Demokrasiyi kendisine karşı korumak
Oedipus, bilmesindeki aşırılık jestini bilmemeye yöneldiğinde de tekrarlar; kendi gözlerini kör eder. Bu fazlalık, bu aşırılık dışarı atılmadan bir ‘site’ sembolik olarak mümkün değildir
İçerisinden bir diktatörlüğün çıkabileceği tek siyasal yapı demokrasidir. Bu konuda, siyaset ve siyaset bilimi dediğimiz şey ortaya çıktığından beri uyarılıyoruz aslında. Örneğin Foucault’nun yorumladığı haliyle Oedipus tragedyası, Oedipus kişilik tipinin bir devamı, uzantısı olarak sofist tipi hedef alışıyla Platon, kurucu şiddetin çeşitli biçimlerde ama özellikle de polis şiddeti biçiminde kurulu düzenin içine sızması sonucu ortaya çıkan yozlaşma fikriyle Benjamin, olağanüstü halin Batılı demokrasilerin temel yönetim paradigması halini almakta olduğu uyarısıyla Agamben vs…
Platon elbette bilgi ve ahlak alanındaki göreci görüşlerinden ötürü sofistlere karşıttı ve onların karşısına evrensel bir bilginin olanaklı olduğu düşüncesiyle çıkıyordu. Fakat elbette Platon’un düşüncesi sofistlerle girilmiş bir polemikten ibaret de değildi. Onun felsefi projesinin bir de siyasi mahiyeti vardı ki sofistlerle girilen tartışmanın anlamını da başkalaştırır bu mahiyet. Sofist hangi kişilik kategorisinin temsilcisi, tarihsel devamı ve sonudur? Foucault bu soruyu ‘tiran kişilik’ olarak yanıtlıyor. Dolayısıyla, ilk bakışta tekleştirici gibi görünen ‘evrensel bir bilgi’ fikri, gerçekte, tam da Tiran kişiliğin izleri boyunca yol alan bir bilme biçiminin karşısında bir demokrasi savunusuna dönüşüyordu.
Foucault da biraz bu zemine yaslanarak Oedipus tragedyasının birkaç yıl sonra Platoncu felsefe olacak olan şeye oldukça yakın olduğu görüşünü ileri sürecektir. Çünkü Oedipus da bir açıdan tiran kişiliği hedef almaktadır. “Bu Tiranca bilme, ne tanrıları ne insanları dinlemeden kendi gözleriyle görmek isteyenin bu bilgisi, tanrıların söylemiş olduğu ve halkın bildiği şeyin birbirine uymasını sağladığı için Oedipus böyle bir kişiliktir. Oedipus, istemeden, tanrıların kehaneti ile insanların belleği arasında birlik oluşturmayı başarır. …Oedipus, tiranca iktidarıyla çok fazla şey yapabiliyor, yalnız bilgisinde çok şey biliyordu. Bu aşırılıkta, hâlâ annesinin eşiydi ve oğullarının kardeşi. Oedipus, fazlalığın adamıdır, her şeyde aşırı olan insandır.”
Öyle ki Oedipus, bilmesindeki aşırılık jestini bilmemeye yöneldiğinde de tekrarlar; kendi gözlerini kör eder. Bu fazlalık, bu aşırılık dışarı atılmadan bir ‘site’ sembolik olarak mümkün değildir. Zaten düşünceye bir geometrik uzam sunan, ona bir site veren kişi de Platon olacaktır ki bu Foucault’nun ileri sürdüğü devamlılığı destekler niteliktedir.
Bu aşırılık jesti, felsefi ifadesini Protagoras’ın “İnsan her şeyin ölçütüdür; var olanların var olmalarının, var olmayanların var olmamalarının” önermesinde bulacaktı. Doğru ya da yanlış olması bir kenara, bu önermenin siyasal-toplumsal sonuçları vardır. Protagoras bu önermeyi tür olarak insanı düşünmek suretiyle değil, bilginin öznel ve göreli olduğu görüşüyle dile getiriyordu. Bunun pratik sahadaki olası sonuçlarından biri bir sürü ‘ölçüt’ (insan çokluğu) arasındaki bir ortaklık alanını iptal etmesi; dolayısıyla da “siyasal olanı” imha etmesiyken, bir diğer sonucu da içimizden birinin çıkıp da başka herkesin ölçütünün kendisi olduğunu ileri sürmesi, hatta bunu gerçekleştirebilmesi olasılığıdır. Aşırılık bakımından Oedipus’u aratmıyor ve her iki aşırılığın sonucu da ‘siyasal olanın’ yok olmasıdır. Dolayısıyla Platon’un (ve ondan önce de Sokrates’in) felsefesinin varlık-bilimsel ya da bilgi-kuramsal olmaktan önce siyasal olduğunu ileri süreceğim. O, demokrasiyi, bizzat kendi içinde taşıdığı dağılma ya da tekleşme potansiyellerine karşı savunuyordu; yani aslında demokrasi her şeyden önce, kendisine karşı korunması gereken bir şeydi (Çok tartışıyoruz bunu; ama Berhan Platon’da ölçüt olarak devreye giren şeyin dinsel niteliğine de vurgu yapıyor). Bu savunma olmazsa demokrasi ya dağılıp gider ya da diktatörlüğe dönüşür. Dünya tarihi de bizlere diktatörlüğün yolunun hep demokratik aygıtlardan geçtiğini öğretiyor zaten.
Platon’un her iki aşırılığını da bir tür ‘istisna’ durumu olarak okumak da mümkün. Yine ilginçtir, bu türlü siyaset teorileri de ‘istisnanın’ hayatın normali halini almış olduğu zamanlarda beliriyorlar. Platon, en azından teorik çözümü, mutlak rasyonalitenin mükemmelliği ile bu dünyanın dağınıklığı arasındaki pürüzlü mekânı bir ortaklık alanı olarak tasavvur etmekte bulmuştu. Evrensel bir bilgi ya da hakikat fikri, insanları sınırlayacak, insanlar da bu sınırlanmışlık içerisinde diyalog halinde olabileceklerdi. Gerçek bir diyalogu mümkün kılan da bu pürüzlü zemindi. Ortaklığımızın zemini… Siyasalın zemini…