'Öldüm ama iyiyim' evreni, ortak acı ve sevinç yitimi, mavi şeyler
Toplumca çok zor bir dönemden geçiyoruz, her şey gösteriyor ki hayat daha da zorlaşacak ve karmaşıklaşacak. Hüznün de sevincin de mavi vadilerine varabilmemizin, 'öldük ama iyiyiz' diyebilmenin tek koşulu, yüzleşmeyi, sorumluluk almayı, bu sayede umudu ayakta tutabilmeyi ve sonuna kadar 'insan kalmayı' başarmak….
Sevmenin karşıtının nefret değil, artık sevmemek olması gibi, sevincin de karşıtı mutsuzluk değil, hissetmemektir. Günümüzün tüm popüler öğretileri “anda kalmak” kisvesi altında “andan kaçmayı” öğretiyor. Sadece “an”a değil, hafızanın tümüne iyiden iyiye montaj stüdyosu muamelesi yapılıyor. Tüm travmalara hızlı reçeteler yazılıyor. En dehşetli acı ve sarsıntıları taş çatlasın birkaç haftada atlatmanın yolları öğretiliyor. Tüm bunların sonucu da pürüzsüz bir mavilik olmuyor elbette. Yara bandından atamaz hale gelmiş kalpler ve giderek hissizleşen zombiler her yerde…
Hissedememek benim en büyük korkularımdan biridir. Bu nedenle gündelik endişe ve sıkıntılar haricinde öyle pek derin bir şey hissedemediğim günlerden sonra sadece sevinç değil dört başı mamur bir hüzün hissettiğimde de memnun olurum. Hissizlikten kesinlikle çok daha iyidir bu. Bilirim, kalbim atıyor!
Şöyle afili, lafını etmeye değecek bir hüznün bazı kıstasları vardır, öyle her göz nemlenmesine “hüzün” diyemezsiniz. Hüzün Hıdırellez dileği de değildir. Mesela gerçek bir hüzün anı yaşıyorsanız telefona sarılıp bir arkadaşınızla konuşmak, seri story paylaşmak, o duyguyu küçük küçük parçalara bölüp etrafa salmak istemezsiniz. Size aittir ve güzeldir.
Daha önce yazmıştım. Hüzün üç parçadan oluşur: Geçmiş, gelecek ve gelmeyecek. Buradaki geçmiş, kısmen de olsa muhafaza ettiğiniz, gelecek maalesef (ya da yerine göre ne iyi ki) öngöremediğinizdir. “Gelmeyecek” olansa esas sizsinizdir. Hüznün o noktasında bir başkasını ya da mesela önceden gelmesi fikri bile içinizi hop ettiren bir haberi beklemezsiniz, “siz evde yoksunuz”dur. İşte organik malzemeli, gönül emeği hüznünüz şimdi nefis kıvamına ulaşmıştır. O öğleden sonranın, “daha mutlu olamam” dediğiniz o anın ya da bir akşam üstünün resmine artık bir film mesafesinden bakabilirsiniz. His hala vardır ama filtrelenmiştir.
Hüznü bu biçimde yaşayabilmeniz için öncesinde gereken acıyı, hayal kırıklığını, insanın bir gün çok kararlı olup ertesi gün bambaşka bir ruh haline uyandığı o Sisifos döngülerini de yaşamanız gerekir. Bir hissin içinizden sökülerek alınması için dua etmeniz, kendinize zaman zaman çok kızmanız, daha sık da mesele her neyse onda payı olan başkalarına kızmanız, toplamda hayatın adaletsizliğine ve şeylerin olması gerektiği gibi olmamasına defalarca içinizden lanet okumanız gerekir. Üstelik kimsenin faydası olmaz. Dışarıdan bakıldığında pek çok yaşantı ufak bir cerrahi müdahaleyle ya da bir fotoğrafı ikiye bölecek bir makas marifetiyle kolayca “halledilebilir” görünür. Elbette çok benciller hatta hem bencil hem de arsızca müdahiller olduğu gibi aşırı empatikler, sizi sizden çok düşünenler de vardır ama sonuçta ateşin düştüğü yeri yakma prensibi değişmez. Orası yalnız başınıza yürüyeceğiniz yerdir ve sonunda bir gün hüznün o güzel vadisine varmak ödülünüzdür.
Elena Ferrante’nin muhteşem romanı “Karanlık Kız”/The Lost Daughter’dan Maggie Gyllenhaal’in aynı adla uyarlayıp yönettiği güzel filmin kadın kahramanı Leda’nın çarpıcı sözüne gelmişsinizdir: “Öldüm ama iyiyim”.
Filmin kadın karakteri Leda, yıllar önce yaşadığı bir bunalım sonucunda ve üstelik “aşk için” bir süreliğine çocuklarını terk etmiş bir annedir. Kadınların çocukları uğruna nice boyun eğme ve göz yummalarla sürdürülmüş büyük fedakârlık hikayeleri “makbul”dür sadece. Kendi "bencilce" hisleri ve açmazları nedeniyle çocuklarını bırakmış kadın, kadınların en lanetlisi olarak kodlanır. Leda elbette çocuklarına geri dönmüştür sonra ama bu yaptığının suçluluk hissiyle ancak çok uzun yıllar sonra çıktığı bir tatilde yüzleşebilir.
Bastırılmış ve ertelenmiş olan en beklenmedik zamanda geri dönebilir. Cenaze töreni gereğince yapılmamış her acı bir gün hortlayabilir. Dolayısıyla, kim ne derse desin, tıpkı sevinç gibi acıyı da gereğince karşılamak ve kaçmak yerine yüzleşmek, yüzleşmek, yüzleşmek gerekir. Aynada artık kendi yüzünüzü daha net görene dek. Herkes “nasıl iyi olunur” tavsiyeleri veriyor, bence en gerçekçisi: Önce kötü hissederek, acıyı yaşayarak. Elbette ki aynı esnada hayatı da, ama acının gerektirdiği mesaiden kaçmadan yaşayarak.
Bildiklerimizin en romantiği o olduğundan bu tür şeyler aşk ya da ayrılık acısını getiriyor sadece akla. O, geniş bir yelpazenin sadece bir parçası. O ana kadar mucize eseri bunu yaşamamışsa bile 35’ini devirmiş herkes farkına varsın varmasın türlü nedenlerle “ölmüş” ve sonra iyileşmiştir. Çok sevdiğiniz birini kaybettiğinizde tartışmasız olarak biraz ölürsünüz. Bunu olabildiğince atlattığınızda artık asla tam aynı kişi değilsinizdir. Hayatın sonluluğuyla, kendi ölümlüğünüzle de ilk elden yüzleşmişsinizdir. Ayrıca “ölmek bir daha görmemektir”, kesin ve çaresiz bir özlem bilgisiyle tanışırsınız. En şahanesinden en pespayesine ilk aşkların insanlarda genellikle daha travmatik izler bırakma nedeni de benzerdir: Vazgeçebilir olduğunu anlamak ve vazgeçilebilirlik duygusuyla tanışmak. Hayatın sürdüğünü, bir nevi yapboz olduğunu, değişebilen parçaların değiştiğini, kendi hikayenizde değişmesi imkânsız tek parçanın siz olduğunuzu görmek. Bu bilgileri nasıl kullanacağınız size kalmış. Bence kaybetmeyi öğrendikçe insanın yolculuğu gamsız veya yıkıcı bir çocuksuluktan daha az “harcama ve tüketmeye”, daha çok değer bilmeye doğru ilerlemeli. Elinizdeki tek sabit parça sizseniz kendi değerinizi de ancak başkalarına verdiğiniz değer ölçüsünde koruyabilirsiniz çünkü.
Bugün bambaşka şeylerden bahsedecektim. Mesela kadın voleybol takımımızın şampiyonluğundan, bunun neden “yerli ve milli” bir zafer olmanın çok ötesine geçtiğinden… Kız çocuklarının zorla babaları yaşlarında adamlarla evlendirildiği, bedenlerinin istismar edildiği, hayatlarının ve geleceklerinin gasp edildiği bir ülkedeki tartışmasız öneminden… Böyle bir ülkede öpüşen genç bir çift görünce ortalığı yıkan kadından… Bundan kısa süre sonra, iki yıldız üyesi Ebrar ve Vargas açık lezbiyenler olduğu için bu görünürlükle ne yapacağını bilemeyen, aklını oynatan bir muhafazakarlığın bir otobüste bir kadının “bu ülkeyi lezbiyen yapamayacaksınız!” histerisi şeklinde de ayrıca patlamasından. (Bu çok acayip vakalara bir başka yazımda değineceğim.) Ebrar’ın 23 yaşında sadece kimliğini inkâr etmeden yaşadığı, kendisi gibi olduğu için takımın başarısıyla beraber dozu da artan nice zorbalığa göğüs gerebilme gücünden… Döktüğü o gözyaşlarının gurur ve zafer duygusu kadar, son ana kadar zorbalığa direnmiş bir çocuğun sonunda salıverdiği acıyı da içermesinden… Bunları hissetmeden, fezaya yükselen o kadınlarla birlikte mutlu olmayı beceremeden, ortak sevinç duygusunu yitirirsek artık asla bir “toplum” olamayacağımızdan…
Ortak sevinç gibi ortak acı da toplum olmanın önemli bir parçası. Salt bu sene boyunca hayat bu toplumun üzerinden defalarca silindir gibi geçti. Çok yakın bir arkadaşımın depremlerden sonra stres ve üzüntü nedeniyle ağır bir zona geçirdiğini öğrenip şaşırdım. Kısa süren şaşkınlığımın nedeni çok güçlü bir kadın olmasındandı. Üstelik de çok yakınları deprem bölgesinde değildi ve şahsi hayatında da pek çok şey olabildiğince yolundaydı şükür. Hemen akabinde tam da bu nedenlerle “başkalarının büyük acısı”na bu denli konsantre olabildiğini anladım. Arkadaşım günlük hayatta da üstelik hiç karşılık beklemeden, karşıdan karşıya geçer gibi insanlara türlü konularda yardımcı olmayı, pratik çözümler bulmayı seven ve beceren, sorumluluk duygusu çok gelişmiş biriydi. Dolayısıyla pek az şey yapabildiğimiz, çoğunlukla oturup sadece izlediğimiz bu dehşetli acıdan gözlerini hiç kaçırmamıştı. Bu yoğun empati de bedensel bir karşılık bulmuş, onu hasta etmişti. Bu, güçsüzlük ya da bizdeki klasik anlamıyla duygusallık değil, başkalarının acısını ve hayatını gerçekten hissedebilecek kadar güçlü olmanın göstergesiydi. Yanan ormanlar karşısında gün batımı fotoğrafı çekemediğine hayıflanacak kadar bencilleşmiş ve hissizleşmiş olanların aksine, insandı.
Toplumca çok zor bir dönemden geçiyoruz, her şey gösteriyor ki hayat daha da zorlaşacak ve karmaşıklaşacak. Hüznün de sevincin de mavi vadilerine varabilmemizin, “öldük ama iyiyiz” diyebilmenin tek koşulu, yüzleşmeyi, sorumluluk almayı, bu sayede umudu ayakta tutabilmeyi ve sonuna kadar “insan kalmayı” başarmak….
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024
'Geleneksel eş' akımı, kirli pembe bir kafes olarak ev 04 Eylül 2024
Merhamet yorgunluğundan, umudu dürtmeye 20 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI