YAZARLAR

Kıbrıs'ın 'gaz meselesi' ve TSK’nın sözleşmeli er ve erbaşları

Milletin cepheye sürülebilmesi, tabii ki, yine bir ulus-devlet icadı olan ‘zorunlu askerlik’ sayesinde gerçekleşmişti. Sosyolog Pierre Birnbaum, ‘milletin devletleştirilmesi’ olarak adlandırdığı bu dönemi Fransız Devrimi ile başlatıyor. Devrim’in 1793’de ihtiyacı olan 300 bin askeri toplayabilmesi için ilan ettiği seferberlik, günümüze kadar gelen ‘her yurttaş bir askerdir’ anlayışının doğum tarihidir. Yurttaşlar artık savaş alanında eşitlenmiştir.

Yazılarımdan birisinde, Kıbrıs’la ilgili o bitmez tükenmez tartışmalardan birisi münasebetiyle sormuştum: “İyi güzel de acaba Kıbrıslılar bu konuda ne düşünüyor?”

Sorunun bugünlerde bir kere daha tekrarlanması gerekiyor. Biliyorsunuz, bugünlerde tartışma yine kızışmış durumda…

Bugünün tartışma konusu Kıbrıs açıklarında külliyetli miktarda olduğu söylenen hidrogazın sahibinin kim olduğu, kimin tarafından çıkarılması gerektiğine ilişkin. Cumhurbaşkanının unutulmayacak son konuşmalarından birinde (hani şu “Osmanlı tokatı”nın da hatırlatıldığı) Kıbrıs gazı meselesi bir kere daha öfkeli bir biçimde millete ve dünyaya izah edildi.

Dikkat ettiyseniz bu “gaz meselesi”nin ülke gündemindeki ömrü bir (bilemediniz iki) günü geçmedi. “Savaştayız gazın sırası mı şimdi?” diyorsanız haklısınız, ancak unutmayın ki bu “gaz meselesi”nin izahında da (artık hangi ölçekte olacak bilemeyiz) “savaş” eksik değildi. Ayrıca önemli olarak, dikkat ettiyseniz ülke “medyası” da konuyu gündemine almaktan sakındı veya kaçındı.

Bana göre işte geldi yine aynı soruyu dile getirmenin zamanı: “İyi güzel de acaba Kıbrıslılar bu konuda ne düşünüyor?”

Haksız mıyım? 30 bine yaklaşan askerle haklarını savunduğunuz Kıbrıslı Türkler herkesten önce kendilerini ilgilendiren bu “gaz meselesi” hakkında acaba ne düşünüyor,ne yazıp çiziyorlar?

Sorunun cevabını tahmin ediyorsunuzdur: Tabii ki bu konuda eskiden olduğu gibi yine kafa yoruyor, konuya gazetelerinde yine hak ettiği yeri veriyorlar.

Yine tahmin ettiğiniz gibi “gaz meselesi” Kıbrıslı Türkler tarafından konunun ortaya atıldığı ilk günden itibaren ele alınıyor, hak ettiği ciddiyetle inceleniyor.

Bu konuya ilişkin Kıbrıs basınında yayınlanmış kim bilir kaç yazı var. Değerli bir kalem olan Niyazi Kızılyürek bile tek başına konuyu kaç yazısında analiz etmeye çalıştı. Yeni Düzen gazetesi benzer konularda / sorunlarda olduğu gibi bu meseleye de kim bilir kaç sayfa ayırdı. Fazla uzağa gitmeye gerek yok, Yeni Düzen’in önceki günkü sayısında Sami Özuslu, konuyu “Böyle gaz olmaz olsun” başlığı altında bambaşka bir açıdan ele alıyordu. Yeri gelmişken şunu da hatırlatayım: Yeni Düzen aynı sayısında “Kıbrıs etrafında neler oluyor?” altında BBC Türkçe’nin söz konusu doğalgaz gerginliğine ilişkin hazırladığı hiç de fena olmayan bir dosyadan da okurlarını haberdar etti. Ama tahmin ettiğiniz (ve şahit olduğunuz gibi) bu dosyanın da içinde yer aldığı “doğalgaz krizi”ne ilişkin birçok gelişmeden Türkiyeli gazete okurları haberdar olamadılar… Gelişmeleri “süzgeçten geçiren” bir medya ile karşı karşıya olduğumuz muhakkak…

Gelelim bugün gözden geçirmeye çalışacağımız ikinci konuya: Yine eski bir yazımda, bu sefer “Şehitlik ve Mehmetçik” konusunu gözden geçirirken eskilerin Mehmetçik sözcüğünü hemen hiç denecek derecede az kullandıklarına dikkat çekmek istemiştim. Bu sözcük özellikle bugünlerde karşılaştığımız gibi son derece yoğun bir dolaşımda değildi. Eskinin savaşları konu edinen şairleri bile –erken dönemde- bu sözcüğü kullanmıyorlardı.

Başta Çanakkale Savaşı’nı konu edinen bir şair olarak Mehmet Akif’in kaleminden bile bu sözcüğün çıkmadığını söylemiştim. Atatürk başta olmak üzere dönemin eski asker devlet adamlarının söylevlerinde de karşılaşmamıştım. (Yeri gelmişken bir düzeltme yapmam gerekiyor: Mehmet Akif’in Çanakkale şiirinde yer alan şu dizeleri atlamışım: “Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl, / Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl, / Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; 0 Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.” Ama o kadar, şairin “Mehmetçik” sözüne başka bir şiirinde rastlamadım.)

Yani bidayette “Her yerde, her zaman söyledim, burada da söylüyorum, siz Mehmetçiksiniz, yani küçük Muhammed. İslam dünyasında hiçbir yerde askerine Mehmetçik adını veren bir başka ülke yoktur. Ecdadımız o kadar önemsemiş, o kadar sevmiş ki, askerimize küçük Muhammed anlamında Mehmetçik demiş” türünde bir söylev ya da açıklama yoktu. “Asker ocağı”nın “Peygamber ocağı” olarak anılmasının da bu dönemin ürünü olduğunu söyleyebiliriz herhalde.

Bu çerçevede Ali Bulaç’ın “Peygamberin asker ocağı yoktu; ordu savaş zamanı bir araya gelirdi” açıklamasını da hatırlatmıştım. Alıntılar yaptığım bu eski yazımda -yine “Mehmetçik”ten bahisle- “Onun için de şu anda birçok şehit veriyoruz ama bilesiniz ki toprağı vatan yapabilmek ancak şehitlerle mümkündür. Aksi takdirde hangi arazinin imar görmesi oradaki bazı işlemlere tabidir. Bu toprakların da vatan olması şehit kanlarıyla yoğrulmasıyla mümkündür” açıklamasını ise şaşkınlıkla karşılamıştım. Bu sözlerin bende şaşkınlık yaratması doğaldı herhalde: Bir tarafta “toprakların şehit kanıyla sulanarak vatan yapılması”, diğer tarafta ise “arazinin imar girmesi” gibi “kentsel dönüşüm”ü hatırlatan bir benzetme…

Mehmetçik” meselesiyle ilgili bir bilgi daha çıktı karşıma TSK’nın yayın organı olan Silahlı Kuvvetler Dergisi, Türk askeri için kullanılan “Mehmetçik” isminin nereden geldiğini açıklamış. Söz konusu dergide sorunun cevabı şöyle veriliyor: “Ocak 1912'de Trablusgarp'ta Tobruk Savaşında bir subayın yanında çarpışan Mehmet isimli asker şehit düştü. Onbaşı, subaya dönüp 'Kumandan Mehmet şehit düştü' diye bağırdı. Subay da 'Vah Mehmetçik, vah' diye karşılık verdi. Subayı duyan diğer askerler şehit düşen askerin ismini Mehmetçik sanıp 'Mehmetçik şehit düştü' diye bağrıştı. Arap askerler ise dilleri dönmediğinden, 'Muhammedçik, Muhammedçik şehit oldu' diye bağırdı. Alay yazısı da deftere 'ilk şehidimiz Mehmetçik' diye yazdı. O gün şehit düşen, gazi olan ama adı bilinmeyenlerin hepsine Mehmetçik denildi.”

Siz ne düşünürsünüz bilemem ama bu açıklama bana inandırıcılıktan biraz değil epeyce uzak geldi.

Milletin cepheye sürülebilmesi, tabii ki, yine bir ulus-devlet icadı olan ‘zorunlu askerlik’ sayesinde gerçekleşmişti. Sosyolog Pierre Birnbaum, ‘milletin devletleştirilmesi’ olarak adlandırdığı bu dönemi Fransız Devrimi ile başlatıyor. Devrim’in 1793’de ihtiyacı olan 300 bin askeri toplayabilmesi için ilan ettiği seferberlik, günümüze kadar gelen ‘her yurttaş bir askerdir’ anlayışının doğum tarihidir. Birnbaum’un adlandırması yerindedir. Yurttaşlara savaş alanında “Size savaşmanızı değil ölmenizi emrediyorum” emrini vermek artık devletin hakkıdır. Yurttaşlar artık savaş alanında eşitlenmiştir.

Bir bakıma Hasan, Hüseyin, Ahmet ya da Mehmet değildirler, hepsi artık birer “Mehmetçik”tir. Demek ki benzerleri gibi “Mehmetçikler”in olabilmesi en başta “zorunlu askerliğe” ve gerektiğinde devletin herkesi silah altına alma hakkına sahip olmasına bağlıdır.

Ancak biliyoruz ki, askerlik, yurttaşlık, silah altına almak gibi başlıklar “medeni dünya”da artık geride kalmıştır. AB ülkelerinin neredeyse tamamında zorunlu askerlik kalkmıştır. ABD’nin Irak’ta savaştırdığı askerlerin önemli bölümünün -muvazzaflar dışında- oturma izni alabilmek için cepheye gelen “yabancılar”dan oluştuğunu da öğrendik. Peki ya Türkiye’deki durum?

Türkiye bir taraftar, “bedelli”, “kısa askerlik” filan derken ve bu arada “Vicdani red”i bile kabul etmeden herkesi silah altına alırken öte yandan 2011 yılandan itibaren “sözleşmeli er” denilen yeni bir statü belirlemiştir. Bu çerçevede TSK ile ilgili önümdeki rakamlar şöyle: 3 bin 755 subay, 5 bin 375 astsubay, 13 bin 213 uzman erbaş, 20 bin 595 sözleşmeli er. “Sözleşmeli erler” en az ilkokul diplomasına sahip, askerliğini yapmış, belli fiziksel niteliklere sahip, 25 yaşını geçmeyen gençler arasından seçiliyor. “Sözleşmeli erler”görev aldıkları bölgelere göre 2254 TL’den 4003 TL’ye kadar aylık maaş alıyor, kendisi ve ailesinin sosyal güvenleri sağlanmış, 7 yıl sonunda üst sınırı 84.000 lira olan tazminat kazanıyor. Ortaöğretim diplomaları olanlarda askerlik hizmetini yapmış olmak şartı aranmıyor. Önümdeki “güvenilir kaynak” gazetede yer alan bilgilere göre, “sözleşmeli erler” Isparta’da Terörizmle Mücadele Eğitim ve Tatbikat Merkezi’nde yoğun komando eğitiminden geçiriliyor. Gazete haberi devam ediyor: “Zorlu komando eğitimi”, “Terör örgütlerine karşı tam teşekküllü eğitim”, “Sarp arazi ve kanyonlardan geçiş” vs.

Demek iki askerliğini yapmış, aranan kriterlere uygun, (herhalde) çoğunlukla bir meslek sahibi olamamış ve de tabii ki gelir düzeyi düşük, savaşmaya elverişli gençler “sözleşmeli erler” adı altında TSK’nın en savaşçı elemanları olarak yetiştiriliyor.

Bu durumda Tükiye’nin de artık ordusunu profesyonelleştirmiş olduğu haklı olarak öne sürülebilir. TSK artık muvazzaflar dışında “sözleşmeli erler” adı altında savaşmak mesleğine intisap etmiş giderek sayıları artan “Mehmetçikler” barındıran bir yapıya ulaşmıştır. Zaten dikkat ederseniz, Afrin harekatından gelen acı haberlerin dökümünde sayıları hiç de az olmayan “sözleşmeli er ve erbaşlar”dan sıkça (parantez içinde tabii) söz edilmektedir.

Son söz: Madem ki durum bu noktaya ulaştı, kaldırın o zaman “zorunlu askerliği”…