YAZARLAR

Kara-kuru gazetecilik tarifi

Olağan koşullarda, anaakımdan olsun veya olmasın her gazete, haber metnini aynı ajanstan bile almış olsa, kendi politikasına göre başlıklandırır; gazeteci argosuyla “habere takla attırır.” Fakat bir de Türkiye’deki gibi olağanüstü koşullar var. Sansür, otosansür, gazeteciler üzerindeki baskıların boyutları, medyadaki sahiplik yapısının dönüşümü, hegemonyanın yapısı… Bu faktörlerin hiçbiri yokmuş gibi davranarak kara-kuru bir gazetecilik tarifi yapmak masumane bir mesleki tartışma olmaz.

“Bugün Karaşehir’e giderken çok feci bir kazaya tanık oldum. Trafik kazasında üç kişi hayatını kaybetti. Hayatını kaybedenler arasında üç aylık bir bebek de vardı. Kaza öğlen saatlerinde Karaşehir’e bağlı Yukarıihsan Köyü yolunda yaşandı. Ayşe Fatmakızı’nın kullandığı otomobil, Kerime Bulutçugil’in kullandığı traktöre çarptı. Kazada Ayşe Fatmakızı’yla birlikte üç aylık bebeği ve traktör şoförü Bulutçugil hayatını kaybetti. Yollar buz tutmuştu ve Ayşe Fatmakızı’nın otomobili kayarak kontrolden çıktı. Ambulans erken gelseydi üç aylık bebek hayatta kalabilirdi. Öğrendiğime göre ilçedeki tek ambulans, o sırada dağda kayak yaparken ayağını burkmuş olan kaymakamı almaya gitmişti.”

Geçen haftaki yazıda, ziraat mühendisi olarak farz ettiğimiz bir kişinin tanık olduğunu farz ettiğimiz bir olayı yukarıdaki gibi aktardığında, bu “haberinin” izini sürerek, fikr-i takip yaparak, ambulansın neden geç geldiğini ortaya koyması halinde gazetecilik yapmış olup olmadığını tartışmıştık.

Evet, ziraat mühendisi salt bu faaliyetiyle gazetecilik mesleğini icra etmiş olmazdı. Fakat “Karaşehir”de tanık olduğu veya öğrendiği, izini sürdüğü hakikatleri sistematik olarak haber formatında yazmaya ve bunu ister sosyal medyadan isterse kendi oluşturduğu mecralardan yaymaya, yayınlamaya başladığında, yaptığı işin gazetecilik olmadığını söylemek epey zordur.

'BEN GAZETECİYİM' 'BASIN KARTIN VAR MI?'

Bizler muhabirlik yaparken polisle, jandarmayla çok sık karşılaşır ve göstericilere vs. müdahale edilip bize de yönelindiğinde “ben gazeteciyim” deriz. “Ben gazeteciyim” derken, müdahale edene şunu söylemiş oluyoruz: “Ben şu an yapılan gösterinin bir parçası değil, tanığı veya aktarıcısıyım. Dolayısıyla bana dokunamaz, müdahale edemezsin.”

Demokratik bir ülkede polis, gazetecilere, hadiselerin aktarıcılığını üstlenmiş insanlara müdahale etmez. Bizde edilir. Fakat Türkiye’de bile iktidar ve yargı “gazetecilik suçtur” diyemediği için, gazeteciliğin sınırlarını kendisi belirlemek ister.

Nitekim “ben gazeteciyim” dediğimizde genelde polisten şu yanıtı alırız: “Basın kartın var mı?” Eğer cebimizdeki veya yakamızdaki kart devlet tarafından verilmiş olan Sarı Basın Kartı’ysa, genelde sorun çıkmaz. Değilse de genelde sorun çıkar.

Türkiye’de iktidar, tutuklu pek çok gazetecinin gazeteci olmadığını “bunların Sarı Basın Kartı yok ki” diyerek ileri sürebildiği için, bu son derece önemli bir nokta. Zira iktidar gibi onun kolluk gücü de, ancak “devlet onaylı” gazeteciyi gazeteci olarak kabul eder ki, bu Türkiye’deki gazetecilik tanımı ve faaliyeti açısından hayati sorunlardan biridir.

Ziraat mühendisi, 212’den sigortasını yapacak herhangi bir basın kuruluşuna tâbi olmadığı sürece, gazeteciliğin temel kaidelerini uygulayarak zamanının önemli bir bölümünü Karaşehir’den düzenli olarak haber yapmaya ve bunları yayınlamaya harcasa bile hiçbir zaman Sarı Basın Kartı alamayacaktır. Dolayısıyla iktidar ve kolluk nazarında “gerçek bir gazeteci” olarak kabul edilmeyecektir.

NEDEN AYNI HABERE SAYISIZ FARKLI BAŞLIK?

Fakat şimdilik meselenin bu boyutuyla oyalanmayıp “Karaşehirlinin” “haberine” dönelim.

Diyelim ki ziraat mühendisinin yukarıdaki “haberini” gören profesyonel bir gazeteci, muhabir, olayın izini sürdü, “tanık” sıfatıyla ziraat mühendisinden görüş aldı ve gazetesi için haber yaptı. Söz konusu muhabirin yazacağı haber çalıştığı gazetenin yayın politikasına, olayın aktörlerinin geçmişine vs. göre başlıklandırılır.

Bir gazete suçu anneye atar mesela: “Annenin dikkatsizliği üç cana mal oldu.”

Bir gazete suçu iktidara atar mesela: “Ödenek olmadığı için yapılmayan o yolda bir kaza daha: Üç ölü”

Bir gazete suçu traktörün kadın şoförüne atar mesela: “Kadın traktör şoförünün dikkatsizliği kendisiyle birlikte üç cana mal oldu.”

Bir gazete, kazanın nedenlerine değil, sonuçlarına odaklanır ve “tarafsız” bir görünüme bürünür: “Yukarıihsan’da feci kaza: Üç kişi yaşamını yitirdi.”

Bir gazete ölen bebeğe odaklanır: “Ceyhan bebek henüz üç aylıktı.”

Bir gazete ölen her iki kadın şoförü, bebeğin ölümünden sorumlu tutar: “Kadın şoförler kaza yaptı, üç aylık bebek öldü”

Bazı gazeteler belli ki eski icraatları sayesinde tanınmış kaymakama atıf yapar:

“Kaymakamın ayağı burkuldu, bebek öldü.”

“O kaymakam bu sefer hayat kurtarmadı, hayat kararttı.”

“Faşist kaymakam yine sahnede!”

“Yine o kaymakam”

“Karaşehir’de ambulanssızlık bir bebek ve iki kadının hayatına mal oldu.”

“Bebek öldü, kaymakam iyileşti.”

“Kaymakamdan iddialara sert tepki: “Alçaklar!”

Örnekler çoğaltılabilir ama atılan her başlık, o gazetenin veya web sitesinin ideolojisine veya “yayın politikasına” göre değişir.

HAKİKATE TEK PENCEREDEN BAKILMAZ

O halde her gazetecilik pratiği hakikati başka pencereden gösterir. Zaten hakikati (tabii hangi hakikati? Veya hakikatlerin hangi birini?) herhangi bir gücün, iktidarın tesirinden bağımsız, olduğu gibi nakledebilen “ideal” bir gazetecilik pratiği olsa memlekette tek gazete, tek televizyon kâfi olurdu. Tabii bu, “iki buçuk gazeteyi” yeterli bulan Turgut Özal gibi siyasi aktörler açısından da ideal olabilirdi, ayrı tartışma.

Gazetecilikte hakikate tek pencereden bakılmadığı gibi, hakikatin kendisi de yine “yayın politikasına” göre rahatlıkla tahrif edilebilir.

Pencerelere takılı perdelerin kalınlığı yahut yayın politikası, çizgisi, gazetelerin sahiplik yapısına, “ilkelerine”, “etik değerlerine”, gazetenin çıktığı siyasi, ideolojik, ekonomik, kültürel ortama göre değişir. Bir trafik kazası haberinde bile “tarafsızlığa”, cinsiyetçiliğe, muhalifliğe, insancıllığa, hak arayışına, isyana, serzenişe, tehdide dair sayısız örneğe rastlamak mümkün.

1 Mayıs kutlamaları sonrasında atılan haber başlıkları mesela, her gazetenin yayın politikasına göre farklılık gösterir.

2 Mayıs sabahı gazetelerde aşağı yukarı şöyle başlıklarla karşılaşırız:

“1 Mayıs 81 ilde kutlandı.”

“Göstericiler ortalığı dağıttı.”

“O örgüt yine sahnede!”

“Kışkırtıcılar kıskıvrak yakalandı!”

“Bayram bahane, provokasyon şahane!”

“Faşist polis işçiye bayramı zehir etti.”

“Hainler polise saldırdı.”

“İşçi kılığına bürünmüş vandallar kışkırttı.”

“Hükümet izin verdi, 1 Mayıs coşkuyla kutlandı!”

“İşçi bayram etti!”

GAZETECİNİN EN BÜYÜK TESTİ, HAKİKATLE İLİŞKİSİDİR

Peki gerek “Karaşehirlinin” gerekse “olaylı 1 Mayıs’ın” haberlerine ilişkin aktardığımız başlıkların hangisi hakikatle birebir örtüşüyor? Hangisi profesyonel, hangisi amatör veya “aktivizm”? Hangisi doğru, hangisi yalan?

Belki de yukarıdaki başlıklarda işaret edilen olayların hepsi 1 Mayıs’ta yaşandı: Bazı yerlerde polis göstericiye, bazı yerlerde göstericiler polise saldırdı. Bazı yerlerde bayram havası varken, bazı yerlerde provokasyon oldu, bazı yerlerde bayram zehir oldu belki de.

Burada tüm memlekette “kutlanan” 1 Mayıs’ın hangi yönünü başlığa taşıdığınız yayın politikanızı, hakikatle ilişkinizi ele vermeye yeter.

Yayın politikasına göre her gazete hakikatin görülmesini istediği yönünü gösterir.

Olağan koşullarda, anaakımdan olsun veya olmasın her gazete, haber metnini aynı ajanstan bile almış olsa, kendi politikasına göre başlıklandırır; gazeteci argosuyla “habere takla attırır.”

Fakat bir de Türkiye’deki gibi olağanüstü koşullar var. Sansür, otosansür, gazeteciler üzerindeki baskıların boyutları, medyadaki sahiplik yapısının dönüşümü, hegemonyanın yapısı… Bu faktörlerin hiçbiri yokmuş gibi davranarak kara-kuru bir gazetecilik tarifi yapmak masumane bir mesleki tartışma olmaz.

Dolayısıyla gazeteciliğe, gazeteciliğin kaidelerine, mesleğin hudutlarına ve tariflerine ilişkin tartışma, Türkiye’deki mevcut siyasi koşullarda sadece mesleki değil aynı zamanda siyasi bir tartışmadır.

O halde tartışmaya buradan devam etmek gerekecek.

Ama sözü bir sonraki yazıya bırakmadan önce şunu da ilave etmek lazım:

“İşçiler olaysız dağıldı”, “kız öğrencilerden utandıran kavga”, “mini etek giydiği için tacize uğradı”… Gazetecinin en büyük testi, hakikatle ilişkisidir. İster muhalif, ister yandaş, isterse anaakımda çalışsın, bir gazetecinin bağımsızlığı dilinde, kelimesinde, hakikati aktarma biçiminde kendini rahatlıkla ele verir.


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.