YAZARLAR

Çocuklar hariç

Ortada büyük güç, statü dengesizlikleri yoksa yetişkin insan ilişkilerindeki pek çok gri bölgenin anlaşılabilir yanları var. Ama sınırlar da, var. Bildik anlamda ahlâkın değil aklın ve vicdanın kolaylıkla çizebileceği sınırlar bunlar. Çocuklar ve ergenler arzunun çimentosuna asla dahil olmamalı. Çok kalın bir kırmızı çizgi var orada.

Abdullah Şevki, “Zümrüt Apartmanı” adlı kitabını bir “çirkin gerçekçilik denemesi” olarak değerlendiriyormuş. “Güzelini başardınız, çirkini kusur kaldı!” diyesim geliyor en hafifinden, bu zırvalamayı her gördüğümde. Kitaptaki günlerdir tartışılan, bir çocuğa yönelik cinsel istismarın failin gözünden anlatıldığı bölüm, çoğumuzun dünya gözüyle görebileceği en dehşet verici yazılı metinlerden biri.

Cinsellik, hayatımızda olduğu gibi, edebiyatımızda da sıkıntılı bir alan. Olağan, suç içermeyen yetişkin cinselliğine dair metinler bile her bakımdan hayli sınırlı. Cinselliğe bakış da aşka bakış gibi, büyük oranda: Ağır ağdalı bir bitmek bilmez erkek ergenliği hayli popüler bu alanda. Durum böyleyken çocuk istismarı, şiddet, taciz, tecavüz gibi hassas konular yeterince analitik okumalar yapmamış yazarlar tarafından ele alındığında zaten hayli sorunlu ve düz “pornografik” oluyor. Bilgi ve donanım da yeterli değil bu alanlarda kalem oynatmak için. Yeterli sorgulatıcı mesafeyi sağlayacak bir dil, anlatım gücü ve bakış açısı gerekiyor.

Abdullah Şevki’nin kitabı tüm bu açılardan olabilecek en korkunç noktada duruyor. Hadi yazılmış, basılmamalıydı bana göre de. Son günlerde sosyal medyada bu derece yaygın dolaşıma girmesi bu dehşetin ifşası ve tartışmaya açılması bakımından çok iyi oldu elbette. Yan etkilerinden biriyse böyle bir metnin ellinci altmışıncı baskısını kendi elimizle yapmamız oldu. Devamındaki süreçler, sansür tartışmaları ve konu/tema, öykü, öyküleme, dil, üslup ayırmaksızın çocuk istismarını konu edinen hemen her tür eserle ilgili hızla yakılan cadı kazanıysa başka bir mesele. Bunu daha sonra ayrıca yazacağım. Tartışmalarda konunun bazı yönlerine dair yaygın bir kafa karışıklığının sürdüğünü gözleyerek bu yazıda işin “edebiyatından” önce temel çerçevesine değinmek istiyorum.

Hayatı ve ilişkileri çok zorlaştırıp çirkinleştiren bir mesele var: İnsana özgü hemen her şeyin önüne katı yasaklar koyan ahlakçılıkla, bildik ahlakı reddediyor gibi görünse de onunla aynı damarlardan beslenen sözde özgürlükçülük biçimlerinin bazı bakımlardan aynı kapıya çıkabilmesi. Bir tarafta cinselliği ve duyguları baştan sakatlayan yasaklar dizgesi, öbür tarafta kendine her şeyi hak gören tuhaf bir hedonizm. Hegemonik erkeklik anlayışı, ikisinin ortak ve yanlış sorunu.

Bizimki gibi toplumlarda hele erkekler arzularını başlarına gelmiş bir tür kaza gibi icra etmeyi çok seviyorlar. Karşı koyamamıştır, nefsine yenilmiştir, o da insandır. Halbuki insan olmak başlığı altında övdüğümüz çoğu erdem karşı koyabilmekle, yapabileceklerini yapmamakla ama bastırdığı için değil, iyiyi, güzeli arzulayacak bir ruh ve gönül eğitimine, olgunluğuna sahip olduğu için yapmamakla daha ilgili.

Sözgelimi hayatta en az birkaç kez kendimi biriyle “reşit olmayan biriyle, 16-17 yaşında bir kızla neden birlikte olunmamalıdır?” konusunu tartışırken bulmuşumdur, hiç ummadığım kişilerle hem de! Nedenleri üzerine yeterince düşünülmediği için bu soruya kendi içinde doğru cevap verebilen erkek, göründüğünden daha az. İçten doğru verilmemiş cevaplar da riya biçiminde yansıyor çoğunlukla hayata.

Bir kısım erdem görünümlü duruş da riya ve cesaretsizlik bileşiminden kaynaklanıyor maalesef. Yetişkin, iyi eğitimli pek çok erkek reşit olmayan bir kızla birliktelikten “ne olur ne olmaz, duyulur da başıma bir iş gelir,” korkusuyla kaçınabilir. Tüm sadık adamlar da aynı nedenden sadık değildir. Aklında tilkiler cirit atsa da konfor alanını yitirmekten korktuğu için adım atmayan şişman ruhlar vardır.

Yine de çocuk yaşta kızları arzulamayan erkekler de az değildir. Eşini, sevgilisini gerçekten sevdiği ve aynı ayrıcalığı ona sağlamayacağı için başka bir kadına duyduğu arzuya balıklama atlamaktansa bununla en azından mücadele etmeyi tercih eden erkekler de vardır. Dünyanın hâlâ kısmen yaşanabilir bir yer olmasının bir kısmını da onlara borçluyuz. Niye bu kadar paye veriyorum “iyi erkeklik”e şimdi durup dururken? İnsanın ruhunun debisi büyük oranda elindeki herhangi bir gücü nasıl kullandığıyla ilgili de, ondan. Tarih, toplum, kültür işbirliğinin oluşturduğu dev bir örtbas düzeni erkeği gücünü (kötüye) kullanmaya koşullamışken bunu yapmayan bir adam kıymetlidir. Bu dünyada iyi erkekler de yaşar ve bir kısmı aslında pek gözüpek görünümlü kolpa hemcinslerinden ruhen daha cesurdur, bunu unutmayalım. Unutmayalım ki at izinin it izine kolayca karıştığı bu çağda standartlarımızı düşürmeyelim.

Bizlere “arzu” olarak öğretilmiş pek çok şeyin hamuru derin bir riya, habaset içeriyor. Sadece erkekler değil, maalesef kadınlar açısından da. Bunun bir kısmı insan ruhunun karmaşık, içinde yığınla çer çöp barındıran çimentosundan kaynaklanıyor, kaçınılmaz olarak. İnsanın kendi içindeki bu karmaşa, zıtlıklar yığınıyla başa çıkma gereksinimi olmasa büyük ihtimalle sanat da olmazdı. Azımsanamayacak kısmıysa toplumları bir bütün halinde tutmaya yarayan sistemlerin içerdiği baskı ve yasakların yarattığı ruh kirliliğinden geliyor. Tarih boyunca kadın ve erkeği erkek egemenliği lehine ayırmak, birbirinden uzak tutmak, yaşamın en önemli parçalarından biri olan cinselliğin en doğal biçimlerini bastırarak arzu bilgisini sakatlamak doğrultusunda yol çizen ahlakçılık, ahlaksızlığın başlıca kaynağı olmuş. Bastırılan arzular bir irin ve riya şelalesi hâlinde akmış.

Ortada büyük güç, statü dengesizlikleri yoksa yetişkin insan ilişkilerindeki pek çok gri bölgenin anlaşılabilir yanları var. Ama sınırlar da, var. Bildik anlamda ahlâkın değil aklın ve vicdanın kolaylıkla çizebileceği sınırlar bunlar. Çocuklar ve ergenler arzunun çimentosuna asla dahil olmamalı. Çok kalın bir kırmızı çizgi var orada.

Şevki’nin metni, bizde yaygın bir yanlışlıkla birbirinin yerine kullanılan hastalık/cinsel suç tanımlarının tartışılmasına da yol açtı. Berrin Sönmez’in yazısında bu ayrımın altını çizdiği kısımlar özellikle önemli. “Pedofili” tanımının uluorta bilinçsizce kullanımı hem suç alanına giren bir konuyu hastalığın kapsamına sürükleyerek suçu gözden gizliyor, hem de çok daha yaygın olan toplumsal arızayı.

Pedofili tıbbi tanı gerektiren bir hastalık olarak kabul ediliyor. Çok çarpık bir aşk/cinsellik bağıyla çocuklara yönelen bu insanlar bir özfarkındalık ve türlü sıkı denetim altında ancak, cinsel suç işlemeden yaşayabiliyorlar. Yani her biri birer potansiyel suçlu ama hayatlarının sonuna kadar bir çocuğa zarar vermemeyi başarmış pedofiller, az da olsa var. Öte yandan bu biçimde adlandırılan suçların da büyük kısmı pedofili değil, istismar kapsamına giriyor.

Bu konudaki tamamen şahsi görüşümü belirteceğim: Bana yetişkin bir erkek hele de kalıp halinde henüz reşit olmamış kızları arzuluyorsa, bunun başlıca nedeni 11 yaşındakiyle olmasının yasak olmasıymış gibi geliyor, günahı boynuma değil. Sırf konfor alanı delinmesin diye, korkusundan aldatmayan adam gibi, daha beteri. Ergenliği atlatmamış bir kız ya da erkek de, yaşına oranla ne denli olgun olursa olsun, bir yanıyla hâlâ çocuktur. Cinsel arzularının uyanmış olması, kendini büyük hissetmesi, duruma rıza göstermesi hiçbir şeyi değiştirmez bu nedenle. Bir cinselliği varsa da bunu yaşayacağı kişi bir yetişkin değildir.

Pis bir gençlik fetişiyle beraber “taze et” arzusu erkekler lehine sürekli pompalanıyor dünyada. Çocuk istismarı bizimki gibi cinselliğin çocukluktan beri belirgin bir yasaklar dizgesine hapsedildiği ülkelerde çok yaygın. Faillerin büyük kısmı tıbbi anlamda hasta falan değil, markette, pazarda her gün karşılaşabileceğimiz ‘normal’ erkekler! Bu yaygın suç, erkeğin nefes alan her şeyi (damacana örneğinden yola çıkarsak o bile şart değil) bir cinsel arzu nesnesi gibi görmesine duble yol açan çarpık erkeklik anlayışından kaynaklanıyor.

Bir yaşındaki bebekten, 70’indeki ihtiyara, sokaktaki hayvandan öz kızına herkese ve her şeye tecavüz etme potansiyeline sahip o iğrenç “şey”in adı hastalık değil. Bizde yaygın biçimde “erkeklik” olarak öğretilen, bu. Kızların çocuk yaşta evlendirilmesi destekleniyor, istismar örtbas ediliyor. Cinsel suçların faillerinin yaptıkları çoğu kez yanlarına kâr kalıyor, türlü ceza indiriminden yararlanıyorlar, hüküm giyip hapishaneye düştüklerinde en nihayet “benim karıma kızıma da yapar bu…” gibi aslen yine gayet ilkel bir ataerkil güdüyle, tecavüzle, linçle cezalandırıldıkları oluyor. Pek çoğu hiç ceza almadan yaşıyor ve dört duvar ardında her gün korkunç suçlar işliyor. Maalesef görece azınlık olan gerçek pedofillerden daha büyük sorunumuz erkekliğin kendisini bir tür sapkınlık olarak kuran bu anlayışın semirttiği, çocuklar başta tüm hayatı tehdit eden yaygın sapıklık.

Edebiyat, hayattan beslenir. Görece eğitimli, muhalif kesimlerde bile cinsellik büyük oranda hegemonik erkekliğin çizdiği riya alanlarının çağcıl ara formlarla kesiştiği bir tür blackout (karartma) biçiminde yaşanırken, söylenenlerle eylemler ve gerçek hayat tercihleri arasında büyük bir yarılma varken tüm bu konuların edebiyatta içerilmesi de sorunlu. Ama bunun köklü çözümü de kolaylıkla başka yerlere çekilip kötüye kullanılabilecek sansür ve yasaklama mekanizmalarından ziyade bu mayınlı alanlarla yüzleşmekten ve bunları derinlemesine ele alan iyi edebi metinlerin üretimini desteklemekten geçiyor bana göre.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.