YAZARLAR

Edip Cansever, Nusr-et’e karşı

Geçtiğimiz günlerde, Kapalıçarşı’nın Sandal Bedesteni kapısının üstüne, yarım ay biçimde bir tabela asıldığı fark edildi. Henüz restoran açılmadan, “yakında” anonsuyla müjdelenen dükkânın yerdeki tabelasının önünde fotoğraf çektiren insanlardan ikrah eden civar esnaf, tabelanın “en azından yukarıda” durmasına sevinmiş konuştuğum kadarıyla, ilk başlarda. Edip Cansever, “Kapalıçarşı” yazısının sonunda bir soru soruyor 1977’den: “Düşünüyorum da, neden onca yıl çiçek satıcısı geçmedi Kapalıçarşı’dan?”

Nusr-et, Erzurum’un bir Kürt köyünden çıkıp, celebrity âleminin namlı simalarından olmuş bir kimse. Kafa kâğıdındaki adı Nusret Gökçe. Frenkçe (bu kısımda “Üç Frenk Havası” şiirini ve hatta oradaki “şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin/ kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin” dizelerini anımsayabiliriz) “Salt bae” diye bir lakabı var. Instagram isimli fotoğraf-video paylaşma mecrasına koyduğu kimi fotoğraflar ve videolar ile dikkat çekti. Kasap çıraklığından, beynelmilel et restoranları patronluğuna giden, bir tür “İbrahim Tatlıses tarzı şöhret”in kabarmış halini temsil ediyor. En son köyüne, Erzurum’un Şenkaya ilçesinin Paşalı köyü, “külliye” açtı. Malum, artık bütün büyük yapılara külliye deniyor, aşağısı kimseyi kesmiyor.

Nusret Gökçe’nin Paşalı köyünün kendi dilinde nasıl söylendiğini unuttuğunu sanmıyorum. Ama şimdilik konumuz o değil. Konumuz, haftanın başında İstanbul’un tarihî yapılarından biri olan Kapalıçarşı’nın Sandal Bedesteni kapısına asılan tabela ve o tabela ile alakalı yaşananlar.

Kapalıçarşı, İstanbul’a giden neredeyse herkesin merakla gezdiği, kerameti kendinden menkul, iç içe sokakları, kendine has kokusu, daimi çığırtkanları, bin yıldır oradan dışarı çıkmamış gibi görünen kuyum ustaları, turistlerle binbir dilde konuşan tezgâhtarları, altını, gümüşü, antikası, baharatı, çaycısı, esnaf lokantasıyla gerçekten müstesna bir yerdir. Şimdilerde gayrimüslim nüfusu, İstanbul’un gayrimüslim nüfusuna oranla yüksek görünüyorsa bile, geçmişte epey yüksek sayıda Ermeni ustaların bilhassa kuyum işinde çalıştığı “mozaik” görünümlü bir mecradır. Kapılarını ezber etmek bile başlı başına derttir; bu da tuhaf bir gizem haresi oluşturur etrafında. Naçizane en sevdiğim kapısı, Nuruosmaniye kapısıdır. Cağaloğlu meydanından girilen şenlikli caddenin sonu Nuruosmaniye Camii’ne varır, caminin içinden geçilir ve işte kitabesiyle Nuruosmaniye kapısı. İnternetler beni yanıltmıyorsa, kitabesinde, Abdülhamid’in verdiği emirle yapılan tamirattan bahsedilmekte: “Ziynet-i efzây-ı makâm-ı muallâ-i hilâfet-i İslâmiyye ve erike pirây-ı saltanat-ı seniyye-i Osmâniyye, es-Sultân ibnü's-Sultânü's-Sultânü'l-Gâzî Abdülhamîd Hân-ı Sâni Hazretlerinin cümle-i müessir-i umrân küsteri hümâyunlarından olmak üzere iş bu çarsûy-ı kebîr bin üç yüz on dört sene-i hicriyyesi rebîu'l-evvelinde müceddeden tâmir olunmuştur.” Müellifi de Sâmî imiş.

Yavaş yavaş Edip Cansever’e doğru yaklaşıyoruz. Kapalıçarşı nam mekân, Fatih Sultan Mehmed’in yaptırdığı iki bedestenle başlıyor: Cevahir ve Sandal bedestenleri. Pir Sultan Abdal’a atfedilen “Vardım Hint Eline Kumaş Getirdim” şiirinin (ve türküsünün) ikinci dizesinden de aşina olanlar vardır “bedesten/bedestan” kelimesine: “Vardım Hint eline kumaş getirdim/ Açtım bedestanı sattım oturdum/ Sen benim başıma neler getirdin/ Ben senin kahrını çekemem gönül”. Bedesten kelimesi, “bez”den geliyor; “bezzesistan/bazzasistan” yani, “bez satıcısının yeri”nden bedesten haline dönüşmüş ve anlamı genişleyip “içinde kıymetli eşya, antika, mücevher vb. şeyler satılan, üstü kapalı çarşı”yı karşılamış.

Sandal Bedesteni’nin Edip Cansever’le alakasına varabiliriz nihayet. Türkçe, zaman zaman olmadık şeylere çok borçlanmıştır. Savaşa, göçe, kırıma, depremlere, meslek değişimlerine ve daha birçok şeye borçlanabilir bir dil. Ama aynı zamanda yangına da borçludur. Cansever’in Mayıs 1987’de Gül Dönüyor Avucumda adıyla Adam Yayınları tarafından yayımlanan kitabının “Yaşam Öyküsü” başlıklı kısmından uzunca alıntılıyorum:

“Babamın Kapalıçarşı’daki dolabında (o zamanlar bugünkü gibi dükkânlar sayılıydı, yerden yüksekçe, minderli, tahta kepenkli dolaplar vardı) ticarete başlıyorum. Gerçi ticaret de ilgilendirmiyor beni. Oldum bittim alışveriş yapmayı hiç mi hiç sevmedim, benimseyemedim zaten. Ne var ki, başkaca bir çıkar yol da yoktu. On dokuz yaşında evli, yirmisinde çocuğu olan bir genç! Hem ev geçindirmek zorunda, hem de şiire tutkun. Neyse ki birkaç yıl sonra büyük Kapalıçarşı yangınıyla dükkânım kül oluyor. Asma katlı bir başka dükkâna geçiyorum. Ortağım iyi yürekli bir insan. O satışları yönetiyor, bense asma katta okuyup yazıyorum.” [s.27-8]

İlk olarak Türkiye Yazıları’nda, Haziran 1977’de yayımlanan bu yazıda bahsi geçen “iyi yürekli insan”, Cansever’in Yahudi ortağı Jak. Türkçe, Edip Cansever bağlamında yangına borçlu olduğu kadar, Jak isimli bu iyi yürekli adama da çok şey borçludur.

“500. fetih yılı münasebetiyle” basılan İstanbul isimli kitabın (hazırlayan: M. Eriş, Kalite Matbaası, 1953) reklamlar bahsinde geçen bir iş yeri kartı: “Edip Cansever -- Fazlı Cansever’in mahdumu Maison des Antiques Kapalıçarşı, Takkeciler sok, No. 52-64 Grand Bazaar, Rue Takkedjiler 52-64 Tel: 27657 Sicil: 38159 İstanbul tiyatrolar, balolar, müsamereler, filmler için her nevi elbise bulunur ve kira ile verilir. Antika ve işlemeli parçalar, peşkirler, çevreler, kumaş ve sevai entariler, şalvarlar, cepkenler, işlemeli yorganlar, bohçalar, seccadeler, şal. Ayrıca bilecik, broş, kolye, küpe, pipo, fildişi, gümüş ve bakır işleri.”

Gül Dönüyor Avucumda kitabının “Kapalıçarşı” başlıklı yazısına [ilk olarak Haziran 1977’de Elele’de yayımlanmış] bağlanıyoruz bu defa: “İlk dükkânım, Cevahir Bedesteni denen, Bizans’tan kalma dört kapalı yerin yanıbaşındaydı. İkinci dükkânım ise, Sandal Bedesteni denen, Fatih zamanına ait yapının hemen ağzındaydı. Otuz yıllık yaşamımın çoğu, buralarda geçti. Asma kattaki çalışma masamla, hemen üstümde gökyüzüne açılan, yazın yapışkan otları fışkıran penceremi unutamam. Mavi, dört köşe bir göz gibi bakardı yukardan yukardan. Bazen de yağmurla, yağmurun çok çağrışımlı sesiyle dinlendirirdi beni. Her neyse...” [s.33]

Geçtiğimiz günlerde, Kapalıçarşı’nın Sandal Bedesteni kapısının üstüne, yarım ay biçimde bir tabela asıldığı fark edildi. Henüz restoran açılmadan, “yakında” anonsuyla müjdelenen dükkânın yerdeki tabelasının önünde fotoğraf çektiren insanlardan ikrah eden civar esnaf, tabelanın “en azından yukarıda” durmasına sevinmiş konuştuğum kadarıyla, ilk başlarda. Sonra olay sosyal medyada büyüyünce Fatih Belediyesi’nden şu açıklama geldi: “Belediyeye hiçbir başvuru yok. Zaten tarihi duvarlara tabela asılması için Koruma Kurulu izni gerekiyor. Bu aşamalardan da geçilmemiş. Tabelanın sökülmesi için derhal tebligat çıkarıyoruz.” [özgün imla]

Cansever, “Kapalıçarşı” yazısının sonunda bir soru soruyor 1977’den: “Düşünüyorum da, neden onca yıl çiçek satıcısı geçmedi Kapalıçarşı’dan?”

Tabela indi ama hâlâ hiç çiçek satıcısı geçmiyor Kapalıçarşı’dan. Olsa olsa, tuz serpenler ve belki birkaç zabıta. Allah başka keder vermesin tabii.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.