YAZARLAR

Teokratik aklın ufak tefek taşları

Bekçi nasıl ki polis teşkilatında düşünülen dönüşümün bir aracıysa, yeni avukatlık tasarısı da yargı teşkilatında hedeflenen dönüşümün bir aracıdır. Hedef, statüsü belirsiz, niteliği törpülenmiş bir savunma teşkilatıdır. Belirsizlik, muğlaklık ve iktidara borçlu niteliksizlik, yeni Türkiye’nin kuruluşunun temel ilkeleridir.

Bir borcum vardı; bekçi meselesinde son yazı kalmıştı. Gecikme için özürlerimin kabulünü dileyerek başlayayım: Yetkileri iyice polisinkilere yaklaştırılmış bekçiliğe niye ihtiyaç duyuldu?

Durduk yere durdurup arama, kaynağını bilmediğimiz bir tipolojik eğitime göre kime isterse ona kimlik sorma, 'gel bakalım tosun' (GBT) diyerek istediğini canının çektiği kadar bekletme, suçlu suçsuz fark etmeden yakalama, evleri, sokakları, mahalleleri, evleri dikizleme yani afili deyimiyle istihbarat… Bir polisin yapabileceği her şeyi yapabilen bu asayiş figürü polis varken ne işe yarar? Köpekle insana mı saldıramaz? Yere yatırdığı şüphelinin sırtına basarak poz mu veremez? Üç hilalli tespih mi taşıyamaz? Kurt başı işaretini mi yapamaz? Devlet Bahçeli’den âlasını yapar. O zaman niye?

İKTİDARA BAĞLI ÖZEL BİRİM DEĞİL

“İktidara bağlı özel bir güvenlik birimi oluşturulacağı” minvalindeki tezler hiç açıklayıcı değil, polisin iktidara bağlı olmadığı gibi safça bir fikre yaslanmanın bizi götüreceği bir keşif yok.

Polise çok benziyorsa, polisle beraber asayiş bürokrasisinde yeni ve kalın bir tabaka oluşturuluyorsa, aslında yapılan hamlenin “bekçi” görüntüsü altında polis teşkilatına ilişkin bir hamle olduğunu kabul etmek gerekir. Bekçi statüsündeki belirsizlik ve muğlaklık, yeni bir silahlı güç oluşturulmasından çok polisin statüsünde hedeflenen bir değişikliği işaret ediyor esasen. Bu değişikliğin önemi de bizzat statüdeki belirsizlik ve muğlaklıktan kaynaklanıyor. Yetki ve görevde belirsizlik ve muğlaklığın, bir sorun değil bir hükümet etme tekniği olarak görüldüğünü de hatırlatarak. Bunu, bekçi alımındaki polise göre hayli aşağıya çekilmiş kriterlerle beraber düşünürsek, son on yıl içinde kademe kademe yürütülen ve 15 Temmuz sonrası “FETÖ’cüleri atıyoruz” meşrulaştırıcı klişesi eşliğinde son derece hızlandırılan yargıdaki dönüşümden ayrı ele alamayız bana göre.

İKTİDARA BORÇLU YENİ VASAT

Son dört yılın hakim-savcı atamalarına hakim olan mantık, bekçilikle beraber asayiş gücünün yeniden düzenlenmesine de hakim olan mantığı açıklıyor: İfa edilecek görevin yasal çerçevesini belirsizleştirerek, hukuki denetim imkanlarını ortadan kaldırarak, meslek alanındaki alışkanlık, görgü ve teamülleri, kısaca mesleki kültürel nitelikleri bu belirsizlik ve denetimsizliğe daha uygun hale getirmek.

Hakim savcı için bu doğrudan atamalarla yapıldı: Oradaki atamaların en önemli yönü, tıpkı bekçi meselesinde olduğu gibi, mesleğe giriş kriterlerini iyice düşürerek, iktidar partilerine doğrudan borçlu bir niteliksizliği mesleğin yeni vasatı haline getirmesiydi. (Burada sadece polis-yargı-barolar üçlüsündeki değişikliklerle ilgilendiğim için üstünde durmasam da elbette kanun hükmünde kararnamelerle akademide gidilen “mıntıka temizliği” de aynı mantığın ve yöntemin bilgi kurumlarındaki tezahürüydü.)

SAVUNMA STATÜSÜNÜN BELİRSİZLEŞTİRİLMESİ

Şimdi bu hamlenin üçüncü ayağı için çalışılıyor: Yargının üçüncü ayağının, iktidarın nüfuz etmekte hayli zorlandığı savunmanın da statü olarak belirsizleştirilmesi ve bu alanda da iktidara borçlu bir niteliksizliğin organize edilmesi. İki dönem İstanbul Barosu başkanlığı da yapan Yücel Sayman’ın da çok haklı biçimde işaret ettiği gibi barolar tartışması, meslek örgütlerine iktidarın talepleri doğrultusunda çeki düzen verme tartışması olarak kaldığı sürece işin önemini anlamak ve anlatmak zorlaşır, yapılmak istenen şey esasen yargıda atamalarla ve poliste bekçi tabakasının kalınlaştırılmasıyla yapılan şeyin devamı olarak yargının bütünüyle dönüştürülmesidir. Tasarının büyük savunucusu Metin Feyzioğlu’nun çocuktan al haberi isabetiyle ve Truva atı ferasetiyle söylediği gibi, her koşulda “devletine hiç düşünmeden bağlı” bir baro oluşturmak asıl hedef.

Bu üç işlem, yeni devletin genel karakteristiğini bir daha hatırlatıyor bize: Anayasaması ve yasaması iki kişinin (Recep Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli) iradesiyle, yürütmesi bu iradeye uygun iki kişinin öfkesi ve bilimiyle (Süleyman Soylu-Berat Albayrak) şekillenen, hukuku bu iradeye mutlak hizmet dışında hiçbir norma tabi olmayan polis tarafından yönetilen, temel anayasal ilkesi belirsizlik olan, tek etik ilkesi iktidarda kalmaya yönelik her şeyin meşru görüldüğü, küresel ekonomik güçlere tam teslim, içeride altta kalanın canı çıksın prensibine dayalı bir neoliberal hakanlık. Yerli ve milli olmasa tiranlık da diyebilirdik.

SEKÜLER HUKUKTAN TEOKRATİK HUKUKA

Manzaranın tamamlayıcı öğesi olarak ideolojik ton, bu hakanlığın gitmeyi murat ettiği yeri de bize gösteriyor: Son değişiklik girişimini, yani baroların baro olmaktan çıkarılmasını meşrulaştırmak için Ankara Barosu’nun Diyanet İşleri Başkanlığı’na yönelik eleştiri iktidarın ana bahanesi oldu. Erdoğan’ın sözleri: “Ülkemizde eğer İslam adına konuşması gereken biri varsa, bir kurum varsa Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Bu Ankara Barosu’nun yetkisinde olan bir konu değildir. Herkes haddini, yerini bilecektir.”

Bu açıklama, hukuki bir konunun teolojik, dahası teokratik bir merciye bağlanması fikrini kamilen açıklıyor. Açıklamayı bırakın eleştirmeyi, analiz etmeye bile girişmek, aynı merci için düşünülen statü gereği İslamofobi, kutsala dil uzatma, temel değerlerimiz aleyhine girişim olarak damgalanarak mücrimleştirilme riski taşıdığı için barolar tasarısına muhalefet eden kişi ve kurumlar (avukatlar, siyasetçiler, barolar ve partileri kast ediyorum) pek karşısında durmaya yönelmedi. Bu kavganın bir boyutu yargı kurumunun savunma pürüzünden temizlenmesi ise diğer boyutu Fatih Yaşlı’nın isabetle mütemadiyen tekrar ettiği gibi laiklik meselesidir, yani sekülerliktir. Cumhuriyet tarihinin laiklik uygulamalarının eleştirilecek yönlerini öne çıkarıp tartışmak belki bir yere kadar anlaşılır bir meseledir fakat laiklik ilkesinin tasfiyesini yeni rejimin ceza uygulamalarından korkarak, İslamofobi nutuklarının siyaseten kamusal destek (oy) kaybettireceği kaygısına yapışarak seyretmek “hukuk devleti” ilkesinin tasfiyesini seyretmekten başka ne sonuç verebilir ki? Hukuk tartışmasını “teolojik tartışma”ya çevirme girişimi dinlerin ya da kutsalların korunmasına ilişkin bir girişim değildir, esasen bu “İslamofobi”nin küresel pompası görevini de gören Huntington’cu paradigmayı tersinden de olsa kabul etmekten başka anlam taşımaz. Samuel bey en ufak bir haklılık payı taşıdığı için değil, tam tersine bu türden bir çatışmayı siyasetin göbeğine yerleştirme fikrinin sahibi olduğu için. Kültürde siyasal İslamcı, ekonomide neoliberal olmak ancak gericiliğin küresel kuramcılarından mistır Huntington’ın teklif ettiği çatışmayı yükseltmekle mümkün. Üstelik, bu çatışmacılığa karşı durmak sekülerlik gambitiyle de hiç mümkün olmaz. Cumhuriyetin (demokratik bir cumhuriyet perspektifiyle) eleştirilmesinden cumhuriyet fikrinden vazgeçilmesine ulaşılması neyse, laikliğin (daha demokratik bir sekülerlik perspektifiyle) eleştirilmesi ile laiklik fikrinden vazgeçilmesi odur. “Siyaseten uygun”culuk arayışı, siyasetsizliğin bir biçimidir.