YAZARLAR

Gerçekle imtihanımız

Hâlâ bir düzen varsaymanın, bildiğimiz kurallar varmış gibi, örneğin; seçimleri dört gözle beklemenin bir nevrozdan ibaret olduğunu anlamamız gerekiyor. Gerçekle aramızdaki mesafe büyük, giderek de açılıyor. Ama biz gerçekliğine inanmak istediklerimize sımsıkı sarılmışız. Onların artık olmadığına inanamıyoruz.

1 Eylül, Türkiye’de Barış Günü olarak kutlanıyor. Kutlanıyor sözü yanıltıcı olmasın, kimsenin öyle tören yaptığı, fener alayları düzenleyerek Barış idealine inancını, mücadele için kararlılığını dünyaya haykırdığı filan yok. Kendi içinde bir türlü barışmamayı başaramamış, geçmişindeki savaşlarla övünen, erkek çocuklarına “Savaş” adını vermekte hiç sakınca görmeyen bir halkın Barış Gününü coşkuyla kutlamasını beklemek de abesle iştigal olurdu tabii. Bir Barış günü de sessiz sedasız geçti gitti işte. Üstelik o gün, ne tesadüftür ki, Barış talep ettikleri bir bildiri yayımladıkları, savaş suçuna ortak olmayacaklarını halka duyurdukları için bir grup akademisyenin kanun hükmündeki bir kararname ile işlerinden atılmalarının da yıldönümüydü. Barış gününde barış istedikleri için cezalandırılmışlardı.

Aynı gün, Adli Yıl başladı. Yargıtay’ın ODTÜ ormanlarının bir bölümü katledilerek yapılan “muhteşem (!)” binası da “dualarla” açıldı. İlk aklıma gelen, çoktan ölmüş olan Adalet’in cenaze merasimini yaptıkları oldu. Adaletin esamesi yalnızca mahkemelerde değil, gündelik hayatımızda birbirimize davranışlarımızda da okunmuyor artık. Ne olsa balık baştan kokarmış. Yargı sistemi çökünce, altında adalet idesi ezildi. 'Yargı sistemi adalet dağıtır' gibi bir yargıya safça inandığımı sanmayın bu sözümle. Bir idealin, kurallar vaz eden bir sistem eliyle, bir düzenleyici edimin sonucu olarak gerçekleşmeyeceği ortada. Egemenliğin ceza sistemi aracılığıyla inşasından adalet çıkmayabilir ama hiç değilse bunun bir düzeni var etmesi beklenir. Kuralların açık seçikliği, herkes için aynı sonucu vermesi toplumsal hayat içinde karşılıklı sınırlarımızı bilmemize, davranışlarımızı ona göre ayarlamamıza olanak verir. Bu çok basit düzen ilkesinin ihlali, adaletin yokluğundan önce kaosun belirsizliğini ve tekinsizliğini en yakın ihtimale çevirdiği, herkesin bir anda herkesin kurduna dönüştüğü bir çatışma ortamını körüklediği için tehlikelidir. Tek kişi için yasa çıkartan, istediği düzenlemeyi keyfine, çıkarlarının gereğine göre yapan, tek bir yasayı aynı gerekçeyle sayısız kere değiştirmekten geri durmayan bir iktidar, toplumsal düzenin bizatihi kendisini baltalamaktadır aslında. Sonunda elindeki kolluk güçlerine güvenmekten başka çare bırakmamaktadır kendisi için de. O nedenle böyle bir durumda, her şeyden önce, toplumsal sınırların giderek belirsizleşmesinden, “toplumsallık” nosyonunun giderek anlamsızlaşmasından, ortaklaşma beklentilerinin giderek sonuçsuz kalmasından, kısacası tam bir çözülmeden başka bir seçenek bırakılmadığını fark etmeliyiz.

Herkesin keyfîliği özgürlükle karıştırdığı, bencilliğin, yalnızlaşmanın, ıssızlığın bütün ilişkileri belirler hale geldiği, toplumun çözüldüğü bir ortam bu. Böylesi bir durum, umudu zedelediği için tehlikeli. Umut, ancak birlikte hareket edebilme olanağı varsa bir imkandır. Gerçekten de kimse kendisini aşan sorunlara yalnız başına çözüm bulamaz bence. Bana öyle geliyor ki hiç kimse bir diğerinin elini tutup derdini görmeden kendisi için bir gelecek planlayamaz. Geleceğimiz birbirimizin geleceğinden geçiyor. Bizi ortaklaşmalardan alıkoyan keyfiliğin, bencilliği kutsadığı, yalnızlığı dayattığı ölçüde açmazımızı da derinleştirdiğini düşünüyorum. Geleceğe olan inancın kaybı telafisiz. Umudun çok uzun zaman yeşermesini engelleyecek ölçüde telafisiz. Düzen varmış gibi yapmanın, bu yasa bolluğunda sınırları tanımlanabilir bir hukuksal düzenin çoktan yok edildiğinin farkına varmamanın, bu farkındalıkla hareket etmemenin bedeli çok büyük. Hâlâ bir düzen varsaymanın, bildiğimiz kurallar varmış gibi, örneğin; seçimleri dört gözle beklemenin bir nevrozdan ibaret olduğunu anlamamız gerekiyor. Gerçekle aramızdaki mesafe büyük, giderek de açılıyor. Ama biz gerçekliğine inanmak istediklerimize sımsıkı sarılmışız. Onların artık olmadığına inanamıyoruz. Türkiye’nin büyük bir devlet olduğuna, güçlü olduğuna, saygın olduğuna, bir sosyal devlet olduğuna, laik olduğuna, hukuk devleti olduğuna, hâlâ cumhuriyet olduğuna, hâlâ bir demokrasi olduğuna, hâlâ seçimlerin her derdimize deva olacağına dair bir ısrarımız var. Oysa olan bitenin gözünün içine bakmak, bu adlandırmaların artık hiçbir maddi karşılığının kalmadığını gösterecek. Ama işte gerçek zordur. Gerçeğe katlanmak zordur. Olmayanın gerçekliğine inanarak kendini kandırmak kolaydır. Oysa bu bir paradoks. Bunlara inandıkça harekete geçemiyoruz, harekete geçemedikçe bunlara inanmayı daha da çok istiyoruz. Sonuçta bu paradoksla boğuşurken geleceğimizi yok ediyoruz.

Bir an önce içinde bulunduğumuz bu sanrıdan kurtulacağımızı ummak istiyorum.


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.