YAZARLAR

Düğümler, fanteziler, gizemler

İdeolojik bir anlam alanına tutarlılığını veren şey nedir? Gösterenlerin istikrarsız olduğu, sürekli anlam kaymalarına meyilli olduğu bir durumda, bir ideoloji kendi tutarlılığını nasıl sürdürür? Ya da soruyu başka türlü sorarsak, bir söylem kendi ‘kararsızlık uğraklarıyla’ karşılaştığında söylemin bunları kuşatma biçimi bize ne söyler?

İslam çalışmaya başladığımdan beri, okuduğum kaynakların çoğunda bulunan, neredeyse yapısal bir özdeşlik biçiminde belirip duran birtakım ‘kararsızlık uğrakları’ çıkıyor önüme. Söylemin salınımlı ve mütereddit uğrakları biçiminde tanımlayabileceğim bir şey… Örneğin okuduğunuz çeviri bir kitapsa, tam da böylesi durumlarda mütercim dipnotlarla devreye giriyor; oluşabilecek kuşkuları dağıtmaya aday oluyor. Bir süredir bu mekanizmaları açığa çıkarmaya çalışan bir çalışmanın içerisindeyim; fakat bir yandan da İslamcıların tarih görüşü ile seküler olduğunu ileri sürenlerin tarih görüşü arasında pek bir farkın bulunmaması olgusunu da göz ardı ediyor değilim. “Faşizm, talihini biraz da, hasımlarının ilerleme adına onu tarihsel bir norm gibi görmelerine borçludur. Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın ‘hâlâ’ nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefi bir bakış değildir. Bu şaşkınlık bizi, herhangi bir bilgiye de götürmez, tek bir bilgi hariç tabii: Kaynağındaki tarih anlayışının iler tutar tarafının olmadığı” diyordu Walter Benjamin. Bu nedenle, maalesef pek çok yayınevi tarafından yayınlanmaya değer bulunmamış olan doktora tezimin dilbilim ve psikanaliz üzerine oluşundan da cesaret bularak, bu alanı bir söylem alanı olarak görmeye yöneldim. Daha genel düzeyde çalışabileceğini bildiğim iki temel soru yönelttim bu alana: İdeolojik bir anlam alanına tutarlılığını veren şey nedir? Gösterenlerin istikrarsız olduğu, sürekli anlam kaymalarına meyilli olduğu bir durumda, bir ideoloji kendi tutarlılığını nasıl sürdürür? Ya da soruyu başka türlü sorarsak, bir söylem kendi ‘kararsızlık uğraklarıyla’ karşılaştığında söylemin bunları kuşatma biçimi bize ne söyler? Böylelikle bir iş görme biçimini İslami söyleme özgülemek yerine genel söylem düzeyine taşıma olanağı doğmuş oluyordu.

Bu sorulara yanıt geliştirirken, biri Benjamin’den, diğeri Lacan’dan iki düşünce aygıtını oldukça kullanışlı bir biçimde işlevlendirmek mümkün. Benjamin, Brecht’in epik tiyatrosunun deneyimlerimizin gasp edilişini kırmayı hedeflediği görüşüyle, alttan alta bir tür teknokrasi eleştirisini de geliştirdiği bir pasajında, Brecht’in karakterlerinden biri olan Bay Keuner’in soğuk ve namuslu akılcılığının ne işe yaradığını sorarak şu yanıtı veriyor: “İnsanların önder, düşünür veya politikacı denen kişilere, onların kitaplarına ve nutuklarına hangi varsayımlarla bağlandıklarını kendilerinin görmelerini sağlamaya. Çünkü amacı bu varsayımları olabildiğince sarsmaktır. Bu varsayımlar demetini bir arada tutan bağ bir kez çözülmeyegörsün, hepsi dağılıp gider. Bu bağ, bir yerlerde her şeyin eksiksiz düşünüldüğüne ve bizim de buna bel bağlayabileceğimize duyulan kesin inançtır. Böylece görevleri olan ve bunun için para alan insanlar, bütün diğerleri için düşünürler ve işlerinin uzmanıdırlar; hiç durmaksızın geride kalmış kuşku ve belirsizlikleri temizlemekle meşguldürler.”

İkincisi ise Lacan’ın point de capiton kavramı. Birebir anlamı ‘döşeme düğmesi’dir. Örneğin yorganın içindeki yünün kaymasını, bir tarafa yığılırken bir başka tarafı boş bırakmasını engellemek için yapılan sabitleme noktalarına verilen isimdir. Bir döşeme düğmesi, bir yorganın içindeki malzemeyi sıkıca yerleştirir ve onun sağa sola kaymasını ya da bir köşede birikmesini engeller; Žižek bir point de capiton’un anlamın ideolojik bir yorgan içindeki kaymalarını durduran bir gösteren olduğunu ileri sürmektedir. Bir başka deyişle bir point de capiton ideolojik bir alana birliğini verir ve ona bir kimlik/özdeşlik sağlar. Ama yorgan bunu bilmez. Bu nedenle, benzetme anlamayı kolaylaştırsa da büsbütün uygun değildir; çünkü, Alenka Zupancic’in bir ifadesine biraz uyarlayarak başvuracak olursam, burada belirli bir simgesel sistemi kuran, fakat o sisteme entegre edilemeyen bir şeyler söz konusudur. Bu simgesel sistemin gerçeklik kurgusuna ancak bilinçdışı bir biçimde kaydolabilen bir şeyler…

Benjamin’in işaret ettiği figürlerin, aslında bir tür kolektif anksiyeteyi yatıştırmaya yönelik paternal bir izlekte yol aldıklarını söylemek mümkün. Bazen asabi bir baba figürü olarak, bazen de otoritesinden kesin emin bir babanın ‘yumuşak, okşayan’ sözleriyle devreye giren paternal bir metafordur söz konusu olan. Bir belirsizliğin üzerindeki kuşkuları gidermek, gölgeleri dağıtmak üzere devreye giren edim, her durumda bir bastırma edimidir ve yine Zupancic’in deyimiyle, tam da bilinçdışı kalmaya mahkûm kökensel bastırmanın yinelenen tekrarları durumundadır bu edimler. Bu düzeyde bastırma, kökensel bastırmanın ürettiği anksiyetik durum tarafından harekete geçirilen ikincil bastırmalar… Bu ikincil bastırmalar points de capiton etrafında döner ve söylem olarak örgütlenirler. Bu noktalar adeta simgesel evrenin karadelikleri gibidirler. Olay ufkunun ötesine geçme şansımız teorik olarak yok gibidir; en azından mevcut tekniklerimizle. Çünkü yorgana dışarıdan bakan Tanrısal gözlere sahip değiliz; bir şeylerle kaim olduğunu hisseden, ama sabitleme noktalarının dışsal bir bilgisine sahip olma imkânı bulunmayan tüycükleriz yorganın içindeki.

Zizek, simgesel evrenin tutarsızlık noktalarının üzerlerinin fanteziyle örtüldüğü, fantezinin de daima öteki hakkında olduğu çıkarsamasında bulunuyor; modern ırkçılığı da bu doğrultuda açıklamaya eğilim gösteriyordu. Kendi adıma ben, asli fantezinin sabitleme noktalarının bilgisine erişimimiz olduğu kanaatimizde saklı olduğu kanısındayım. Yine bana kalırsa bu -ister kişinin Tanrısal bir bakışı kendisine mal etmesi yoluyla gerçekleşsin, isterse de bütün mit ve büyüleri dağıttığını ileri süren sözüm ona seküler bir zihnin her şeyin ardındaki gerçeği görme iddiasında belirsin- bilinemez olanı bilme iddiasından kaynaklanıyor. Kaldırıp altına bakabileceğimiz bir Maya Perdesi yok. O halde belirli olguların ardındaki gerçekliği görme arzumuzun bizzat kendisi tam da o belirli olgulara bizim atfettiğimiz bir gizemden kaynaklanmaktadır. Gizemi bilme öznesi üretiyor, fakat bunu nesnesine doğru dışsallaştırarak, nesnenin ardındaki gizemi çözümlemeye çalışıyor gibi bir durum… Yani fark etmiyor; tek-benciliğimizden çıkamıyoruz; dünyayı önce efsunlayıp, dünyanın üzerine bir perde atıp ondan sonra görme eğilimimizden kurtulamıyoruz. Bu da kendimize dair bütün hakikatin bir Ötekinde olduğu biçiminde bir fantezi üretiyor. Öteki, yani bu dünyaya erişimimi engelleyen figür…

Çağdaş radikal İslamcılığı çözümlediğim bir sırada, eskiden Tanrı’nın (göksel Öteki) oturduğu bir yere artık yersel ötekinin oturduğunu düşünerek şu biçimde bir not almıştım: “Modern İslamcı, aslında kendi fantezisinin ürünü olan yeryüzü cennetine erişim bulamamamın sıkıntısıyla, bu cennetle arasına mesafe koymak üzere Tanrıya gider. Böylelikle lanetlemeye gücünün olmadığı bir dünyaya laneti yönlendirebilmek üzere yüzünü Tanrıya dönmektedir. Burada tetikleyici öğe yeryüzü cenneti imgesidir ve bu türlü bir arzu-nefret mekanizması içinde birincil ya da başlatıcı öğe Tanrı değildir. Bu yer dünyevi Öteki'ne tahsis edilmiştir, ama İslamcı özne bunu hem kendinden hem de başkalarından saklar.” Sanırım, hepimiz şu ya da bu oranda bunun tuzağına düşüyor, yine hepimiz kendimizden ve herkesten bunu saklamak üzere bütün söylemsel envanterimizi seferber ediyoruz. Belki de benim modern İslamcıda gördüğüm şey, çağdaş antropolojimizin ta kendisidir.