YAZARLAR

Artık yalnızca davası değil, şöhreti ve parası da vardı...

Artık yalnızca köşe yazarı ve yönetici değil, aynı zamanda izlenen, şöhreti giderek yayılan bir TV tartışmacısıydı. Memleketteki ve özellikle dava camiasındaki genel eğilim sonucu, hemen her konuda yazıp konuşması kesinlikle yadırganmıyordu. Bu arada imarı değişecek bir köyden arazi satın alıyor, son anda kat izni verilen gökdelenlerde çok hesaplı daireler buluyordu. Çoluk çocuğunu düşünmek zorundaydı ve eğer Allah istemese, o imar değişikliği yapılmaz, o kat izinleri verilmezdi.

O uçağa binmek hiç kolay değildi. Henüz otuzlu yaşların sonlarında olsa ve zaman zaman çevresi tarafından ‘genç’ sıfatıyla adlandırılsa da, dört beş yıl boyunca katlanılan yorgunluğun ve mücadelenin ödülüydü, uçakta, aynı masada, Beyefendi ve diğerleriyle birlikte oturmak. İlk kez altı ya da yedi yıl önce binmişti bir uçağa ve şimdi, en binilmesi gerekende, en yakınında oturulması gerekenin yanında, çevresindeydi. Her uçak yolculuğunda, ikisi gidişte ikisi gelişte olmak üzere en az dört fotoğraf çektirmeye özen gösteriyordu. Biri, ciddi açıklamaların yapıldığı anda, elinde kağıt ve kalem varken, düşünen yüz ifadesiyle. Diğeri, ciddi konuların konuşulduğu o an geçtikten sonra, Beyefendi otururken hemen arkasında sıra olunduğunda. Ceketini iliklemiyor, o sevgi ve samimiyet anında böyle bir jeste gerek duymuyordu. Yalnızca o değil, genellikle hiçbir meslektaşı Beyefendi’nin yanında önünü iliklemiyor, gevşemiş kravatlarını düzeltmiyor, aynı kutlu dava yolunda yürüyor olmanın rahatlığı ve özgüveniyle davranıyorlardı. Önemli olan davaydı. Kutlu hedefe birlikte ilerlemek, nurlu yarınlara hep birlikte ulaşmak. Kılık kıyafet ve davranışlar konusundaki incelik ile protokol kuralları, eski Türkiye’nin vesayetçi ve laikçi anlayışının halkın değerlerine uzak yansımalarıydı. Allah’a şükür o günler çok gerilerde kalmıştı...

Liseden sonrasını okumadı. Oraya kadar da zorlandı aslına bakılırsa. Yalnızca dersler, konular ve kitaplar değildi kısa süren eğitim yaşamında onu bezdiren. Her ne kadar dile getiremese de, örneğin ortaokul sıralarındayken kız ve erkek öğrencilerin ayrı sınıflarda olduğu bir yerde bulunmaktan da hoşlanmıyordu. Sürekli erkek erkeğe olmaktan sıkıldığı gibi, beğendiği kızı hep uzaktan izlemekten mutlu değildi. Kendisinin ve onun gibi düşünen arkadaşlarının, hiçbir konuyu açıkça konuşamadıkları, endişelerini paylaşamadıkları, istemedikleri her neyse dile getiremedikleri bir dünyada olmaktan, huzursuzluk duyuyordu başlangıçta. Çevresinin temel prensiplerinden biriydi bu; bazı duygu ve düşünceler, prensip olarak bastırılıp dile gelmemeliydi. Nizamı bozan her bir düşünce ve şikâyet, önü alınamaz fenalıklara neden olabilir, dünyasına nifak tohumları ekebilir, davayı sahiplenenlerin azim ve kininin eksilmesine neden olabilirdi. Hemen herkesin istemediği bir şeylerin olduğu, ama hiçbirinin bunları dile getiremediği bir yerdi, muhiti. Ola ki itiraz edeceği tutsa, ağbilerinden biri hemen müdahale ediyor, isyan etmemesi gerektiğini hatırlatıyor ve uzun uzun konuşup ikna ediyordu.

Liseye geldiğinde, artık bir kaç yıl önceki tasaları kısmen ortadan kalkmış, her insan gibi o da yaşadığı dünyaya uyum göstermek zorunda kalmıştı. Çevresinin hazzetmeyeceği bir istek ya da düşüncesi olduğunda, yokmuş, hiç olmamış gibi davranmayı, en insani saikleri dahi inkâr etmeyi öğrenmişti. Görmek istediğini görüyor, görmek istemediğini ise görmüyordu. Eğer Allah isteseydi, onu da görürdü, demek ki görmeyip dile getirmemekte de, her şeyde olduğu gibi bir hayır vardı. Kıt kanaat geçinen ve her zaman sağ partilere oy vermiş ailesi, okumama kararına itiraz etmedi. Eline işini almalı, çoluk çocuğa karışmalı, evlilik çağını geçirip yoldan çıkmamalıydı ki doğrusu onun da hiç öyle bir niyeti yoktu. Davasının takipçisi olan partinin ilçe örgütünde hayırlı görevini ifa eden bir büyüğünün yanında, matbaada işe başladı. Getir götür işleri yapıyor, dizgi işini kıvırmaya çalışıyor, bir süre sonra iktidara gelecek dava partisinin ilçe teşkilatında giderek yükselen büyüğünün, diğer dava sahipleriyle sohbetlerini dinliyor, onlardan teşkilat işlerini öğrenirken, içten içe asıl yapmak istediğinin kutlu davayı sahadaki bir eylemci olarak sahiplenmek olduğunu fark ediyordu. Ne değerli büyüğü ve patronu ne de matbaaya gelen arkadaşlarından bir eksiği vardı. Akşamları zaman geçirdiği kıraathanede, gündüz duyduklarını biraz süsleyerek arkadaşlarına anlatıyor, yaptığı analizlerle giderek daha fazla dinlenilip takdir ediliyordu. Hemen her konuda görüşünü sormaya başlamıştı çevresindekiler. Parti toplantı ve konferanslarına katılıp söz almaya, heyecanlı çıkışlar yapmaya başlamıştı. İlk günlerin çekingenliğini üzerinden atıp halihazırda iyi tanıdığı dava çevresine sözünü dinletmeye başladıkça, ilçe örgütü yöneticilerince de sevilip aranmaya başlandı. Kısa süre içinde yalnızca matbaacılığı öğrenmekle kalmamış, dava partisi yerel örgütünün sevilen bir mensubu olmayı da başarmıştı. Çalışması, kıvrak zekâsı, davaya olan sadakati ve ikna gücü, diğerleri arasında kolaylıkla fark edilmesini sağlıyordu. Dava partisinin ilçe örgütünün yayın organında yazdığı ve 28 Şubat anılarını anlattığı kısa yazı dikkat çekmişti. 28 Şubat’ta henüz ortaokul öğrencisi olmasına karşın yaşadığı büyük çile ve adaletsizlikleri dile getiriş şekli, dikkat çekici bulunmuştu. O andan itibaren yalnızca dava için çalışan ve konuşan değil, aynı zamanda yazan bir yolcuydu, o kutlu yolda.

Partisiyle aynı davayı paylaşan tanınmış bir medya organında heyecanla yazdığı ve kapsamlı dil tashihi ardından basılan birkaç köşe yazısı, özellikle ‘Siyonizm’in panzehiri Necip Fazıl üstadı anlamaktır,’ makalesi çok tutmuş, dava partisinin tepe yöneticilerinin dikkatini çeker hale gelmişti. Artık daha çok düzenli köşe yazdığı gazetesindeki dava arkadaşlarıyla zaman geçiriyor; arada bir, patronunun sahip olduğu TV kanalına çıkarak değerlendirmelerde bulunuyordu. Bir davası olan parti, yıllar içinde diğer pek çok basın organını da hakimiyeti altına almıştı. Gerekli bir yönlendirmeydi bu; zira dava yolunda basın özgürlüğü gibi lüks bir takım sloganlara prim vermek kabul edilebilir tavır olmazdı. Ne bu düşünceleri ne de yazdığı gazetenin gerçeği tahrif etmeye yönelik yayıncılık anlayışını yadırgıyordu. Aksine, zamanında, daha lise yıllarında içselleştirdiği bir ayakta kalma üslup ve yönteminin, farklı koşullarda tekrarından ibaretti yaşadıkları. En somut gerçeklerin inkârını, olanın tam tersini iddia etmeyi, herkesin bildiğini görmezden duymazdan gelmeyi, gerçeği eğip bükmeyi öğreneli ve benimseyeli çok olmuştu. Dava için kazanmak, kazanmak için güçlü olmak, güç için fırsatları değerlendirmek ve zaaf sergilememek elzemdi. Sol ve laikçi çevrelerin yazı ve habercilik anlayışı, ancak kaybedenlerin yolu olabilirdi. Kutlu dava yolunda meşveret değil, azim, kararlılık ve sadakat önemliydi. Yalan diye bir şey yoktu yaşamında; hedefe varmak için yapılması ve söylenmesi gerekenler söz konusuydu ve gerçek, doğru tercihlerden ibaretti. Ortaokulda beğendiği kızı hep uzaktan izlemek zorunda kalışı, gönlünce gezip eğlenemeyişi, büyüklerinin telkinleri, koydukları engeller, çizdikleri sınırlar, evliliğine yönelik aile büyüklerince alınan karar... Bir anlamı vardı bu maceranın, alın yazısının, kuşkusuz. Bir görev için gelmişti dünyaya belli ki ve yoluna baş koyduğu dava, görevlerin en kutsalı, en anlamlısıydı. Allah böyle istemişti nihayetinde. Her tercihinde, şüphesiz ki bir hayır vardı...

Gazetede yöneticiydi artık. Patronun has adamı, tüm parti organizasyonlarının bilinen ismi, Çukurambar lokantalarının müdavimi, kulislerin en kritik figürüydü. Diğer basın organlarının da neredeyse tamamı kutlu davaya hizmet eder haldeydi artık. Aralarında göz yaşartıcı bir birliktelik, uyum vardı. Hemen her önemli konuda atılacak manşeti, diğer yayın yönetmenleriyle birlikte belirliyorlardı, dava yolunda. Dava gazetelerinin çoğu zaman aynı manşetlerle çıkması, gerekli olan birlik ve beraberlik duygusunun en latif sonuçlarındandı. O manşetler atılıyorsa, bir hayır olduğu içindi. Manşet, kaderdi en nihayetinde.

Yaşamı son üç beş yılda kökten değişmişti. Hali tavrı, kılık kıyafeti ha keza. İlk zamanların tedirginliği ve belli belirsiz mahcubiyetinden eser kalmamıştı. Dava partisine yakın sayılabilecek bir semtte, Hicret Tower’da hayli lüks bir rezidans dairesine taşınmıştı eşi ve aralarında birer yaş olan üç çocuğuyla. Memleket koşullarında akla hayale gelmeyecek bir ücret alıyor, her ne kadar son kuruşuna kadar hak ettiğini düşünse de, her gün Allah’a şükretmeyi ihmal etmiyordu. Eski Türkiye’nin vesayetçi basınının çalışanları ve gazetecileri büyük ölçüde işsiz kalmıştı ve o, meslektaşlarının bunu hak ettikleri konusunda kuşku duymuyordu. Her sabah erkenden uyanıyor, kahvaltının ardından şoförünün kullandığı dört çeker ile gazete bürosuna gidiyor, diğer medya organlarının yöneticileriyle eşgüdüm halinde yapılan haber toplantısı ardından öğle yemeği için dava partisinin çevresindeki bir etçiye gidip dava arkadaşlarıyla karnını doyuruyor, akşama dek bir iki toplantı, kulis sohbeti ve dava partisiyle gerekli istişareler ardından geç sayılabilecek bir saatte evine geliyordu. Görevini ifa ettiği zaman zarfında sıkıntılı günler yaşadığı olmuş, hepsinin üstesinden gelmeyi başarmıştı. En ciddi sorunu, aniden değişen siyasi havaya uygun keskin dönüşler yaparken yaşıyordu. Gerçi “Daha dün tam tersini söylemiştin,” deme ihtimali olan hiç kimseyle karşılamadığı ve diğer kardeş dava organları da aynı sorunları yaşadığı için, üstesinden gelmesi mümkün olabiliyordu. Üstelik, Allah istemese, o keskin dönüşler olmazdı. Şüphesiz fikir değişikliklerinde o anda bilinemez hayırlar vardı.

Ancak bazen gün içinde yaşanan ‘360’ derecelik dönüşler ve bu keskinliğin kutlu davaya zarar verme ihtimalinin, yorucu bir yanı vardı. Bakmayın, 360 derecelik dönüş dediğine; bu ifade, bir uluslararası ilişkiler ve siyaset dehası da olan dava profesörü siyasetçinin dil sürçmesinden ibaretti ve o gün bu gündür, diğer dava arkadaşlarıyla aralarında hoş bir latife haline gelmişti. En son, Balgat’taki bir balıkçıda içlerinden biri bu şakayı yapmış, diğerleri ince bıyıkları altından tebessüm ederek, konuyu kapatmışlardı. Ait olduğu dünyanın dikkat çekici niteliklerinden biri, şüphesiz ki mizaha olan düşkünlükleriydi. Gülmek, daha doğrusu gülümsemek, Sünnet idi nihayetinde.

Artık yalnızca köşe yazarı ve yönetici değil, aynı zamanda izlenen, şöhreti giderek yayılan bir TV tartışmacısıydı. Memleketteki ve özellikle dava camiasındaki genel eğilim sonucu, hemen her konuda yazıp konuşması kesinlikle yadırganmıyordu. Bu arada imarı değişecek bir köyden arazi satın alıyor, son anda kat izni verilen gökdelenlerde çok hesaplı daireler buluyordu. Çoluk çocuğunu düşünmek zorundaydı ve eğer Allah istemese, o imar değişikliği yapılmaz, o kat izinleri verilmezdi. Gazetesine reklam veren bir işadamının galerisinden yaklaşık yarı fiyatına dört çeker almış olmasından doğal ne olabilirdi? Her ne oluyorsa bir hayır vardı. Hemen her zaman devlet büyüklerinin gittiği camide kıldığı ve Hz. Ömer adaletini dinlerken çok duygulandığı bir Cuma namazı çıkışında sohbet ettiği dava müteahhidinin, “Hz. Peygamber devrinde dört çeker mi vardı ki?” sorusundan çok etkilenmiş ve dört çeker ile rezidanslara bakıp israfın haram olduğunu söyleyenlere, o güne dek neden bu güzide yanıtı vermeyi akıl edemediğine pek hayıflanmıştı. Sonraki ilk yazısının başlığı, “Dört çeker mümin olana şüphesiz haktır” olmuştu. Zenginlik haktı. Müminler zenginlikte birleşmeliydi.

Aslına bakılırsa en mutlu olduğu anlar, yurt dışı gezileriydi. Zirvedeki isimlerle az da olsa vakit geçirme şansı buluyor, bazen Hanımefendi ve değerli oğulları Beyefendi hazretleri ile de sohbet etme şansına erişiyordu. Gönlünce alışveriş yapabiliyor ve hatta bazen... Yalnız son gezide canı biraz sıkılmıştı bu yüzden. Akşam yemeğinden sonra, saat dokuz buçuk gibi, bir iki gazeteci arkadaşı ve davaya sadakat ile bağlı kimi iş adamlarıyla, uykularının geldiği gerekçesiyle otele gitmek istemişlerdi. Onları otele bırakan resmi araç, bir süre sonra arka koltukta unuttukları çantayı getirmek üzere döndüğünde, hiçbirini odalarında bulamamıştı. Bu durum ertesi gün dedikoduya neden olmuş, "Zemin katta arkadaşlarla birlikte hava almaya çıkmıştık" gibi şeyler söylese de, üstü kapalı eleştiri ve müstehzi gülümsemeleri engelleyememişti.

Basın mensubuydu. Yöneticiydi. Köşe yazarıydı. TV’nin aranan yüzlerindendi. Sokakta tanınıyordu. Görüşlerine değer veriliyordu. Değer vermeyenler laikçi, vesayetçi, elitist çapulculardı. Çok iyi geliri vardı. Malı mülkü giderek çoğalıyordu. Apaçık gerçekleri gizlemek, yalan haber yapmak, muhalifleri hedef göstermek, sürekli dil değiştirmek, bir gün ak dediğine ertesi gün kara demek... Daha ortaokul yıllarında çözmüştü, kendi içinde halletmişti gerçeklikle ilgili sorunlarını. Olan bir şey için "olmadı" demek, herkesin gördüğünü ‘görmemek,’ mümkündü. Bazen de gerekli. Yalan, iftira ve inkâr yoktu kutlu yolda ve her şey dava içindi, Dâr’ül Harb’te. Şüphesiz ki, her şerde ve şeyde, bir hayır vardı...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.