YAZARLAR

'Hayır'dan sonra - I

Önemli olan ceberrutça “Benim dediğim olacak” demeden sakin kafayla, akılcı, kamu yararını önceleyen biçimde ve üslupla konuşmaya başlayabilmek. Mecliste, bağımsız akademide, hür medyada, sivil toplum kuruluşlarında, kamuoyunda. "HAYIR"dan sonra.

Hâlihazırdaki yönetimden şikayetçi miyiz? Evet. O zaman bizi otoriterlikten totaliterliğe taşıyacak başkanlık referandumunda evet mi diyeceğiz? HAYIR. Pekiyi, 16 Nisan referandumundan "HAYIR"ı çıkartmak Kürt sorunu gibi kemikleşmiş sorunlarımızın çözüm yoluna girmesinde tek başına hayırlara vesile olur mu? Olması için, şimdiden konuşalım.

Hukukun üstünlüğü temeli üzerinde kurulu, laiklik-çoğulculuk-ademimerkeziyetçilik (Katılımcılık deyin isterseniz) taşıyıcı sütunları üzerinde yükselen, ortak çatımız olarak tam demokratik parlamenter bir cumhuriyet. Benim ideal tanımım bu.

ABD Anayasası ne diyor? “Life, liberty and pursuit of happiness”. Yani “Hayat, hürriyet ve mutluluğun peşinde gitmek hakkı.” Ama bu sırayla: Şiddet tekelini devrettiğiniz ve anayasal yurttaşlar olarak üzerinde her türlü denetim hakkına sahip olduğunuz devlet aygıtı, önce sizi hayatta tutacak, sonra özgür bırakacak, nihayet sizin gönlünüzden geçen biçimde mutlu olmanın peşinde gidebilmeniz için sizin yaşamanıza mümkün olan en az müdahalede bulunacak ve/veya o ortamın olanaklarını sağlayacak.

Bunlar senin ağzına büyük gelen laflar, sadede gel, diyebilirsiniz. O zaman şöyle düşünün: Galatasaray bir sezon ligin ilk yarısını onuncu sırada bitirmiş olsun, hayal bu ya, beni yeni teknik direktör yapmışlar. Başkan beni çağırıp, ne yapacağımı soruyor. Ben başlıyorum Galatasaray’ın 1905’te lisede kurulduğundan, Tevfik Fikret’ten, Çanakkale’ye gidip dönmeyen son sınıftan, Gündüz Kılıç, Metin Oktay, Brian Birch’le üç yıl üst üste şampiyonluk, 2000 UEFA kupası... Anlattıkça anlatıyorum. Başkan sözümü kesip “Bunları ben de biliyorum ne yapacaksın aslanım?” diye sormaz mı? “Takım hangi sistemde oynayacak, antrenmanlarda ne değişiklik öngördün, hangi oyuncular gidecek, kimlerin takımdaki yeri değişecek?”

Futbol analojisinden devam edersek, ben allame-i cihan olsam hemen ertesi gün, ligin ilk yarısını onuncu sırada bitirmiş takım benim istediğim futbolu oynar mı? Mümkün değil. Olsaydı şimdi “Igor Tudor, Igor Tudor, seni başımıza nereden yolladılaar” diye naralar atarak, dans ediyor olurduk. Bölüm bölüm oynayabilir, veyahut takımın belirli kısımları ilerler de, bir arada takım halinde arzu edileni yapamayabilir. Yani meşhur bloklar arası bağlantı da mühim, kondisyon da. Ama kalkıp hiçbir teknik direktör “Benim maç kazanmam için rakip kale iki metre genişletilsin” veya “Bize ofsayt çalınmasın” diyemez. İşte hukuk devleti de tam bu. Herkes için eşit işleyen kurallar ve kaymak gibi bir çim zemin.

Öyle de, Türkiye’de yargıyı ayağa kaldırmak belki doğru temel atılabilirse çeyrek yüzyıl sürer. Çünkü, her şeyden önce zihniyet dönüşümü meselesi. Yedek kulübesinden oyuna diri yargıç sokamayız. Ancak altyapıdan yetiştirebiliriz. Kendini devletin güvenliğini değil anayasal yurttaşın hakkını gözetmekle yükümlü görecek, en basitinden sanığa “Sen” diye hitap etmeyecek, üç metre yukarıda oturmayacak, ayrıca önünden bir yılda bine yakın dava geçmeyecek. Ama ha deyince yarın nasıl olacak bu işler?

Yine ama ha deyince yarın olacak işler yok mu? Var. Madem Siyasi Partiler Kanunu tek adamlığa yol açıyor, yarın atalım çöpe, daha önce bazı dönemlerde olduğu gibi Dernekler Kanunu ile devam edelim. Seçim Barajı? Konuşmayalım, düz hesap sıfır yapıp, geçelim. MGK’yı bir günde lağvetsek, yerine TBMM’de temsil edilen tüm partilerden yeminli birer asil birer yedek üyeyle Ulusal Güvenlik ve İstihbarat Komisyonu ihdas etsek?

Hatta Terörle Mücadele Kanunu. Bugün Avrupa Birliği’nin belli başlı ülkelerindeki mevzuata uyumlu hale getirsek, suç oranı mı artar ülkede? Terörle mücadelede sorun mu çıkar? Geçen günlerde vefat eden Kuzey İrlandalı siyasetçi Martin McGuinness’in bir 1970'li yıllarda IRA üniformalı fotoğrafına, bir de o fotoğrafın yanında 2000 yıllarda kraliçenin elini sıkarkenki resmine bakınız. Gülümsüyorlar ama çok mu seviyorlar birbirlerini? İşte siyasi uzlaşı bu. Siyasi uzlaşı, dostluk, kardeşlik, hoşgörü mavrası değil. Toplumsal sözleşme üzerinde anlaşmak demek. (Hepimizin bir takıntısı var: Benimki de “Yan yana değil, iç içe yaşamayı sürdürmek.” O bahse yarınki yazıda değiniyorum.)

Çoğulculuğa gelelim. Mütedeyyinlere fırsat eşitliği (Mesela başörtülü bir yargıç?), Alevilere inanç/ibadet özgürlüğü, Kürtçe ilkokul eğitimi... Dürüst olmam gerekirse, bugün bir davada karşıma başörtülü bir yargıç çıksa, içimden ben ve benim gibi düşünen pek çok sekülarist “1-0 yenik başladık” der. Ama o başörtülü yargıç daha ilk cümlesinden hukuk yaklaşımıyla önyargımızdan dolayı bizleri utandırabilir. Utandırmalıdır da. Bu 'ABD sıtayla' demokrasi olur. O zaman mesela bizdeki gibi anayasasında laiklik ilkesi yazılı Fransa’da, nüfusun ezici çoğunluğu Katolik de olmasına rağmen, ilköğretimde bırakın sınıf duvarına asmayı, öğretmene bile boynuna haç kolye takma izni neden verilmez?

Alevilere Cemevi. İdari yaklaşalım. (Zaten bütün sorunlarımıza kimlikçilik üzerinden değil, idari yaklaşalım.) Mesele nedir? İbadethane statüsü ve bedava su, elektrik. Bütçe hakkımız varsa vergi mükellefi adına hiçbir bedavacılık olmaz. Tek bir ateist yurttaş varsa diyelim 80 milyon nüfus içinde, o yurttaşın verdiği vergiden bütçeye nereye ne kadar gider ayrıldığının hesabını sorma hakkı yok mu? Öyleyse, bırakalım cemaatler kendileri halletsin bu konuları. Devlet, plazanın elektriğini nasıl tahsil ediyorsa, bütün ibadethanelerin yükümlülükleri de, olacaksa ayrıcalıkları da aynı olsun. Britanya’ya diplomatik pasaportla dahi giderken neden vize alınır biliyor musunuz? Çünkü Britanya’da tek tip pasaport var. Kraliçeden, meşhur 'sokaktaki adama' dek. Laiklik tanımı, kamu düzeninin ladinî olması değil mi? Bırakalım din yorumunu cemaatlere, dini yaşamayı bireylere. Hiç bir hükümet, “Şu köy Sünni oraya önce doğal gaz şebekesi gelecek, beriki Alevi oraya sonra.” der mi? Manda döneminde Suriye’yi yöneten Fransız hükümeti olsa belki.

İrlanda Cumhuriyeti, Britanya’dan ayrılıp, kurulduğundan bu yana bütçesine oranla anadilin korunmasına, canlı tutulmasına dünyada herhalde en fazla yatırım yapan bir ülke. Buna karşılık, halihazırda nüfusunun ancak yüzde beş oranında bir kesimi kendi dilinde yetkin biçimde yazıp, konuşabiliyor. Türkiye’de de Kürtler, bana göre haklı olarak, ilköğretimde anadillerinde eğitim talep ediyor. Bugün edinseler bu hakkı, yarın eğitime başlayacak durum yok.

Yarınki yazıda daha etraflıca ele aldığım üzere, bu sorunun da çözümü, katılımcılıktan, ademimerkeziyetçi idare reformundan, yerinden yönetimin güçlendirilmesinden, yurttaşın yaşadığı yerde, doğrudan kendini ilgilendiren konularda iradesinin karar alma sürecine yansıdığını görmesinden, kendi ürettiği kaynakların kullanımında söz sahibi olabilmesinden geçiyor. Tüm toplumu ilgilendiren sorun, eğitimin hangi dilde yapılmasından çok, kalitesi.

Tabiatıyla hazır, 'one size fits all' (herkese uyan), kolay yanıtlar yok tüm bu ve benzeri konularda. Önemli olan tüm bunları ceberrutça “Benim dediğim olacak!” demeden sakin kafayla, akılcı, kamu yararını önceleyen biçimde ve üslupla konuşmaya başlayabilmek. Mecliste, bağımsız akademide, hür medyada, sivil toplum kuruluşlarında, kamuoyunda. "HAYIR"dan sonra.

(Yarın: Kürt sorunu, katılımcılık, yerinden yönetim, ademimerkeziyetçi idare reformu...)


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.