YAZARLAR

Kriz ve iman üzerine

Bence Kilise Kant’ı aziz ilan etmelidir. Çünkü sorumluluk, irade gibi dinsel kökenli kavramların Antik Yunan düşüncesiyle buluşmasıyla atılmıştır Hıristiyan dininin ve imanının temel mantığı. Bundaki bir kırılma Hıristiyan imanını da tehdit eder. İnsanlık durumunun gelmiş bulunduğu aşamada Kant bu krizi görmüş ve buna bir yanıt geliştirmiştir bir yandan da. Şimdi benim önümde bir soru daha beliriyor: Ya İslam?

Biz felsefeciler için Aydınlanmanın iki ayağı vardır. Biri bütün siyasal sonuçlarıyla birlikte Fransız Aydınlanması ve diğeri de eski deyimle ‘devrimin objektif koşulları’ belirmemiş olduğundan muazzam bir tinsel-kültürel şahlanma sürecine girerek kendi ‘subjektif’ koşullarını yaratmış olan Alman Aydınlanması. Alman Aydınlanması edebi, felsefi, düşünsel bir ‘aydınlanma’ olarak belirir ve merkezine de büyük oranda Immanuel Kant yerleşmiştir. Bu nedenle Aydınlanma üzerine beliren teorik çatışmaların ve bu husustaki felsefi çatallanmaların da temelinde büyük oranda Kant bulunur. Biraz da ünlü “Aydınlanma Nedir?” başlıklı yazısı nedeniyle…

“Kendi aklını kullanmak cesaretini göster” ve “Aydınlanma insanın kendi suçuyla düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır” gibi ünlü formülasyonları nedeniyle de Kant –bana kalırsa ucuz, üstelik Türkiye’de daha da ucuzlaştırılmış– bir ikilik içerisinden ele alınır: Akıl ve Vahiy. Bu ucuzluk biraz da Batı'yı gölge-kendiliğimiz olarak düşünmemizden kaynaklanıyor. Oysa Batı daha Spinoza’dan itibaren teorik ve düşünsel düzeyde bu ikilik içerisinden düşünmeyi bırakmıştır; çünkü Spinoza’nın da çok açık bir biçimde göstermiş olduğu üzere Eski Ahit ve Yeni Ahit metinlerinde Tanrı, kozmolojik ve ontolojik hakikatler sunmaktan ziyade ahlaki itaat talep eder. Bu talep de Tanrı kelamı olarak değil, “Tanrı bizden bunu istiyor” biçimindeki beşeri bir kelam olarak duyurur kendisini. Dolayısıyla yer yer beliren kozmolojik, ontolojik iddialar da beşeri iddialardır ve en azından çağımızda, inananlar da bunun böyle olduğunu bilirler. Yani kendi topraklarımızda (bu da ne demekse artık) görmekte olduğumuz bir ikiliği (gerçekte yoktur bu ikilik, hem fenomenal düzeyde hem de siyasal düzeyde biz üretiyoruz bu ikiliği ve kendimizin ürettiği bir ikilik uyarınca bakıyoruz meselelere) Batı'ya da yansıtarak düşündüğümüz için, ne bu toprakları ne de Batı'yı anlayabiliyoruz, hakkınca.

Yine Kant’a dönersek, bu durum, onun da üzerine gölgesini düşürüyor ve örneğin Voltaire gibi görmek istiyoruz Kant’ı da, ya da örneğin Turan Dursun gibi. Öyle ya, sonuçta vahye karşı aklı öne sürüyor değil midir Kant? Ortada Kur’an’daki gibi bir vahiy ve vahiy anlayışı söz konusuymuş gibi… En sekülerimiz bile Hıristiyanlığı ve Yahudiliği İslami söylemin sunduğu gibi düşünüyor çünkü. Evet, son on beş yirmi yılda bohça açılınca İslamcıların ne kadar zırcahil olduklarını kendileri de dâhil olmak üzere hepimiz gördük. Fakat tarih görüşlerimiz nasıl bu kadar aynı olabilir sorusunu da sormamız gerekmez mi? Özellikle de dinsellik hususunda bu kadar benzer düşünüyor olmamız, aramızdaki tek farkın ‘kavramlara’ yüklediğimiz ‘değerde’ belirmesi, üzerine düşünülmesi gereken bir olgu oluşturmuyor mu?

Bana kalırsa çoğumuzu teslim alan bu tarih görüşü, Batı Aydınlanmasını da Batı'daki sekülerleşme süreçlerini de hatalı konumlandırmamıza neden oluyor. Pek çok meseleye olduğu gibi bu meseleye de kendi arzularımızı yansıtarak, görmek istediğimiz şeyi görmeye çalışarak bakıyoruz. Oysa uygarlığın üç çekirdek bölgesinin ürettiği öğelerin ikisinin çok uzun bir süreçte kaynaşıp eklemlenmesinin sonucunda ortaya çıktı Batı. Antik Yunan rasyonaliteyi üretti; bu zorunluluğun dünyasıydı. Ortadoğu bir tek-tanrı fikrini üretti; bu ahlakın dünyasıydı. Hindistan ve Çin mistisizmi üretti; bu da başka türlü olmak kaydıyla yine ahlakın dünyasıydı. İlk ikisinin kaynaşmasından doğdu Hıristiyanlık dini ve hem Max Weber’in hem de Carl Schmitt’in muazzam bir berraklıkla gösterdikleri üzere, Batı'nın teolojik kavramlarıyla seküler siyasi-etik kavramları arasında keskin bir kopuş değil, aksine bir süreklilik söz konusudur (Weber ile Schmitt arasında teorik stratejileri bakımından çok büyük bir fark bulunuyor elbette; bunu göz ardı etmiyorum). Yani sekülerlik zaten ortaya çıkmış, tamamlanmış gövdesiyle dinsel olanın karşısına dikilmiş değildir; aksine dinsel olanın içinden gerçekleşen bir sekülerleşme süreci söz konusudur.

İşte bu süreç doğru okunduğunda, Kant’ın dindar yanıyla Aydınlanmacı yanı arasında bir çelişki görmeye meyleden, birini diğerinin hilafına öne çıkarmaya ya da diğerinin lehine silip düzlemeye meyleden düşünce pratiklerinin de manasızlığı görünür oluyor. Yani Kant’ın bütün düşüncesini teolojik bir krize geliştirilmiş bir yanıt olarak okumak da mümkün. Bu teolojik kriz dünyanın, kozmosun anlamının, insanlık durumunun değişimiyle ilgilidir. Bu değişim, felsefe tarihi içerisinden okursak, Hobbes, Locke, Spinoza gibi düşünürlerde gözlemlediğimiz mekanistik ve zorunlulukçu dünya görüşüne doğru bir değişimdir. Zorunluluk fikri insanın ufkunu o kadar kaplayacaktır ki Spinoza “Özgürlük zorunluluğun bilincinde olmaktır” diyecektir. Buna karşılık Hıristiyan imanı ise ‘özgür irade’yi var sayar ve bunun üzerine temellenir (hatta benim iddiam odur ki Arendt’in ‘sorumluluk’ kavrayışı da felsefi olmaktan ziyade dinsel temellere sahiptir; fakat bu hep ertelediğim bir yazının konusu olarak şimdilik dursun). “Belki bilgiden vazgeçmek zorunda kaldım, ama imanı kurtarmayı başardım” diyen Kant’ın imanı kurtarması da ‘özgür iradeye’ yeniden yer açmayı başarmış olmasıyla ilgilidir.

Bilen bilir ya, bir de ben söyleyeyim: Hem Eski Ahit ve dolayısıyla Yahudi dini, hem de Yeni Ahit ve dolayısıyla Hıristiyanlık dini, oluşumları yüzyıllara yayılmış metinsellik durumları oluştururlar. Yahudilikte kurucu patriyarkların ve ardından peygamberlerin ve bunlara ek olarak Rabbilerin çok uzun zamana yayılmış çalışmaları söz konusudur; Hıristiyanlık’ta ise İsa’dan sonra St. Paul’ün ve onun ardından da Kilise Babalarının kurucu işlevleri söz konusudur (İslam her ikisine de Tanrı kelamıyla insan kelamının birbirine karışması, dolayısıyla da Tanrı kelamının bir tahrifatı olarak bakar). İşte Hıristiyanlık için kurucu uğraklardan bir tanesi de Tertullianus’tur: “Credo quia absurdum.” Yani “İnanıyorum, çünkü saçma!” Yani akılla kavranabilir bir şey olsaydı, zaten onu aklımla bilirdim, dolayısıyla da inanmama gerek kalmazdı; fakat akılla kavranabilir bir şey değil, bu yüzden inanıyorum. Hıristiyan imanıdır bu. Özgür iradeyi Yunan düşüncesinin ve mantığını ortasına taşır. Bunun öznesi Kudüs ile Atina arasındaki bir sentezin öznesidir.

Tertullianus, burada Stoalılar tarafından geliştirilmiş olduğu şekliyle saçmanın mantığına başvuruyordu. Çok kabaca, var olan bir şeyin varlığının dayanağının hiçlik olarak işaretlenmesi ve var olanın dayanağı hiçlik olamayacağında göre de orada bir Varlığın saptanması biçiminde bir akıl yürütmenin çeşitli varyasyonları… Detaylarına girmeyeceğim, fakat Kant da özellikle özgürlük ve ahlak yasası ile ilgili belirlemelerinde aynı mantığa başvurur; fakat bu mantığı geliştirerek (bu mantığın hareketi sınırlıdır; birtakım noktalara geldiğinde, bunları sınır kabul eder ve geri çekilir. Geri çekilmeyen, hareketine devam eden mantık diyalektik mantık olarak belirecektir Hegel düşüncesinde). “Ahlak yasası varsa” diyecektir, “ben özgür olmak zorundayım.” Çünkü buyruğa itaat zorunlulukla değil, boyun eğmeyebilecekken de boyun eğmemle, yani ancak benim özgürlüğümle bir anlam kazanabilir.

Bence Kilise Kant’ı aziz ilan etmelidir. Çünkü sorumluluk, irade gibi dinsel kökenli kavramların Antik Yunan düşüncesiyle buluşmasıyla atılmıştır Hıristiyan dininin ve imanının temel mantığı. Bundaki bir kırılma Hıristiyan imanını da tehdit eder. İnsanlık durumunun gelmiş bulunduğu aşamada Kant bu krizi görmüş ve buna bir yanıt geliştirmiştir bir yandan da.

Şimdi benim önümde bir soru daha beliriyor: Ya İslam? Bu türlü de değil, bundan çok daha köklü bir krizle karşı karşıyayken, İslam bu krizi nasıl okuyor ya da okuyor mu?