YAZARLAR

Gemiden inip asfalta gömülmek...

'Devlet gemisi' Horatius’un retoriğe soktuğu, geçerliliğini hiç kaybetmemiş bir metafor. İnsan aklının örgütleyici gücünün yarattığı en devasa aygıtlardan biri aslında şu devlet gemisi. Kazaya uğramadan, denizin kurban isteyen dalgalarını alt ederek hedefine ilerlemesi, yalnızca dümendekinin becerisine değil, gemicinin elinin altında hazır bulduğu bütün o ölçen, hesaplayan, yön veren, yol üzerindeki engelleri görünür kılan aletlere, o aletlerin nasıl kullanılacağını bilebilmesine bağlı. İçinde miyiz, dalgalarla mücadelesinin izleyicisi isek nereden izliyoruz?

Ekonomik kriz derinleştikçe iktidarıyla ana muhalefetiyle aynı gemide olduğumuz metaforu hiç tereddütsüz işe koşulmuş görünüyor. Dillerden düşmeyen o gemi açık ki şu aralar bize pek de huzur vaat etmeyen, hatta dev dalgalarını tehditkarca üzerimize salan denizin üzerinde alabora olmasına ramak kalmış “devlet gemisi”. Metafor öylesine güçlü, öylesine çekici ki insan ona boyun eğmekten kendini alamıyor, üzerine düşünme, birazcık daha deşme arzusuna direnemiyor. Hakkında yapılan yorumlar, aynı gemide olduğumuz ya da olmadığımız zıtlaşması, hatta “geminin gerçekte olmadığı” yalnızca bir kurmaca olduğu iddiası da bu kadim metaforun gücünü gösteriyor.

Antikçağlardan beri kendi varoluşunu ancak karanın sağlamlığında, ayaklarının altındaki zeminin durağanlığında tasarlamış insan. Blumenberg’in ifadesiyle, “insan yaşamını karada sürdürür ve tüm kurumlarıyla karaya yerleşmiştir” (1) Deniz ise yaşam ile ölüm, belirlilikle belirsizlik, güvenilir ile güvenilmez, durağanlıkla devinim arasındaki sınırı gösteren bir metafor. Paranın denize benzetildiğini de buna eklemek lazım. Bizim kültürümüz bu konuda diğerlerinden pek aşağı kalmıyor. Denizin enginliği, zenginin hele de devletin servetinin büyüklüğüne özdeş sayılır o pek bilindik ifadede olduğu gibi: Devletin malı deniz, yemeyen....!

Deniz, bazen verici bazen alıcı. Bu ikili karakteri bile onu güvenilmez yapıyor! Denizler, insanın keşfetme, bilinmeyeni bilinir kılma tutkusunu da tetiklemiş. Yeni kıtaları keşfetmek için insan, tehlikelerle dolu okyanuslara açılmış, maceralara atılmış. Aklını işe koşmuş, o tekinsiz sulara direnebilecek pek çok teknolojik oyuncakla donatılmış gemiler inşa etmiş.

'Devlet gemisi' Horatius’un retoriğe soktuğu, geçerliliğini hiç kaybetmemiş bir metafor. İnsan aklının örgütleyici gücünün yarattığı en devasa aygıtlardan biri aslında şu devlet gemisi. Kazaya uğramadan, denizin kurban isteyen dalgalarını alt ederek hedefine ilerlemesi, yalnızca dümendekinin becerisine değil, gemicinin elinin altında hazır bulduğu bütün o ölçen, hesaplayan, yön veren, yol üzerindeki engelleri görünür kılan aletlere, o aletlerin nasıl kullanılacağını bilebilmesine bağlı. İçinde miyiz, dalgalarla mücadelesinin izleyicisi isek nereden izliyoruz? İzlemek katılmak sayılabilir mi? Öyleyse herkesin izleyici olmakla bile konumu aynı mı? Gemi batıyorsa izleyen de sorumlu mudur? Sorumluysa bu nasıl bir sorumluluktur? Devlet gemisinin batması, izleyeni de kazazede yapar mı? Kazaya uğrayan nasıl kurtulur, kurtarılır? Gemi batarken kaçınılmaz sonu göremeyen bir kazazede kurtarılmayı istemiyorsa ne yapmak gerekir?

Metafor güçlü olunca uyandırdığı sorular hem çok hem de zor. Beni ilgilendiren ise Türkiye’nin güncel siyasetinin bir anda pek çok farklı çağrışımla yeniden keşfettiği bu gemi metaforunun kendisi değil. AKP iktidarını işe koştuğu, uyandırdığı metaforlar üzerinden anlamaya çalışmanın ilginç olabileceğini düşünüyorum son zamanlarda. Çağın kültürü, düşünce gelenekleri hakikatle ilişkilerini imgelerle metaforlarla ifade ediyor zaten. Bu imgelerin, metaforların pek çoğunu halk hikayelerinden, mitolojiden, edebiyattan biliyoruz, hatta bunları gündelik hayatımızda yaygın biçimde kullanıyoruz. Toprak, tohum, fidan gibi hayatın, yeniden doğuşun sembolü haline gelmiş metaforları düşünün bir. Köklerini sağlamca toprağa salan dalları gökyüzüne uzanan ağaçlar hayatı anlatmaz mı?

Bir de her çağın kendine ait imgeleri, metaforları var. Bana en ilginç gelenler, Türkiye’de kentleşmenin hızlanmasıyla hayatlarımızı betimler hale gelmiş iki imge: beton ve asfalt. Ağaçların yerine gökyüzüne, onun sınırlarını ihlal ederek, göğün tanrısallığını bozup onu insana ait kılmak istercesine uzanan beton ve çelik bloklardan ibaret gökdelenler var artık. Bir de her türlü yeşili altına alıp baskılayan, ormanları, tarlaları, bozkırları ziftin karasıyla lekeleyerek kıvrıla kıvrıla uzayan asfalt yollar. Bunlar, karada yaşamını süren insanın o karadan da bağımsızlaşma arzusunu anlatıyor sanki. Bir bilge kişinin söylediği gibi, insanı yutan eski bataklıklar hep kayboldu, artık insan bataklıkları yutuyor. Denizleri betonla dolduruyor; bataklıkları kurutuyor; bataklıkları, küçük su yollarını asfaltın altına hapsediyor.

1920li yılların Almanyasında caddelerin ve yolların asfaltlanması, şehir ve köy manzaralarını da dikkat çekici bir biçimde değiştirmişti. Bu değişime karşı aydınların ve halkın tepkisi büyük kentlerden nefreti de gösteriyordu. Goebbels, propaganda faaliyetlerinin hedefine bu nefreti de katma mahareti göstermişti. Asfalt yollar, pürüzsüz yüzeyler üreterek zemini mühürlemek demekti. Bu yollar Yahudinin tercihiydi.

Oysa aynı metafor, örneğin AKP iktidarının yol, köprü, havaalanı inşa etme iştahını imleyebilir pekala... Asfalt eskiyi yeniyle örtme, onu ziftin karanlığına gömme işini görür. Asfalta gömme kadar yeninin zaferini çağrıştıran bir başka metafor da inşaat zemini olsa gerek. İnşaat zemini, günümüzün dünyasında sağlamlığın ayrıcalıklı metaforlarından biri. Eskiden kalan her şeyin, bu iktidar için eski Türkiye’yi temsil eden yapıların o beton temeller altına hapsedilmesidir burada söz konusu olan. Yükselen gökdelenler, eskiyi mahirce örter. Seksen bin kişinin yaşadığı bir kente havaalanı inşa etme arzusunun nedeni de anlaşılır: Yeninin estetiği, eskiyi güvenle görünmez kılarken geçmiş uzaklaşır, ancak yeninin zaferinde yeniden inşa edilebilir. O halde alabildiğince çok yeri, eskiden kalan her şeyi, hatta toprağı, yeşili, bir daha başını kaldıramayacak biçimde betonun sağlamlığıyla, asfaltın steril mührüyle kapatmak, kapatmak, kapatmak gerekir!

1. Hans Blumenberg (2002). Gemi Batıyor, Seyrediyorlar, çeviri: Osman Toklu, Ankara: Dost Yayınları, s. 9.


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.