasetler üstü bir yaklaşımla deprem önlemleri için örgütlenmek, kendi kurtuluş planımızı yapmak, deprem sonrası için değil, deprem sırasında zarar görmemek için neler yapabileceğimizi saptamak ve yerel ve merkezi yönetimleri bu konularda harekete geçmeye zorlamak, İstanbul’u ve Marmara’yı rantçı müteahhit yaklaşımından kurtarmak gerekiyor.