YAZARLAR

'Şahsım' olmanın tarihsel hafifliği

Devletin en üst temsil kurumu olan Cumhurbaşkanlığı makamında oturan kişi, egemenliğin simgesidir, reis midir? Siyasal partiler çete midir ki liderleri reis olsun? Ülke bir tekne midir ki dümendeki reis olsun? Ama işte her şey bir şahsa indirgenirse, o şahıs kendisini tıpkı feodal hükümdar gibi bütün ülke topraklarının sahibi sanmaya başlar.

Sözleri aklımdan çıkmıyor: “İngiltere, Fransa, Almanya ve Şahsım….” Takıldım. Adım adım kuruluşuna, şimdi de yürütülmesine içeriden, mağdurları olarak maruz bırakıldığımız sistem desen sistem değil, rejim desen rejim değil, bu acayipliği daha iyi tanımlayan bir cümle kurulamazdı. Sosyal medyada bolca makaraya alındı ama sözün gerçekliği öylesine çarpıcıydı ki pek öyle gülüp geçilecek bir yanı da yoktu. Dil sürçmesi yine anlaşılan, ama bütün benzerlerinde olduğu gibi içinden “gerçek” pörtleyiveriyor işte. Ele veriyor kendini söyleyen. Farkında bile olmadan…

Peki bu sürçmenin işaret ettiği o gerçek ne? O fazlasıyla “şahsıyla” alakalı. O nedenle hiçbirimize düşmez dile dökmek. Ancak “şahsa” dokunmadan, görebildiğim kadarını -ki eminim buzdağının ancak göze görünen kısmı bu- kendimce yorumlamak isterim. Çağrışımlarla düşünüyorum.

“Şahsım” sözünü ülke adlarıyla birlikte işitince ilk aklıma gelen çoğu kişinin aksine XIV. Louis’nin o meşhur sözü (L’état c’est moi/ Devlet benim) olmadı. Çok daha eskilere gitti zihnim. Feodal düzenin şahsileşmiş siyasi yapısını düşündüm. Anlatayım.

Feodal düzende hükümdar teorik olarak bütün mülkün sahibiydi, sadakatleri ve hizmetleri karşılığında himayesi altındaki feodal beylere sahibi olduğu mülkü imtiyaz olarak dağıtıyordu. Giderek her bey, kendisine imtiyaz olarak devredilen toprakları başka beylere dağıtarak kendi nüfuz alanını genişletmek yolunu seçti. Ayrıca topraklarını genişletmek, yeni ayrıcalıklar edinmek, siyasal konumlarını güçlendirmek isteyen beyler, kendilerinden daha güçlü beylere sadakat yeminiyle bağlanmayı, böylece onların himayesini elde etmeyi tercih ettiler. Feodal ilişki, dolayısıyla “şahsileşti”, sadece aynı beyin himayesinde olanların sayısında bir artış olmadı, aynı zamanda birden çok beye aynı anda sadakat yemini etmiş beyler de çoğaldı. Sadakat ilişkisinin kişiselliğini, kimi ahlak kodlarının ve gelenekten türeyen sözlü kuralların dışında pek sağlam bir kurumsal bir çerçeveye sahip olmadığını vurgulamak gerek.

Bunları niye anlatıyorum? Son zamanlarda AKP’nin iktidar etme tarzı üzerine düşündükçe, hukukun, hukuk devletinin yerini alan bütün o şahsileşmiş, karşılıklı çıkarlarla çerçevesi oluşmuş, birtakım sözlü, çıkar topluluğunun içsel davranış kodlarıyla şekillenmiş ilişkiler ağını, feodaliteyi betimleyen ilişki tarzına daha çok benzetiyorum. Ancak burada okuru uyarmalıyım. Feodal sözünü sıklıkla modernleşmeyi başaramamış, modernlik öncesi yapılara, oluşumlara ya da ilişkilere işaret etmek üzere kullanıyor kimi sol entelektüel çevreler. Benim niyetim bu çok bilindik tanımlamayı canlandırmak değil. Sadece devletin giderek nasıl şahsileştiğine işaret etmek istiyorum. Dolayısıyla Erdoğan’ın dil sürçmesi, hiç de tesadüf değil. Komik de değil.

Ahmet Şık’ın bir keresinde “mafya” olarak adlandırdığı iktidar, artık bildiğimiz tarzda, hukukun zemininde işlemiyor. Modern devletin kurumları, karşılıklı çıkar beklentileri üzerinden tanımlanmış kişisel sadakat ilişkilerine hizmet ettiği sürece korunuyor. Bu kurumlar, söz konusu kapalı ilişkiler ağını olduğundan farklı bir yapıya zorladığında ise iktidarda olmanın olanakları kullanılarak yok ediliyor. Biliyorsunuz “şahsım” aynı zamanda “reis”.

Devletin en üst temsil kurumu olan Cumhurbaşkanlığı makamında oturan kişi, egemenliğin simgesidir, reis midir? Siyasal partiler çete midir ki liderleri reis olsun? Ülke bir tekne midir ki dümendeki reis olsun? Ama işte her şey bir şahsa indirgenirse, o şahıs kendisini tıpkı feodal hükümdar gibi bütün ülke topraklarının sahibi sanmaya başlar. Bir karış toprağı bile kendi sadık bendeleri dışında kimse sahiplenmesin ister. Hatta kendi malı gibi gördüğü toprakların üzerinde yaşayan herkesin kendisine neredeyse doğuştan sadakat borcu olduğuna hükmedebilir.

Sonuç? Sonuç ortada… İngiltere, Fransa ve Almanya’nın devlet temsilcileriyle katıldıkları dörtlü zirvede devleti kendi kişiliğinde mas edip çökerttiği için artık ne yazık ki yalnızca kendini temsil edebilen “şahsım”…


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.