YAZARLAR

İleriye mi, geriye mi?

Toplumun ikiye bölünmediği yegâne şey, bir süredir, başka bağlamlarda geçmişi özlemek. Kimi ‘90’ların müziklerini özlüyor, kimi Toros’unu özlüyor, kimi de direniş kuvvetini.

Pek büyük bir sır sayılmaz: Sosyal medya denen yer, artık yeni bir gerçekliğin (kelime “gösteren” olmaktan çoktan çıktı) görüntü alanı. Bir zamanlar “mecra” diye bir kelimeye de başvuruluyordu malum. Mecra kelimesi de, sanıyorum Maslak plazalarında reklamcıların mecburiyetten başvurduğu kelimelerden biriydi. Tıpkı içgörü kelimesi gibi.

Bir süredir herkes (bu “herkes” de tıpkı gerçeklik kelimesindeki “gösteren” göçüne uğradı) Netflix’in Türkiye’de kuvvetli bir biçimde arkasında durduğu Bir Başkadır’ı konuşuyor, tartışıyor. Künyesi malum: Berkun Oya’nın yazıp yönettiği, Ali Aga’nın kurgusunu yaptığı, Cem Yılmazer’in müziklerine imza attığı sekiz bölümlük bir dizi.

Berat Albayrak’ın besbelli iPhone’undan öfkeyle yazdığı, ekran görüntüsü alarak Türkçesine rağmen Instagram’dan paylaştığı istifa metni (af büyüktür istifa) ve ardından merkez medya tabir edilen televizyonların, gazetelerin derin suskunluğu da uzunca konuşuldu. Üstüne epey metin yazıldı, hem medya bağlamında hem de devlet geleneği bağlamında oldukça isabetli şeyler de söylendi. Bu iki gündemin zannediyorum biraz birbiriyle alakası var, gene “gösteren” bağlamında. “Yeni Türkiye ne kadar yeni?” yazısında “Krizle, sorunla, çıkmazla karşılaştığı her yeni olayda daha eski, biraz daha eski referanslara başvuruyor, kökünü daha eskiden bir yerle alakalandırmaya çalışıyor,” demiştim. Oradan devam etmeyi deneyeceğim.

Bir Başkadır hem görsel tercihleri (dizi adının fontu dahil), hem de müzikleri itibariyle günümüzden 20-30 yıl öncesinin duygu durumunu çağırdığı konusunda uzlaşmış görünüyor bir bölük insan. Bu duygu durum çağrışımı besbelli o bir bölük insanı iyi hissettirmiş ki, birçok mecrada (evet mecra) Ferdi Özbeğen görüyoruz yıllar sonra (Özbeğen’in evlatlık edinmek zorunda kaldığı sevgilisine dair Oray Eğin güzel bir yazı yazdı Habertürk’te).

Albayrak’ın istifasının duyurulamaması, haber haline getirilememesi ile alakalı da birçok insanın geçmişi özlediğini görüyoruz. “Doksanlarda bile böyle değildi,” diyenlerin yanında, geçmişte liderlerin birbirleriyle kıyasıya tartıştığı programları hatırlayanlar da çokça. Bunu hatırlayanların da hatırlama mecrası sosyal medya. Birbirimize itiraf edebiliriz: Matbu olanın yavaş yavaş başladığı geri çekilme, bir süredir gürültüye evrildi. Müzik için nasıl ki Spotify, YouTube gibi yeni platformlar can suyu olduysa, sinema için nasıl ki Amazon Prime, Netflix yepyeni özgürlük alanları olduysa, matbu olan için de yeni mecralar kendini çok yakında dayatacak. Salgının, birçok insanı podcast’lere yöneltmesinin, sesli kitapların ve radyo tiyatrolarının normalden daha büyük rağbet görmesinin de kimi ipuçları olduğunu kaydetmek gerekiyor. Gazete denen şey, uzun zamandır tık almak üzerinden ölçülüyor reklam veren markalar için bile. Kitabın da bir süre sonra plakta, kasette ve CD’deki dönüşüme uğrayacağını tahmin etmek mümkün. Dolayısıyla, faraza en kıymet verilen nesnenin bile dönüşmeye başladığı günümüz ortamında, geçmişten referans verip hayıflanmanın bir manası büyük ihtimalle yok. Çünkü şikâyet edilen yerin kendisi, bizatihi gündelik hayatın kendisini işgal ediyor. Yaşı geçkinlerin söylenmesi gibi olacak ama test etmek zor değil: Türkiye’nin herhangi bir metropolünde toplu taşım aracına bindiğimizde, kaç kişinin kafasını havada görebiliriz?

Bu iki hadisenin, muarız iki bölük tarafından, başka türlü biçimlerle “geçmişi özlemek” bahsine yazıldığını düşünüyorum ve bu geçmişi özlemek bahsinin bir süredir boş küme olduğunu iddia ediyorum. Toplumun ikiye bölünmediği yegâne şey, bir süredir, başka bağlamlarda geçmişi özlemek. Kimi ‘90’ların müziklerini özlüyor, kimi Toros’unu özlüyor, kimi de direniş kuvvetini. Haruki Murakami “Söylemeye gerek yok, bir gün gelir insan yenilir. Beden, zamanın geçişiyle birlikte istemeseniz de çöker. Er ya da geç geriler, tükenir. Beden çökünce, (olasılıkla) ruh da istikametini kaybediverir,” diyor yazarlığı/romancılığı bahis konusu ederek. İktidarların da zamanın geçişiyle beraber çöktüğünü, er ya da geç gerilediğini, tükendiğini biliyoruz. Sanıyorum ayrışılan, ayrışılması gereken yer, “ileri” ile “geri”nin hayatımızın tam olarak neresinde durduğu. Hakikilik taşıyan bir sanat eserine karşı gösterilen kolektif coşkunun yahut iktidara yakın medyanın suskunluğunun faş edilmesinin kusuru yok. Sonrasına, ileriye, görünene hazır mıyız, nerede ayrışıyoruz yahut ayrışmalıyız; ona bakmak gerektiğini düşünüyorum – naçizane.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.