YAZARLAR

Hep Eve

Kalbin bir evi, yolu, yuvası var. Hayat tam da bu yolun hüzünlü sevinçleri, molaları, duraklarıyla güzel. Hep yoldayken hep eve dönme rüyasının sağladığı müthiş imkân ve imkânsızlıklarla… Hep eve. Güzel bayramlar.

Koşarak bir ormandan çıkıp komşularının yüzme havuzlarının oluşturduğu nehri kendine yol edinerek tam ne kadar zamandır uzağında olduğundan emin olamadığımız evine dönmeye çalışan bir adam. Uğradığı havuzların her biri, hayat hikâyesinin bir basamağını oluşturuyor. Hikâye bu. İlk kez erken yaşlarda izlediğim “The Swimmer” filmi, insanın içinde yuvasını bulacak ıslak çakıl taşları yuvarlayan, rüyaların dilinden konuşan tuhaf atmosferiyle beni çok etkilemişti. John Cheever’ın aynı adlı öyküsünden uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda Frank Perry, Sydney Pollack var. Ana karakteri canlandıran Burt Lancaster’i galiba ilk bu filmle tanımıştım. Hem soru hem cevap olan yüzünden, hem irikıyım bir tipik Amerikalı’ya hem de sadece kendisine benzeyen o melez havasından etkilenmiştim. Yaklaşık eşit ölçülerde kentli ve köylüydü “Hem bıçaktı hem de yara.” “Anna Karenina”da hem Levin hem de bir miktar zorlamayla Kont Vronski rolünde düşünebilirdiniz. Hayal gücüne yer bırakan, yeterince içten ve babacan ama bir yanı ısrarla eksik, kırılgan, hep eve dönmenin yolunu arayan bir adam…

The Swimmer filminin afişi

O zamandan bu zamana o tuhaf rüya atmosferine, bıçak sırtı bir sürrealizme dayanırken eksiğiyle, fazlasıyla bizi öykü dünyasına inandıran anlatılara ayrı bir departman ayırdım, içimde.

Mircea Cartarescu’nun “Nostalji” adlı, “düşlerden, çılgınlık ve şiirsel cezbelerden” yapılma resimlerle örülü romanının aynı adlı bölümünün girişinde şöyle diyor:

“En vahşi renklerde korkunç şeyler görüyorum düşlerimde ve gerçek hayatta tanımadığım duyumsamaları yaşıyorum. Son yıllarda kimileri kramplar halinde dönüp her keresinde beni utanç, nefret ve yalnızlık boyunduruğuna sokan yüzlerce düşümü not ettim. Yazarın, anlattığı her düşle kuşkusuz, bir okuru kaybettiği söylenir, çünkü öyküde düşlerin anlatılması sıkıcıdır, kolaycılıktır, bir suretin suretini betimlemek modası geçmiş bir tarzdır, denir. Gerçekten, bir düşün diğer insanlar için de bir anlam taşıması enderdir. (…) Bir öyküye bir düşle başlamak istediğim için o kaçınılmaz kolaylık ve saflık suçlamasını bir şekilde önlemeyi yeğliyorum.”

Gerçekten de bir rüya/düş tarafından ayartılmayı sevdiğimiz kadar, rüyaların bizi sonunda eli boş bırakmasından da nefret ederiz, hayatta ve kurmacada. Sonunda “hepsi bir rüyaymış ya…”ya çıkan hikâyelerin izleyici ve okurda yarattığı “aldatılma” hissinin riski birçok senaryo kitabında belirtilir. Girilirken üç kere düşünülecek bir toptur bu. Yine de bambaşka tarzlarda da olsa bizi o dünyanın götürüp bıraktığı (ya da eksik bıraktığı) yere inandırdıkları için “The Swimmer” ve Denis Claire’in “High Life”ının yolu mesela, böyle büyülü bir noktada kesişiyor. Biri izlediğimiz hemen hiçbir uzay filmine benzemeden uzayda geçen, mitolojiden popüler türlere metinlerarası dansını büyük bir zarafetle ve özgünlükle tanımlayan bir film. Diğeri, bir yanıyla hayli dünyalı, dünyanın her yerinde benzerini bulabileceğimiz bir mekânda… Ortak tek noktaları, ikisinin de izleyiciyi ayartma lehine sömürülmemiş bir düş (ya da kabus) imkânı üzerinden, “eve dönmenin yolları”nı araması. Temel arayışlarımıza, kaygılarımıza, özlemlerimize seslenmeleri. Birbirine hiç benzemeyen bu uzaktan akraba iki film de, bu açıdan çok güçlü.

High Life filminden, Juliette Binoche

David Mamet’in “Film Yönetmek Üzerine” adlı incecik kitabının hikâye anlatmaya, senaryoya dair kısmı çok iyidir. “Filmin mekanik çalışması tıpkı düş mekaniğine benzer, sonuçta filmin olacağı da budur. Öyle değil mi? diye sorar Mamet kitapta. “Film sonuç olarak bir düş düzenidir,” der. “İnanılmaz bir şekilde çoğu Amerikan filmi izlenimci daha doğrusu kötü, zahmetli bir iş gerektirir. Gerçekten Platoon, Dumbo’dan daha az ya da çok gerçekçi değildir. Her ikisi de öyküsünü kendi çapında iyi anlatabilmişlerdir. Başka bir deyişle hepsi kurmacadır; sorun ise öykünün ne kadar iyi kurulmuş olduğudur.”

Hayat ve hikâye nehirlerinin en gerçek sorusuna geliyoruz burada. “Ne olduğu” değil, “nasıl olduğu/anlatıldığı” önemli. Giderek fragmanlara, her şeyin giriş bölümüne sıkışıp kaldığımız bir zamanda, anlatısallığı ve eve dönmenin yollarını özlüyoruz. Bütün yaşantılar ve hikâyeler bu iki temel kaygı üzerine kuruluyor. Yoldayız ve nereye varacağımızı bilmiyoruz, daha fenası varmak isteyip istemediğimizi bile, aslında. Burada, manzara denk geldiği için, kendimden alıntı yapacağım, öykü kitabım “Hayatta Kalma Rehberi”nden. “Buradan çıkarsam nereye gideceğimi hiç bilmiyorum. Manzara çok güzel.”

O kaçınılmaz, neredeyse marazi eve dönme imkânı ve imkânsızlığı hayatımın başlıca temalarından oldu. En sevdiğim şarkı sözü sorulursa genellikle “Open your heart, I’m coming home” derim. (Pink Floyd, “Hey You”.) Yine de çağımın her insanı gibi aslında eve dönmekte ve yerleşmekte de hiç acele etmediğimi biliyorum. Bu imkân ve imkânsızlıkla büyülendiğimi. Bir yandan hep dönebileceğim bir evimin olmasını isterken, tüm dünyanın ev olabilmesi yanılsamasının çekiciliğiyle… Dünya içindeki insanlar ve onlarla kurulan her hikâye de, biraz böyle.

Aslında bambaşka bir yazı yazacaktım. Geçen haftaki “Zümrüt Apartmanı” tartışmasının edebi devamı niteliğinde bir yazı yazmam gerekiyordu. Bayram günü bu tatsız konuyu deşmeyeyim daha da diye başka zamana erteledim. Yine de sonuç tam çıktığım yer olmadı. “The Swimmer”ın Ned Mirrel’ı gibi, metinlerden oluşan bir nehirden yüzerek bayram günü eve dönmeye çalıştım, “yuva”ya. Mehmet Said Aydın’ın bu yazısı bu ev/yuva meselesini ve neden hâlâ bayramlara ihtiyaç duyduğumuzu çok güzel anlatıyor.

Bu bayramda evimdeyim. Beş yıldır yaşadığım, kendi evimde, İstanbul’da. Tatilciler şehri büyük oranda terk etti, mahallenin kedileri beklenmedik alan genişlemesinden mutlu. Her yanda kediler, güller, adını bilmediğim türlü güzel çiçek, hatta çarkıfelek bile var. Çok yoğun ve “dışı seni içi beni” bir dönemin ardından, tatilimsi bir süreçte evimde kalmış olmaktan mutluyum, yine de “ev”imi özlüyorum. Ama evim dediğim yer, neresi?

Dudaklarımı ve göz güleçliğimi aynen aldığım amcam Devrim, beni bacaklarında sallıyordu. Bir yaşındaydım. Gün batımının son ışıkları kendinden yaprak desenli kalın yeşil perdeden sızıyordu. Çocukluğuma dair ilk anım bu. Bir buçuk yaşımdayken kötü bir haber geldi, amcam İstanbul’da vurulup ölmüştü. Sekiz aylıkken konuşmaya başladığım, aile arasında espriyle hep söylenir. O haber geldiğinde dilim tutulmuş, günlerce. Bunları hiç hatırlamıyorum. Bana esas öncesini hatırlamamın hiç mümkün olmadığı söyleniyor. Ama o oyuncul akşam üstünü, o “Tatlı Perşembe”yi çok net hatırlıyorum. Yapraklı, yeşil perdeli bir “ev” hissini…

Çocukluk evi. Babamla en uzun süre yaşadığımız ev. Sonra babamı, daha uzun süre bir süre gördüğüm bir başka ev. İki yıl, birkaç bayram olmuş gideli. Yetişkinlikte baba kaybı hiç öyle uzun uzun anlatılır bir şey değil. Yeterince vaktin olmuş. (Ama hiç de tam olmamış gibi geliyor insana. Uzun konuşulacak hiçbir şey, “daha vakit var” duygusuyla konuşulamamış…)

.

En eski anım yok, babam artık yok. Yine de “ev”imin şimdi yalnız başıma, çok da benimseyerek oturduğum güzel yer olduğuna emin değilim. İçinde daima bir ağaç gölgesinde “uyumayı” dilemiş babamın, vasiyeti üzerine kardeşiyle beraber defnedildiği yer mi evim? Bir ağacın altı mı, Nazım’ın çok sevdiğim “Salkım Söğüt”ü mü, bir film ya da roman mı, şu an bulunduğum yer mi, birinin kalbi mi, şöyle bir gördüğüm halde hâlâ özlediğim, dünyanın herhangi bir şehri mi?

Evimiz, neresi?

Galiba hepsi. Raymond Carver demiş. “Rüya, biliyorsun, uyandığın şeydir.” Hem rüyaya hem uyanmaya ihtiyacımız var. Varlığımızın esası, bu sık sık yastık iziyle, sıçrayarak devam ettiğimiz, tedirgin ama umutlu yol, bu sürgit eve varma hissi. Henrietta Rose-Innes’in “Yüz Kitap”tan çıkan leziz öykü kitabının adı gibi: “Hep Eve”. Yolculuk, oraya.

Kalbin bir evi, yolu, yuvası var. Hayat tam da bu yolun hüzünlü sevinçleri, molaları, duraklarıyla güzel. Hep yoldayken hep eve dönme rüyasının sağladığı müthiş imkân ve imkânsızlıklarla… Hep eve. Güzel bayramlar.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.