YAZARLAR

Bahçeli’nin fermanı ve kahraman katillerin tarlası

Bahçeli, padişahların mesir macunu serpmesi gibi dün bu zehri bir kere daha şifa olarak hepimizin üstüne serpti; hem de “katil kahraman”lar kütüğüne yeni bir isim daha çaktı.

Ultra milliyetçiliğin başbuğu, MHP lideri Devlet Bahçeli dün, yani 22 Haziran 2021’de hem bir cinayetin aydınlanmasını sağladı, hem de yenileri için ferman verdi. Ona göre İzmir’de HDP binasında katledilen Deniz Poyraz, dağa götürmek için militan toplayan bir milisti, yani katil Onur Gencer’in kurşunları sıkarken taşıdığı motivasyon devlet (Hem Bahçeli olan hem de bildiğimiz devlet) nezdinde yerden göğe haklıydı. Katilin, “Kimseye zarar vermedim, beni bırakın” lafıyla Bahçeli’nin nutku tamamen örtüşüyor; bu bakış açısına göre “devlet”in ideolojik şemalarına uymayan kişiler, birer hukuki kişi değildir, onları öldüren insan öldürmüş gibi olmaz. Hizmet etmiş olur.

Bu anlayışı çeşitli yönleriyle ele almak mümkün, ben bu yazıda aynı zamanda Sedat Peker vesilesiyle tartıştığımız meselenin biraz köklerine bakmak istiyorum.

PİSLİKLER GEÇİDİ: KUŞÇUBAŞI EŞREF, BAHATTİN ŞAKİR

"Kuşçubaşı Eşref'i bilir misin (…) doktor Bahattin Şakirleri bilir misin? Gel hepsinin hayatını sana aylarca anlatayım. Zenci Musa’nın da. Dava adamı.”

Bu lafları Sedat Peker, giriştiği gayrinizami tripodlu ifşa savaşındaki altıncı videoda Süleyman Soylu’ya hitaben söylemişti. Böylece doktor Bahattin ve Eşref’i kendi şeceresine yerleştirip, Soylu’nun “dava adamlığı”nın dışında bir yerlerde konumlandığına inanmamızı istiyordu. Soylu’nun “güvenlik konusunda tek bir makale dahi okumadan İçişleri Bakanlığı görevini kabul ettiğini” açıklaması buna bir tür cevaptı, o da işin esasının bilgide, görgüde, tecrübede değil bizzat kendi özünde taşıdığı bir kıymette yattığına inanmamızı istiyordu. Bu tuhaf asimetrik kavgada “pis” ve “temiz” kelimelerine bir tür ahlaki hijyen seti de eşlik ediyor. Peker bir yandan “pis” lafına çok alınmış gibi yaptı, öte yandan “pis”liği bilgisinin bir kaynağı olarak sunmayı ihmal etmedi. Öyle ya o (pis kişi) “bilmeyecek de cami imamı mı bilecek” bu (pis) işleri? Reddettiği “pis”lik kişisel pisliği, ama kabul ettiği “pis”lik ise devlet ile bağlantılı karanlık işlerin pisliği.

Bu ikinci anlamıyla “pis” lafı, Sedat Peker’in adını andığı (Sedat Peker’den önce bu ifşa işlerini neredeyse meslek edinmiş) Kuşçubaşı Eşref’in de benzer biçimde başvurduğu bir laf. Eşref, tarihçi Ziya Şakir’e yolladığı mektuplardan birinde, tarihçiye “komitecilik hayatından ve pisliklerinden malumat” vermeyi vaat eder. (Eşref/Kuşçubaşı’nın Alternatif Biyografisi, Polat Safi, Kronik Yayınları, Ekim 2020)

PİSLİĞİN DERYA OLDUĞU DÖNEM

Eşref’in bahsettiği bu “pislikler” (Peker gibi) kendi hayatının içinde yüzdüğü pislikleridir. Bir gayrimeşru kişidir o da, kanun kaçağı, komitacı, çete, gaspçı, soyguncu ve fakat aynı zamanda bir tür “kahraman”dır, İtalya’ya karşı savaşta, Balkan savaşlarında, Birinci Dünya Savaşı’nın değişik yerlerinde, 1915 karanlığında ve savaş bitince Ankara hükümeti emrinde görevler yapmıştır. Çoğu zaman çeteciliği, soygunculuğu, gaspçılığı ayrı, kahramanlığı ayrı da değildir, yüzünün bir yarısında negatif diğer yarısında pozitif sıfatlar aynı anda yer alır. Cumhuriyet kurulduğunda kovulmuşlardan olsa da ömrünün sonuna kadar kahramanlıklarının, hizmetlerinin, erdemlerinin ne kadar yüce olduğuna herkesi inandırmak için “onbinlerce sayfa” yazmıştır; bütün gayreti, “gayrinizami harp”çiliğindeki eşsiz başarılarının (paşa gönlünün soygunları, yani çöktüğü mallar dahil) kabulü, yani iade-i itibardır. Bahattin Şakir’in ise böyle ayrıntı suçları yoktur, İttihat Terakki’nin “sivil” kanadının önemli siyasetçisi olarak, 1915’in sorumlusudur: 1915’te Ermenilerin yok edilmesini kahramanlık olarak görenler için elbette saygın ecdat listesinin Talat ve Enver paşalardan sonraki sıralarındadır, soykırım olarak görenler için de (Halide Edip Adıvar’ın tanımıyla) bir kasap, bir kanlı katildir. Peker elbette bu isimleri anarken “kahraman”lık anlatılarına atıfta bulunuyordu, diğerleri ya hizmet ya da hizmet için gerekli ufak tefek suçlardır en fazla, işin ödülü gibi.

EŞKIYA ROMANTİZMİ, EŞKIYA GERÇEKLİĞİ

Türkiye’de türlü çeşit şekillerde devlet hizmetinde de bulunmuş eşkıya ve çete (sonradan ilave olan mafya) gibi gayrimeşru ve gayrinizami yapıların bugüne kadar hep canlı kalan “kahramanlık” iddialarının temeli Osmanlı’nın son ve cumhuriyetin ilk yıllarında atılır. Bu figürlerin bazılarının edebiyatta (popüler tarihçilik de dahil) “eşkıya romantizmi”ne de yol açacak biçimde “topluma yakın” ya da “toplumdan yana” görülmesi bir tür gelenek oluşturmuştur.

Eşkıya romantizmini Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’i yayınlandıktan birkaç yıl sonra çıkardığı ‘Rahmet Yolları Kesti’ ile açıktan eleştiren Kemal Tahir, bu ikinci geleneğin (ya da belki aynı geleneğin arka yüzünün) devlet veya değil ama mütegallibe ile bağlantılı yanını öne çıkarır. (Bu yazıda, İnce Memed figürünün dahil edilebileceği “sosyal eşkıya” geleneği bilinçli biçimde gözardı edilmiştir; çünkü bu yazı, devlet ve mütegallibe bağlantılı olanları anlamayı amaçlar) Kemal Tahir’in kitabı, İnce Memed’deki nefretlik ağalarının semirdiği düzenin, bizzat eşkıyalar aracılığı ya da desteği ile ayakta kaldığını hikâye eder. Kemal Tahir, işin en kökünde toplumsal ahlakı gördüğünü, tam anlatısına başlarken okumamızı istediği (André Maurois’dan) epigraf ile ortaya koyar:

“Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, ruhunda arta kalmış barbarlık duygusunun da baskısıyla, soyguncularına karşı hayranlık besler.”

ZAYIF DEVLET

Elbette konunun ahlaki boyutlarının, özellikle toplumsal ahlakla ilgili boyutlarının küçümsenmesi hiç mümkün değil fakat aynı zamanda mesele, bu ahlaki yetersizliği de üretecek biçimde, çetelerin, eşkıyaların, mafyaların bir yönetsel mekanizma olarak kullanılmasıyla yakından bağlantılıdır. İşin anahtarı şudur: Bu tür figürler alenen yapılamayacak karanlık işleri devlet ya da onu yönetenlerin nam ve hesaplarına karanlıkta yaparlar, bu tercih aynı zamanda “resmî” güçlerin de aynı yöntemlerle pis işleri yine karanlıkta yapması yolunu da beraberinde getirir. Karanlık makbul kabul edilince artık aydınlık suç olmaya başlar. Piramit ters döner, tıpkı Bahçeli’nin nutkundaki gibi, meşru politikayı yapan “öldürülecek”ler arasında görülür, katillerin adı hizmet defterine kaydedilir.

Tercihin üçüncü sonucu ise Kemal Tahir’in sözünü ettiği toplumsal ahlaki yozlaşmanın kapısının ardına kadar açılmasıdır: Kahraman, yarı kahraman bellenen bu figürlerin gördüğü devlet destekli saygınlık, sonraki dönemlerde de benzer kahramanlıklara soyunan tiplerin varlığını teşvik eder. (Deniz Poyraz’ın katili, doğrudan kimse tarafından yönlendirilmemiş olsa bile, sistemin onay verdiği yolda, sistemin hedef gösterdiği adrese kurşun sıkmıştır.) Bu tarihsel arka plan bizim bugün şahit olduğumuz figürlerin hem gücünü, hem özgüvenini hem de kamuoyu karşısında böbürlenerek duruşlarını izah eder.

Kemal Tahir, eşkıyalığı “devletin hastalığına” bağlar, yani ona göre eşkıya ile devletin iç içeliği söz konusu değildir, eşkıya devlete dışsaldır. “Eşkıyalık devri hükûmetin hasta olduğu sıradır. (…) Hükûmeti sıtma tuttuğu zaman eşkıya başkaldırır.” (Rahmet Yolları Kesti, s.22, İthaki Yayınları.)

Dünyanın her yerinde mafyanın varlığının bin türlü sebebi ve kaynağı olabilir elbette fakat Türkiye’de bu diğer sebep kaynakların tamamı devletin ve onu yönetenlerin (ya da yönetmek isteyenlerin) başvurduğu bu yöntemin arkasında sıralanır. “Mafya temizlenmesi”, yani bu yarı resmî, yarı meşru kirli şiddetin temizlenmesi, devletin daha sonra alacağı ve hukukla ilişkisinin temelini oluşturacak kararlara bağlıdır. Örneğin Devlet Bahçeli, dün bu kararlardan birini daha açıklamıştır. O nedenle mafyanın mevcut iktidarın kötü yönetiminin istenmeyen bir sonucu olduğu anlayışı tamamen hatalıdır, o bir hata değil tercihtir. Bazı dönemlerde “zorunlu” gibi görülse bile daima bir tercihtir. Yorgun Savaşçı’da Teğmen Faruk ile Cemil konuşurlarken laf Ethem, Demirci Efe ve “baldırıçıplaklar”a gelir. Cumhuriyet tarihinde “Millî Mücadele” ya da “Kurtuluş Savaşı” adlarıyla anlatılan döneme dairdir laflar: “Hepsinin asker kaçağı olması rastlantı değil... Benim şaştığım, bazı subay arkadaşların da, bu serserileri gerçekten yiğit saymaları.”

Kemal Tahir’in (roman) kahramanlarının bu konuşmasının devamı çok etkileyicidir: “Bir memlekette halkın kahraman anlayışı, eşkıyadan yukarı çıkamamışsa, o memlekette insanların çoğunluğu soyguna biraz yatkın demektir.” (Yorgun Savaşçı, s.468, Bilgi Yayınları)

Kemal Tahir, eşkıya romantizminin karşısına keskin bir gerçekçi gözle dikilse bile devlete ilişkin idealizmi “eşkıya”nın önce bir yönetim tercihi, ardından giderek bir yönetim unsuru oluşunu görmesini engeller. Ona göre bu gibi isimlere müracaat edilmesi imparatorluğun yıkılışının yol açtığı çaresizliktendi, yani “devletin hasta bir zamanı”nda olmasındandı. Oysa ki “eşkıya” bir hastalıkla bağlantılıysa bile bu devletin hastalığı değil, eşkıyayı şifa olarak görmesindendir. Bu şifa kabul edilen zehir, büyük oranda devleti takip eden topluma da bulaştıkça Kemal Tahir’in işaret ettiği “ahlaksız”lık kaçınılmazlaşır; vatan, millet, bayrak, din, iman lafları da aynı ahlaksızlığı örten ideolojik kumaşı örmeye devam eder.

İşte Bahçeli, padişahların mesir macunu serpmesi gibi dün bu zehri bir kere daha şifa olarak hepimizin üstüne serpti; hem de “katil kahraman”lar kütüğüne yeni bir isim daha çaktı.

--

Gündemin baş döndürücülüğünden hep araya bir şeyler giriyor, ama geç de olsa devam edeceğim, bu yazıda işaret edilen çeteciliğin NATO ile ilişkiye girilmesinden sonra aldığı hali ve bugünkü çeteleri daha iyi anlamamızı sağlayan 12 Eylül sonrası, özellikle 1984 sonrası dönüşümü anlamaya çalışarak.

NOTLAR

1)
Polat Safi’nin Eşref kitabı, bu karmaşık karakteri, hayatını neredeyse gün gün takip ederek yeniden kurgulayan bir çalışma. Kitap önerme hadsizliğimi bağışlarsanız, bugüne kadar yazılanlarda yer alan Eşref’ten bambaşka bir Eşref’i anlatan bu değerli kitabı okumakta çok fayda var derim. Elbette, benim alıntı ve yorumlarımın bütün sorumluluğu bana ait, bunlara yazarın hiç katılmaması şaşırtıcı olmaz.

2)
Devam eden kavgadaki iki meşrulaştırma tekniği, yani Peker’in tarihe ve soykütüğüne başvurusu ile Soylu’nun kendisinden önceyi tamamen sıfırlayışı, ikisinin de asıl hitap etmek istediği kitlenin ve liderin aynı olması nedeniyle hayli ilginç bir hal alıyor: İkisi de elbette bir yandan kamuoyunda inandırıcı olmayı hedefliyorsa da asıl olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı nutuklarının eksenine yerleştiriyor. Tabii şecereli ya da şeceresiz anlatımların meşruiyet için başvurduğu diğer ideolojik terim ve tanımlar tamamen ortak: Vatan. Millet. Namus. Şeref. Bayrak…

Peker şeceresine yerleştirdiği isimlerle Soylu’nun yönelttiği “gayrinizami saldırı” suçlamasına zaten baştan kabul ediyor ama Soylu’nun o şeceredeki değerlerden uzak olduğu iddiasına güveniyor. Soylu ise “nizami”liğinin ölçütü olarak, kendisinden menkul değerleri ve kendisine görevi teslim eden Cumhurbaşkanından başka hiçbir şeyi kabul etmiyor. Bu da hayli tuhaf bir manzaraya yol açıyor: Her şey sanki bir yeraltı karakteri ile bir İçişleri Bakanı değil de iki eş konumdaki kişi kamuoyunu bir şeylere ikna etmeye çalışıyor gibi ilerliyor. Sanki bir tür denge var, hatta Özışık kardeşler vakası peşinden gelen AA muhabirinin şaşırtıcı çıkışı ve sonuçları düşünülürse, Peker lehine bir gidişat var gibi; Soylu’nun (ve Ağar’ın) Peker’e karşı yalnız kaldığı duygusuna sahip oldukları kesin gibi. Üstelik, Erdoğan konuşana kadar bu manzarayı bozabilecek tek şey, Peker’in uzun lafların arasına sıkıştırdığı kısa kısa ifşaatındaki bir sürpriz ya da sürprizler olabilirdi. Peker bunu yaptı, fakat Cumhurbaşkanı’nın pozisyonunu netleştirmesi, gerilimi yeniden asimetrik görünümüne kavuşturdu. Peker aynı şekilde devam edecek mi? Meçhul. Malum olan tek şey var, Peker vesilesiyle pislik birçok alandan döküldü, dökülüyor.

3)
Ethem, Kemal Tahir’le paralel biçimde resmî anlatıda hainlikle suçlanmışsa ve Demirci Efe de iş birliği yaptığı “otoritelere” hayli zorluklar çıkarmışsa da bu iki figür dönemin (Topal Osman’la beraber) en ünlü gayrinizami figürleri olarak “devlet” lehine iş gördükleri sürece makbul kabul edilmişlerdir, keza Peker’in sözünü ettiği Bahattin Şakir ile Kuşçubaşı Eşref de öyle; ya pisliğin içinde icracı ya da pisliğin tasarımcısıdırlar. Topal Osman bir siyasal cinayet nedeniyle gözden düşüp öldürülmüşse de Osman’ın Koçgiri’de, daha öncesinde Pontus Rumlarına ve daha öncesinde de Ermeni soykırımında yaptıkları devletin kayıtlarında ve o kayıtlara yaslanan bugünkü ideolojik hafızada makbul kabul edilir. Son yerel seçimde iktidar partisi yetkilileri ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen İmamoğlu’nun Osman’ı paylaşamaması, Kemal Tahir’in inandığının aksine sorunun sadece “bazı subay arkadaşlar”da olmadığını çok iyi göstermişti.

4)
Kemal Tahir ne tuhaf adam yahu! Kızdıkça sevme, sevdikçe kızma tehlikesi var. Allah rahmet eylesin.