YAZARLAR

İktidar Gezi’yi neden unutamıyor?

Hareket başladığı gibi aniden sönümlenmişken, üzerinden de bunca zaman geçmişken iktidar Gezi’yi neden unutamıyor? Hıncı, nefreti neden bitmiyor? Üstelik ortada Gezi’ye benzer gerçek bir toplumsal muhalefetin uyanmakta olduğuna dair herhangi bir işaret yokken, neden yeniden neden şimdi Gezi?

Fotoğraf: Özgür Demren

İktidar beş buçuk yıldır kurtulamadığı Gezi kabusunu, korkusunu, 17-25 Aralık’ın yıl dönümü yaklaşırken yeniden canlandırıyor. Yerel seçimlerin yaklaşmakta oluşunun yanı sıra, ülkede artık gizlenemez biçimde büyüyen çok boyutlu kriz de iktidarın Gezi kabusunun geri dönmesine zemin hazırlıyor. İktidarın kendi kırılganlığıyla gerçek anlamda yüzleştiği Gezi’yi yeniden yaşama kabusu, sıkı polisiye önlemlerle halk üzerindeki baskısını artırmasında iyice görünür oluyor. Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder’in hapis cezalarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin tahliye kararına karşı bir hamle olarak jet hızıyla onanması ve elbette Gezi’yi bahane ederek o sırada adları öne çıkan muhalifler hakkında beş buçuk yıl sonra ardı ardına yakalama kararı çıkartılması baskının artacağının habercileri.

Hareket başladığı gibi aniden sönümlenmişken, üzerinden de bunca zaman geçmişken iktidar Gezi’yi neden unutamıyor? Hıncı, nefreti neden bitmiyor? Üstelik ortada Gezi’ye benzer gerçek bir toplumsal muhalefetin uyanmakta olduğuna dair herhangi bir işaret yokken, neden yeniden neden şimdi Gezi?

Bu soruların cevabı bence Gezi’nin Türkiye’nin toplumsal hareketler tarihinde az rastlanır türden bir politik moment oluşunda gizli. Bununla ne demek istiyorum? Açayım. Bunun için, daha önce de ismini andığım bir kuramcıdan, Jacques Rancière’den yararlanacağım. Herhangi bir anın politik bir potansiyel taşıyabilmesini birbirine karşıt iki mantığın karşılaşmasında görüyor Rancière. Benim Gezi ile görüşümü şekillendiren de aşağı yukarı düşünürün bahsettiği tarzda bir karşılaşmanın, çatışmanın, hareketin ortaya çıktığı andan başlayarak bitimine kadar, üstelik ardında izini bırakarak yaşanmış olduğu fikri. Bu iki mantıktan biri devleti, devlet aygıtlarının kontrolünü elinde tutan iktidarın uygulamalarını tanımlayan düzenleyici bir çerçevede işliyor. İkincisi ise halktan gelen talepler alanına işaret eden, bu alanı tanımlayan eşitlikçi bir işleyişe sahip. İlkine polisiye mantık, ikincisine eşitlik mantığı diyelim. İşte politik moment, birbirleriyle çatışık bu iki mantığın karşılaşmalarından doğuyor.

Peki bir momentin, anın politik olduğu çıkarsamasına kaynaklık eden özelliği ne olabilir? Buna da şöyle cevap verebilirim: O politik dediğimiz karşılaşma anı öyle bir andır ki burada polisiye mantığa, polisiye düzenlemelere hasım olan, aktif bir eşitlik süreci olarak politikanın ortaya çıkışına tanık oluruz. Eşitlik taleplerinin çoğaldığı, bu taleplerle politikanın yeniden tanımlandığı, eşitlik mantığının işe koşulduğu süreçlerin başlaması için bir olanağın görünür olduğu bir andır bu an. Polisiye mantığın taşıyıcısı için tehlike de tam burada başlar. İktidarın kabusu, polisiye düzenin ne kadar kırılgan olduğunun, gelip geçiciliğinin hiçbir örtüyle gizlenemez, kuşkuya yer bırakmaz biçimde ortaya çıkmasıyla başlar.

Gezi, halkı bir politik özne olarak yeniden hatırlamamızı sağlamıştı. Halkın, aşina olduğumuz politika evrenindeki adı var kendi yok halinden aktif bir eşitlik talebinin gerçek bir politik öznesine dönüşebilme potansiyeli görünür hale gelmişti. Buradaki eşitlik, herkesin dağılımdan, paylaşımdan hakkı olan kadarını alma talebiydi. Mekanın, üretimden kaynaklanan artı değerin bölüşümünden adil pay talebiydi bir başka deyişle. Polisiye düzenin iktidarı düzenleyen, rızayı inşa eden, toplum içinde yerleri ve rolleri dağıtan mantığını dağıtan gerçek bir talepti bu. İktidarın Gezi Parkı’na dair planları, bu düzenleyici mantığın nasıl işlemekte olduğunun bir örneğiydi. Pek çok başka icraatla birleştiğinde eşitlik süreçlerini dışlayan bu mantık, kendi karşıtının güçlü taleplerle ortaya çıkışına zemin hazırladı. Politikayı eşitlik süreci olarak dayatan bu talepler, işte bu düzenleyici mantığın kırılganlığını göstermişti. İktidar, yerinin hiç de düşündüğü kadar sağlam olmadığını apaçık anlamıştı. Korkutucu olan buydu, hala da bu... Aradan geçen yıllara rağmen iktidarın Gezi kabusundan bir türlü kurtulamaması bu potansiyelin hâlâ var olduğunun hem bir sonucu, hem de bir göstergesi.

Gezi, sokakların iktidarın düzenleyici, polisiye mantığının nesnesi olmayabileceğini, halka ait olduğunu göstermişti. Sokaklar, renklenmiş, anlamını bulmuştu. Gezi’yi hatırlatan izler sokaklardan polisiye mantığın taşıyıcılarınca silindi. Örneğin duvar yazıları yok artık. Ama belli ki iktidar unutamıyor, unutamayacak da... Sanırım bize ait o andan bizim de öğrenecek çok şeyimiz var. Polisiye mantığın baskısının iyice arttığı şu günler Gezi’yi yeniden düşünmenin, anlamaya çalışmanın tam zamanı.


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.