Tırşıkçi sistem cinayetleri ya da Tahir Çetin ve Ali Faik İnter’e saygı
Kazada ölen iki işçinin mücadelesini verdiği “tazminat”, aslında bir “hukuki uyuşmazlık” meselesi değil, bir sömürü ve dolandırıcılık öyküsüdür. Öykünün özeti: Patronların avukatları, hakimleri ve siyasetçileri var, işçilerin yok.
İki işçi haberi vardı dün. Biri Adıyaman’dan, yani “rutin”den, yani kanıksanmış örgütlü kötülükten bir haber: Hani şu “Tırşıkçi kapitalizme son” sloganını atan Mehmet Efe Dündar’ın da dahil olduğu tütün eylemini yürütenlere sabahın seherinde “operasyon” yapıldı. Adıyaman’da çevre illerden “takviye kuvvet” gönderildi. Hak arayan işçi ve köylülere takviye kuvvet, kelepçe, “rutin” bir iş, tırşıkçi kapitalizmin tırşıkçi sisteminin rutini. Kanıksamış durumdayız, öyle olmasa başka yerlerden de ses gelir, gelmiyor.
İKİ İŞÇİ LİDERİ, İKİ İYİ İNSAN
Diğer haber ise ne yazık ki örgütlü kötülüklere karşı canla başla mücadele eden iki işçi liderinin bir trafik kazasında can verdiği haberi. Bağımsız Maden-İş’in başkanı Tahir Çetin ve sendika üyesi Ali Faik İnter, gasp edilmiş tazminat haklarını alabilmek için gittikleri Ankara’dan memleketleri Soma’ya dönerken meydana gelen kazada öldüler. Tahir Çetin’i madencilerin iki yıldır yürüttüğü hak mücadelesinden tanıyoruz. Aslında çiftçiymiş. Ülkeyi 19 yıldır yönetenlerin tarım politikaları çiftçilikle geçim imkanı bırakmayınca madenciliğe başlamış. Adıyaman’da şimdi süren kavganın odağındaki “tütün” meselesinden ötürü bırakmış çiftçiliği, 2004’te. “Cehennem deliği” niteliğindeki madenciliğin zorluklarına karşı örgütlenme mecburiyetini görerek sendikalı olmuş, zamanla sınıf liderine dönüşmüş bir mücadele insanı. 45 yaşındaydı. Üç çocuğu, kuzuları, tavşanları vardı. Bir de köpeği. İki yıl önce direniş çadırına gelmiş köpek, o da ayırmamış yanından bir daha, Onur Bütün’ün yazdığına göre adını da “Tazminat” koymuş.
Ali Faik İnter ise çok genç, 26 yaşındaydı. Fakat 2002 yılında, daha altı yaşındayken babası madende ölmüş, iş cinayeti. İşçi çocuğu ve muhtemelen işçi çocuk da. Ali Faik İnter yine madende iş makinası operatörü olarak çalışıyordu. “İşin fıtratı” daha çocukken yakasına yapışmış. “İşçisin sen işçi kal” şarkısı aynı zamanda “işçisin sen işçi öl” demekmiş, acı biçimde öğrendik. Ali Faik İnter, geçen yıl İzmir’de meydana gelen depremde arama-kurtarma çalışması yapan madenci ekibinde yer almış; sadece mesai arkadaşlarının hakları için değil, ülkedeki herkes için kaygılanan bir sınıf bilincinin insanıydı aynı zamanda. Ülkedeki kaç kişinin onun ve yoldaşlarının hakları için öyle canla başla koşturduğu sorusuna ise iyi bir cevap yok ne yazık ki.
PATRONUN AVUKATI, HAKİMİ, SİYASETÇİSİ ÇOK
“Yol kazası”nda canlarından olan iki işçi lideri de Adıyaman’daki gibi kanıksatılmış müdahalelere karşı mücadele ile geçirdiler son yıllarını. Tazminat meselesinin tarihi hayli eskiye gidiyor. İki yıldır sokaklarda, yollardaydılar. Niye? Haberlere bakarsak, “hak ettikleri tazminatlarını alamadıkları iddiasıyla.” Basit bir hukuki sorun, yani. İşte, patron çalıştırır çalıştırır, sonra bir gün iş biter (bazen dükkan kapanır, bazen işten atar) ama tazminatı vermez, çünkü çok avukatı vardır patronun, bir hukuki kulp uyduruverir onlar nasılsa.
Mahkemeye gitseniz hakkınızı teslim eden karar ya çıkar ya çıkmaz, hani gurbet ele gitmek gibi, ya gelinir ya gelinmez. Çünkü patronların sadece avukatları çok değildir, istedikleri yasaları çıkaran yasa koyucuları ve o yasaları istedikleri gibi uygulayan hakimleri de çoktur.
Her şey açıktır, çalışmış ve hakkınız olanı alamamışsınızdır. O zaman, der işçi, eylem yapalım, haklı olduğumuzu anlatalım, gösteri yapalım, Ankara’ya yürüyelim. Daha “kamusal alan”a atılan ilk adımda önüm arkam sağım solum polis. E patronların polisi, jandarması da çoktur. Her adımda işçinin karşısına çıkarlar, Adıyaman’da dün sabah çıktıkları gibi. “Öyle mi alay komutanı!” sözü, Bağımsız Maden İş’ten Kamil Kartal tarafından karşılarına çıkan jandarma komutanına söylenmişti mesela. Meydanda, caddede, sokakta, otoyolda adım adım icat edilen bütün engelleri aşar, Ankara’ya gelirsiniz. Siyasetin kalbine, üretimin ve paylaşımın kurallarını koyan, uygulayan, uygulatan, denetleyen kudret merkezine. Sonuç? Patronların sadece avukatı, polisi, jandarması çok değildir, siyasetçisi, müsteşarı, bakanı da çoktur. Bir madencinin, “Ben size oy verdim” lafına cevaben, “Bana ne, bana mı çalıştınız! Oy vermeseydin. Ben sizden oy mu istedim!” diyen siyasetçi (İktidar partisinin grup başkan vekili Mustafa Elitaş), patrona çalıştığını da ilan etmiş olmuyor muydu zaten? Siyasetin bir cevabı daha var: Size hakkınızı alacağınız düzenlemeyi yaparsak, başkaları için de emsal olur. Yani? Patronların böyle dalavereler yapmasını engelleyemeyiz, çünkü biz sizin değil onların siyasetçisiyiz. Hiç işçi lehine emsal mi olur?
'HAK ARAMA' DENİLEN ŞEY ASLINDA GASPA İTİRAZ
İşte bütün bu olan biten, medyada “hakları olan tazminatları alamadıkları iddiasıyla” klişesi eşliğinde anlatılır. Yahu ne tazminatı? Açık bir dolandırıcılık bu. Açık sömürüyü taçlandıran açık dolandırıcılık. İşin fıtratı budur: Açık sömürü, açık dolandırıcılık, açık gasp. Ama bundan ibaret değil, fıtrat lafının ilk zikredilme sebebinde olduğu gibi bir de açık cinayet var, hani “iş kazası” diyorlar. Maden göçer, baraj yıkılır, grizu patlar, iskele yıkılır, kazan devrilir, elektrik kaçak yapar, pres kafa ezer, çalışırken ya da işe gidip gelirken trafik kazası geçirirsin. Buna dün bir de “mücadele için yollardayken” geçirilen kaza eklendi. Herkesin tatlı uykusunda olduğu alacakaranlıkta, çalışma ve mücadele yorgunu işçilerin kaza yapmaması asıl “kaza” olurdu belki de. Bu kaza da iş cinayetleri başlığının altındaki kıyımlardan biridir esasen.
BİRAZ MİTOlOJİ: İNSAN ÇALIŞMAK İÇİN YARATILDI
Eski bir hikayeye göre insan “çalışması” için yaratılmıştır, tanrılara hizmet etmesi için. Millattan 1800 yıl önce kayıtlara geçen “Atrahasis/Yüce Bilginin Şiiri”ndeki mite göre dünyada önce sadece tanrılar vardı. Bu tanrılar iki sınıfa ayrılıyordu, sadece yiyip içen Anunnaku’lar ve onlara hizmet eden İgigu’lar:
“Tanrılar insanı (yarattığında?)
Sıkıcı bir iş yapıyorlardı ve çalışıyorlardı
İşleri çoktu,
Tatsız işleri ağır ve çabaları sonsuzdu
Zira büyük Anunnaku’lar İgigu’lara
Yedi kat tatsız işi zorla yaptırıyorlardı…”
Alt sınıf tanrılar, yani çalışmak zorunda olan tanrılar, bir gün (sebebi verilmez mitte) çalışmayı bırakırlar, yani greve giderler. Çalışmak zordur, başkasına çalışmak daha zordur, zorla çalışmak en zorudur, tanrı da olsanız bir dayanma sınırınız vardır demek ki. Grev üzerine yiyici tanrılar paniğe kapılır: Yiyici ya, yemesi gerek, e kim üretecek, kim getirip sunacak? Tanrıların en büyüğü Ea, boş yere baş tanrı olmadığını kanıtlar, yeni canlı yaratır. “İnsan.”
Başta işler yolunda gider, fakat gel keyfim gel günleri uzun sürmez, bu yeni tür çok hızlı ürer ve çok “gürültü” yapmaya başlar. Görgüsüz insan işte, hiç tanrıları rahatsız eder mi insan? Allah bilir ya müzik yapıyor, şarkı filan da söylüyorlardı. Mitler her şeyi kestirme anlattığı için bilmiyoruz ama muhtemelen ilk hizmetçiler “hak sahibi” olduklarından, yani grev yapabildiklerinden fazla gürültü yapmaları gerekmiyordu, bu ikinciler ise “tanrı” olmadıklarından bir hakka sahip değillerdi ve itirazlarını, isyanlarını, sıkıntılarını sadece gürültü yoluyla dile getiriyorlardı; tabii tanrıların duymak istemediği her şeye gürültü demesi de muhtemel.
Büyük tanrıların en büyüklerinden Enlil öfkelenir, karar: Gürültücüler yok edilecek. Tanrı bu, imkan çok elinde: Salgın, kuraklık, açlık… Fakat, o zaman kim hizmet edecek? Tanrılar konuşur anlaşır, yani siyasi uzlaşma çıkar: İcadın sahibi Ea, ürününü elden geçirme fikrini geliştirir. İnovasyon sadece Boğaziçi’ne atanan kayyıma değil tanrılara da lazım: Tufan başlatalım, çoğundan böyle kurtulalım. Gemiye alacaklarımıza da bazı yeni özellikler verelim, mesela bazı kadınlar kısır olsun, bazılarına doğurmak yasak olsun, bazıları zaten doğurmayı istemesin, çocuklar da ölebilsin, ömürleri de öyle çok uzun olmasın.
TANRILARIN BİYOPOLİTİKASI
Hasılı, bu mite göre tanrıların biyopolitikası neticesinde bugünkü “insan” ortaya çıktı. “Hepimiz aynı gemideyiz” lafı belki de o günlerden kalmadır, ama çalışanların tıkıştırıldığı gemide tanrılar yok tabii ki (onlar ve vekilleri lüks otellerde, saraylarda, yatlarda ve yat limanlarında) şairin dediği gibi, “gemimiz bir kara tabut/lumbarından giren ölür.”
Artık böyle zalim tanrılar yok, o nedenle insana zulmetme görevi de insana düşüyor. Çalışmaya mecbur olan milyonlara karşılık çalışmadan yaşayan küçük azınlıklar var. Azınlık, çoğunluğa lokmanı küçült türünden öğütler veriyor arada ama çoğu zaman öğüde ihtiyaç da yok, çoğunluğun lokması küçük zaten. O küçük lokma için dökülen alın terinin karşılığı olan ücret ve onun ayrılmaz bir parçası olan tazminat hakları öyle kolayından ulaşılacak şeyler değil. Öyle olsa Somalı madencilerin son iki yılı yoğun eylemlilik halinde geçen 15 yıllık mücadelesine gerek kalmazdı.
Tanrılar, insanı var ederken de tekrar yok ederken de, sonra sakatlarken de sadece kendi yaşam biçimleri ve yaşam planlarını gözetmişlerdi öykümüze göre; hiçbir aşamada insana yönelik duygusal ya da değer belirten bir ibare yok öyküde, öfkeyi saymazsak. Oysa öfkenin yeri ters olmalı, çalışmadan yaşayan tanrıların değil, çalışmadan yaşayamayan işçilerin öykülerinde olmalı öfke.
Öykümüz, bütün o süreç içinde insanın ruhuna, kalbine, kafasına, zihnine dair hiçbir alamet de vermez bize. Mitler kusursuz denilecek kadar acımasız olur, bu acımasızlık binlerce yıl anlam üretimine yaramalarının koşullarından biri belki de. Çalışmak için yaratılmış insan çalışacaktır, ölmeleri gerekirse öleceklerdir, o kadar.
Tırşıkçi sistem, mitlerin acımasızlığının işaret ettiği “tanrısallığı” üstüne almış görünüyor, mücadele edenlerin kaderine ilgisizlik bu acımasızlığı daha da keskinleştiriyor. Nutuk atmayı siyaset zannedenlerse o keskinleşen kılıcı bir de parlatıyor.
NOTLAR
1- Onur Bütün, Duvar’a konuk olarak iki yoldaşa ilişkin gözlemlerini kaleme aldı.
2- Osman Çaklı, iki proleter yoldaşın öyküsünü derledi.
3- Elitaş’ın cevabına ilişkin haber.
4- Mehmet Efe Dündar konuşuyor.
5- Mitolojik öykü için Jean Bottero’nun Dost Yayınlarından çıkan “Mezopotamya” ve “Eski Yakındoğu” kitapları ile Alexandre Heidel’in Ayraç Yayınlarından çıkan “Enûma Eliş” kitabından yararlandım.
6- Elbette, işçilerin de avukatları var. Ömürlerini işçi öğüten sömürü, dolandırıcılık ve gasp çarkına karşı mücadele ile geçirmiş çok hukukçu tanıyorum, Erbay Yucak’ın şahsında hepsine selam olsun. Ne var ki sistem onları kendi parçası değil düşmanı sayar, türlü çeşit yalnızlaştırma oyunlarıyla dayanışmalarının etkisini kırmaya uğraşır. Olmadı tutar hapse atar. Somalı işçilerin avukatlarından Selçuk Kozağaçlı bu nedenle tutsak mesela, Selçuk Kozağaçlı'ya da selam olsun.
7- Türkçe telaffuzu “tırşık” olan “tirşik” aslında çok güzel bir yemek. Etsiz türlü, adı da tadındaki hafif ekşilikten geliyor, “tirş” ekşi demek. Bu Kürtçe kelimeye Türkçe ek ile üretilmiş “Tirşikçî” kelimesi, bu yemeği sevene değil, güç sahiplerinin sofralarında kırıntı toplamakla uğraşanlara atfen söylenir. Türkçeye çevirecek olsak “yancı”, “asalak” ya da “otlakçı” gibilerinden karşılıklar seçerdik kullanıldığı yere göre. (Fırat Bulut yazmıştı) Adıyaman’da mücadeleci bir Kürt işçiden gelen “Tırşıkçi kapitalistlere hayır” sloganı, “tırşıkçı olmayan kapitalistlere evet” anlamına gelmiyor elbette, Türkiye’deki “kapitalistler”in yancı, otlakçı, asalak ve bizim bağlamımızdaki gaspçı karakterine özel vurgu taşıyor.
Teşekkür: Gazete Duvar beş yaşında 08 Ağustos 2021
2 Temmuz: Anayasa Mahkemesi sen merak etme, yedi yıl daha bekleriz 02 Temmuz 2021
Bahçeli’nin fermanı ve kahraman katillerin tarlası 23 Haziran 2021
Cinayet cephesi ve demokrasi cephesinin 'seçim'i 17 Haziran 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI