YAZARLAR

Opera görmüş bir Osmanlı

Çelebi, Marsilya’da Paris’e giderken çok yerden geçiyor (çoğu nehir üzerinde) ve son derece ayrıntılı gözlemler yapıyor. Bu gözlemlerde bir özenme ya da kötüleme çabası yok kesinlikle. Ancak bazı yer ve konulara dair şaşkınlığını (ve görünen o ki biraz da takdir ve gıptayı!) gizleyemediği gerçek.

Günümüz Türkiye’sinde (nam-ı diğer Yeni Türkiye!) en sık tanık olunan ‘heveslerden’ biri, Osmanlılık! Kuşkusuz derli toplu tarih bilincinden kaynaklanan bir merak değil bu. Daha ziyade yeni rejimin, var olduğunu iddia ettiği davasına ‘yakıt’ niteliğinde. Aslına bakılırsa, ‘büyüklük’ histerisinden mustarip benzer rejimlerin başvurduğu bir yöntem, ‘geçmişe’ ve o geçmişin ‘yüceliğine’ atıf. Zira o atıf bir gelecek vaadi içeriyor. Bu yüzdendir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler ‘Şam’da namaz kılmaktan bu denli rahat söz edebildiler. Aslında bizim olan ancak kahrolası emperyalistlerin oyunları nedeniyle yitirdiğimiz ve yine bizim olması gereken topraklar. Fetih şart değil, abiliğimizi, koruyucu kanatlarımızı kabullenseler o da yeter. Dünya değişmiş, o bölgenin bir abilik beklentisi yokmuş, artık bir imparatorluk değilmişsin; bunların bir önemi yok söz konusu tahayyül açısından.

Yeni rejimin, geçmişe dönük ‘yüceltme’ ve oradan bugüne dönük bir ‘kâr’ elde etme çabasını yaşamın her alanında gözlemlemek mümkün. Hâlâ en güçlü propaganda ve ‘eğitim’ aracı olan TV’lerde çok izlenen ve tabii yöneticiler tarafından önerilen diziler, konusu tarih olanlar. Tahmin edilebileceği gibi içeriklerinin ‘gerçek’ tarihle pek bir ilgisi yok ve aslında olmasına gerek de yok! Nihayetinde bir eğlencelikten söz ediyoruz. Buna mukabil, azımsanmayacak bir yurttaş kesimi o eğlencelik ürünleri ciddi birer tarih dersi sayarak seyrediyor. Yalnızca diziler olsa! Küçük muhafazakâr semtlerde her köşe başında Osmanlı dönemini çağrıştıran bir şeyler var. Eskiden olduğu gibi yalnızca ramazan ayında değil. Geleneksel kıyafetler tedarik eden fotoğrafçılar örneğin, pıtrak gibi çoğalmış durumda. Dolmuşların önemlice bir kısmında Osmanlı sembolleri var. Nargile kahvelerinin varlığı da bununla ilgili. Yeni Türkiye’nin işsiz güçsüz tosunlarının (yani ‘yurt dışına göç’ tartışmalarının konusu olmayanların!) popüler toplanma mekânlarından, nargileciler.

Osmanlı, nargilecilerde zaman geçiren ya da ellerinde tencere kapaklarıyla Kuruluş Ertuğrul seyredip dizi bitince aşka gelerek pompalı tüfekleriyle poz veren heyecanlı yurttaşın sandığı gibi bir devlet değildi kuşkusuz. Olumlu anlamda da, olumsuz anlamda da! Çok uzun süre var olmayı başarmış, geniş bir coğrafyaya yayılmış koskoca imparatorluk. Doğuşunun da, büyümesinin de, duraklamasının da, çöküşünün de anlaşılabilir nesnel/tarihsel gerekçeleri var. Osmanlı, dünya değişirken o değişimi çok geç fark ettiği, fark etmesinin çok zor olacağı bir işleyişe/yapıya sahip olduğu, Batı’daki gelişmelerin hiçbirini deneyimlemediği, Batı’da o gelişmelerin hem nedeni hem sonucu olan bir sınıfın, ‘burjuvazinin’ doğup gelişmesi için gerekli koşullara sahip olmadığı için sona erdi. Trenin kaçmakta olduğunu anlayınca hiç olmazsa vagonlardan birine tutunmak için hayli çaba sergiledi ancak bu çaba, bir yandan modernleşmesini sağlarken diğer yandan yarı sömürgeye dönüşmesine neden oldu. 18'inci yüzyılın sonunda III. Selim işlerin ters gittiğini görüp ‘meşveret’ yöntemini başlatmaya, askeri alanda yenileşmeye (bunun sonunda canından oldu!) giriştiğinde, İngiltere’de burjuvazi, parlamento eliyle egemenliğini ilan edeli çok olmuştu.

Bugün size hatırlatmayı deneyeceğim kitap, işte o yüzyılın başlarına dair. 18'inci yüzyılın ilk çeyreğinde, yukarıda andığım trenin yol aldığının anlaşılmasıyla başlayan ‘anlama’ denemelerinden biri. Muhtemelen çoğunuz okumuştur ama ola ki henüz tanışmayan varsa, umuyorum benim kadar zevkle okur! Kitabın adı, “Paris’te bir Osmanlı Sefiri- Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa Seyahatnamesi.” Hakikaten hiç kolay olmayan bu yayını hazırlayan, Şevket Rado. Elimdeki nüsha, Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan çıkan sekizinci baskı.

Paris'te Bir Osmanlı Sefiri Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin Fransa Seyahatnamesi, Haz: Şevket Rado, Türkiye İş Bankası Yayınları, 99 syf, 2010

Mehmet Çelebi’nin “Yirmisekiz” lakabıyla anılmasının nedeni, Yeniçeri Ocağı’nın 28'inci Ortasına (28'inci Tabur) yazılmış olması. 1720 yılında sultan III. Ahmet tarafından Fransa’ya büyükelçi olarak gönderiliyor. Kalabalık maiyetle gerçekleşen bu seyahat Türkiye’ye matbaacılığın gelişinde esin kaynağı olduğu gibi (Fransa’ya götürdüğü oğlu Said Efendi’nin çabalarıyla 1727’de kurulan), Önsöz yazan Şevket Rado’un sözcükleriyle, “...Çelebi’nin Fransa seyahatini anlatan sefaretnamesi 18'inci yüzyılın başında Türk edebiyatını süsleyen, güzel olduğu kadar öğretici eserlerden biridir.”

Çelebi, Marsilya’da Paris’e giderken çok yerden geçiyor (çoğu nehir üzerinde) ve son derece ayrıntılı gözlemler yapıyor. Bu gözlemlerde bir özenme ya da kötüleme çabası yok kesinlikle. Ancak bazı yer ve konulara dair şaşkınlığını (ve görünen o ki biraz da takdir ve gıptayı!) gizleyemediği gerçek. Tanık olduğu hemen her şey, o esnada Osmanlı’ya yabancı. Rado, Çelebi’nin satırlarına sinmiş ruh halini son derece adil özetlemiş: “En güzel tarafı da... Çelebi’nin önüne çıkan bütün yenilikler, Türkiye’de eşi olmayan gösterişli eserler karşısındaki ağırbaşlılığını muhafaza etmesi, bunları yapılabilir şeyler olarak sadece takdirle karşılamasıdır... Çelebi bu seyahatte gördüğü yenilikleri memleketine duyurmakla vazifeli aklı başında bir Türk’ün ruh haleti içindedir... O kadar ki, kendisini en fazla tesir altında bırakan, hayatında ilk defa gördüğü opera bile onu fazla şaşırtmış değildir.”

Malumunuz III. Ahmet, Lale Devri (1718-1730) sultanı. Batı’ya açılma zorunluluğunun hissedilmeye başlandığı, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın bu yöndeki çabalarının bedelini canıyla ödediği (Patrona Halil) yıllar. Batı’da feodalizmin çöktüğü; ‘yeni’ ticaretin ‘yeni’ pazarlara olan gereksinimi ortaya çıkardığı, ticaret yapılan mekânların kurulduğu kasabaların (bourg) cazibe merkezi haline geldiği, o ‘bourg’larda yaşayan ‘bourgeoisise’nin kralların merkantilist siyasetlerinin etkisiyle palazlanıp yönetimlere hâkim olmaya başladığı, yani monarşilerle birlikte feodaliteye boyun eğdiren burjuvazinin artık o monarşilerle mücadeleye giriştiği, iki küsur yüzyıl öncesinde yayılmaya başlayan ‘Reform’ ve ‘Rönesans’ akımlarının meyvelerini verdiği, Roma Kilisesi’nin epeyce güç kaybettiği, doğa bilimlerinin büyük gelişme kaydettiği, coğrafi keşiflerin ticaret yollarını değiştirdiği (burjuvazinin dünyaya açıldığı) ve sonucunda dünya servetinin Batı’ya akmaya başladığı uzun bir süreç bu.

Gelişmelere direnen, akıntıya karşı kürek çekmeye çabalayan bir aristokrasi/monarşinin olduğu ve Etats Généraux’un (temsil organı) yüz küsur yıldır toplantıya davet edilmediği (1614’ten beri!) Fransa’da ‘devrime’ bir insan ömrü kalmış; İngiltere’de parlamento (burjuvazi) egemenliğini ilan etmiş, Amerika’da sayıları artan koloniler giderek güçleniyor ve anavatan İngiltere ile çatışıp bir federal devlet kurmalarına yarım asır var. Rusya’da ise Çar I. Petro Osmanlı’nın yaklaşık yüz yıl sonra girişeceği ‘modernleşme’ macerasına başlamış. Düşünce tarihine yön verenlerden Montesquieu’nun gençlik yılları, liberal düşüncenin babası Locke dünyadan göçüp gideli çeyrek asır geçmemiş, Aydınlanma’nın sembol ismi Voltaire henüz çok genç ve ürün vermeye başlamış, Rousseau ise henüz çocuk yaşta. Fakat çocuk deyip geçmeyin, Mehmet Çelebi’nin Fransa’ya gittiği esnada kral olan XV'inci Louis yalnızca 11 yaşında! Meşhur, ‘Çocuk Kral.’

Ezcümle, müthiş bir dönem Batı için ve orada her ne oluyorsa Osmanlı’da olmamasının/olamamasının kaçınılmaz biçimde imparatorluğun çöküşünü hazırladığı yıllar. Çelebi’nin Fransa’ya gönderildiği, 1720 senesi...

7 Ekim 1720’de yola çıkıyor Çelebi ve 21 Kasım’da Tulon'a (Toulon) varıyor. Sonrası, Paris’e dek sürekli ve ayrıntılı gözlemlerle heyecan verici bir yolculuk. Bir Osmanlı’nın Batı’ya, Batı’nın Osmanlı’ya bakışı. Hatta, ilk kez bir Osmanlı gören kimi Fransızların hâli. Çelebi bir yandan yolu, nehirleri, köprü ve tünelleri anlatırken, diğer yandan toplumsal ilişkiler ve insan davranışlarına dair tespitler yapıyor. Örneğin kadınlara gösterilen ‘itibar’ ilk dikkatini çeken konulardan biri: “Fransa memleketinde kadınların itibarı erkeklerden üstün olmağla istedikleri ne ise, işlerler ve murad ettikleri yere giderler. En âlâ beyzade, en düşkününe haddinden fazla riayet ve hürmet ederler; ol vilayetlerde hükümleri câridir.”

Seyahat notları; Toulouse ve Bordeaux şehirleri, şehirlerdeki kaleler, nehir hareketlerine dair verilen bilgiler, gezilen yerlerdeki eşya ve resimler, özellikle büyük tablolar (“Bir oda ki, baştan başa peri yüzlü kızlarla resimlendirilmiş.”), saatlerin görkemi ve güzelliği, Paris’te ramazan ayı, kendilerine yönelik iltifat ve merak, Kral’ın huzuruna kabul aşamalarıyla sürüyor. Çocuk Kral XV'inci Louis ile karşılaşma ve sonraki anlar, betimlemeler hayli matrak! Bir av partisine de katıldığı Kral ile şakalaşma anı (“Lalasıyle bizi görünce tahtından inüp bize doğru döndü, buluştuk. Ayak üzerinde birçok dostane sözler söyleştik, latifeler ettik.”) ve Louis’nin mareşali ‘Merşal’in Kral’ın güzelliğiyle ilgili ısrarlı sözleri, hem gülümsetiyor hem de monarşinin nasıl bir yönetim biçimi (ya da nelere yol açabilecek!) olduğuna dair fikir veriyor:

“Lala Merşal, ‘Kralımızın güzelliğine ne dersiz?’ diye sual eyledi. ‘Maşallah’ dedik. ‘Henüz on bir yaşında dört aylıktır. Şimdi bu boyu posu ile hiç güzel olmaz mı? Hem saçları da takma değildir, bakın?’ deyu kralı tutup arkasın çevirdi. Biz dahi saçlarına yapışıp ohşadık. ‘Yürüyüşü dahi güzeldir. Şöyle yürüyünüz, görsünler,’ dedi. Kral dahi Divanhane ortasına değin yürüyüp yine avdet eyledi. ‘Daha süratli hareket eyle, koştuğumuzu görsünler!’ dedi. Kral dahi tekrar koşarak tekrar Divanhane ortasına varıncaya seyirtip avdet eyledi. Merşal: ‘Beğendiniz mi?’ deyu sual eyledi. Biz dahi: ‘Barekallah’ deyu cevab eyledik.”

Harika değil mi?!

Başlıktaki opera, bir başka güzel hatıra. Çelebi, duyduğu ama hiç seyretmediği operaya gidişini ve ilk kez gördüğü sahnelemeyi öyle betimliyor ki, anlatmakla olacak gibi değil hakikaten, okumanız gerekir. “Bunun aslı bir hikâyeyi canlı göstermek,” ifadesiyle başlayıp şöyle bitiriyor:

“Sözün kısası, ol kadar şaşılacak şeyler gösterdiler ki, tâbiri kabil değildir. Gök gürlemeleri ve şimşekeler gösterdiler. Görülmedikçe inanılmayacak kadar acaiplikler ve gariplikler temâşâ olundu. Hele aşk hallerini öylesine gösterüp icra ettiler ki, gerek padişahın ve gerek kızın ve gerek kralzadenin tavır ve hareketlerine bakıldıkça insanın acıyacağı gelirdi.”

Mehmet Çelebi, Kıbrıs valiliği yaparken vefat etmiştir ve mezarı Mağusa’da, (Sinan Paşa Camii olarak bilinen) Buğday Camii yanındadır.

Bu incecik ve hayli zengin kitabı okumanızı öneririm. 18'inci yüzyıl Osmanlısı, Fransa'sı, insan ve toplum manzaraları hakkında gayet güzel fikir veriyor. Günümüz Yeni Osmanlıcılarının, belli açılardan Osmanlı’nın hayli gerisinde oluşunu düşündürmesi ise, trajik kuşkusuz!


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.