YAZARLAR

Yanındayım

Toplumda kadına yönelik güzellik dayatması bu denli yoğunken… Toplumun her kesiminden herkes kadın bedenini oturduğu yerden nesneleştirir, yargılarken… Pek bir fiziki dezavantajı olmayan her yaştan kadın sıklıkla özgüven, değersizlik duygularıyla boğuşmaya itilirken, yüzünü kaybetmiş bir kadının psikolojisini anlamaya yaklaşabilir miyiz?

Bir yakınınızın, çok sevdiğiniz birinin hayatını mahvedebilecek, yanlış bir karar aldığı, sizin de tüm çırpınışlarınıza rağmen buna engel olamadığınız bir durumu mutlaka yaşamışsınızdır. Bir kez de değil muhtemelen, defalarca. İnsanın tek ve biricik hayatıyla yapmayı en iyi becerebildiği şeylerden biri, onu bir hatalar antolojisine çevirmek çünkü.

Hatalar yelpazesi çok da geniş. Bazısı çektirdiği dişi durmadan diliyle yoklar gibi, katilin değil üstelik sağ çıkmış kurbanın cinayet mahalline dönmesi gibi, “hayatının hatası”nı düzenli biçimde tekrar eder durur. Kimi insansa okyanusu geçip derede boğulur. Yıllarca hayatını idare ediş biçimine hayranlıkla, gıptayla yaklaştığınız biri, bir bakarsınız size saçma sapan görünen bir noktada öylesine çuvallamış ve oradan çıkamıyor ki, asabınız bozulur. Bazı insanları yaptıkları bir tek hata ömür boyu kovalar, bazılarıysa kendi imkânlarıyla durmaksızın aynı hatayı kovalar. İnsan hata yapan bir yaratıktır.

Başkalarının hatalarını, bir mesafeden, kendimizinkilerden çok daha iyi görebiliyoruz çoğunlukla. İşin içine duygular, zaaflar, korkular, kaygılar girmediği zaman o “içinden çıkılamaz” şahsi gerçekler oldukça yalın çünkü. Hele de biraz gözlem ve yapı görme becerisine sahipseniz, bir yakınınızın, hatta birkaç saat yakından sohbet ettiğiniz birinin “favori hatası”nı bir çırpıda görebilirsiniz. Ama kendi hatalarınıza aynı doğrudanlıkla yaklaşmanız çok zordur. Yaklaştınız diyelim, hatanızı görmeniz sorunu çözmenizin garantisi değil. Duygular, korkular, zaaflar temalı “Kapalıçarşı”dan herkeste bir tane var. İnsanız, yanılırız. Kendimizi daha iyi tanıdıkça hata yapmamayı değil hatalarımızı yönetmeyi daha iyi öğrenebiliriz belki.

Durum ne olursa olsun, insan insana lazım. En kendi derdini kendi çözme uzmanı olanlarımız bile zaman zaman sıkıntılarını paylaşabileceği bir omuza ihtiyaç duyuyor. “Omuz” diyorum, çünkü bence bize bir derdini anlatan bir yakınımıza sunabilecek, soyut veya somut, “en iyi yerimiz” bu.

İnsanlar bazen kendilerini onaylamak, bazen iç döküp rahatlamak, bazense gerçekten akıl fikir almak için dertlerini paylaşır. Çok dikkatlice, şefkatli biçimde verilmiş de olsa, verilen aklı hemen hayata adapte etmek mümkün olsaydı zaten baştan o hatalar da yapılmazdı. O nedenle “dert sabırsızı” olmamak gerek, “ben demiştim” zaten yakınlık sözlüğünde yer almaması gereken bir söz. Biri bize bir şey anlatmaya başladığında hemen kendi dertlerimizi dökmemiz ya da “ah dünyada neler var” demekse en fenası, en sık da bu yapılır.

Düzenli okuyanlar bilir. Bu yakınlık ve yanındalık meselesi üzerine sık sık düşündüğüm bir şey. Bunca zor bir dönemde kendimize merhem yetiştiremezken başkalarına yetişebilme becerimiz de sakatlanıyor. Dolar olmuş 14 ve şahsi dertlerin var demek, aman da aman. Tuvalet kâğıdı bile insan hayatından daha saygıyla yaklaşılan bir nesne halini almışken, herkes kendinin saatli bombasına dönmüşken, çok zorlaştı bu yakınlık, paylaşım işleri. “Sabrım var ama bana kadar,” halini aldı biraz durum.

Başsağlığı dilekleri, sosyal medya moderatörlüğünde uçuşan balonlarla kutlanan özel günler var, şükür. Dert takibi yok denebilecek kadar az. En yakınlarımız için durumumuz buyken, sosyal medya aracılığıyla sürekli dâhil olabildiğimiz öteki hayatlara dair söz söyleme özgüvenimizse, tavan.

Bu adaletsizlikler düzeni sosyal medyanın hayatımızdaki yerini ve değerini çok yükseltti. Ülke nüfusunun umuyorum yarısından fazlası benzer dertleri paylaşırken, sağlıklı “bizlik” durumlarının ne toplumsal ne de siyasal düzeyde pek de inşa edilemediği bir ülkede bu da çok doğal. Herkesin gün içinde savcı, hâkim, doktor, ekonomist, kayropraktist olabildiği bir akışta “yanındayım/yanındayız” sözünün bir başka, oldukça politik bir anlamı da var ama. Görmezden gelinenin, haksızlığa uğrayanın, hayatı, yaşam hakları elinden alınanın yanında olduğunu belirtmemiz, bu gidişata sessiz kalmamanın bir yolu olarak önem taşıyor. Yoksa “yalnız değildir” dediğimiz kimselerin eninde sonunda, yaşadıkları trajedide yapayalnız olduklarını biliyoruz hepimiz. Belki de onlardan çok, bizim ihtiyacımız var bu söze. “Yalnız değildir/yanındayız” dediğimizde aslında “yalnız değiliz” demiş de oluyoruz. Ne olursa olsun, önemsiz değil.

Bu kadar insan aşağı yukarı benzer biçimde kendini yalnız, kaygılı hissediyorken bundan şefkat ve empati lehine öğrenebildiklerimizin sınırlılığıysa biraz endişe verici.

18 yaşındayken Ozan Çeltik adlı erkeğin asitli saldırısına uğrayan Berfin Özek’in uzun ve tartışmalı bir süreçte, şikâyetini geri çekmesinin de katkısıyla, salıverilen saldırganla evlenmesi dünden beri basının ve sosyal medyanın gündeminde. Habere verilen tepkiler yazıyı yakınlık, yanındalık, empati ve başka hayatlara dair söz söyleme meselesinden ilerletmeme neden oldu.

Hemen hemen bütün haberler “evlendi!” biçimindeydi. Ekte imza atan çiftin “mutlu” nikâh fotoğrafı da durumu açıklamaya yeterli görünüyordu. Demek ki bir kadın daha potansiyel katiliyle evlenmişti. Demek ki aslında kadınlar bu manyakları istiyordu. “Daha da kılımı kıpırdatmam”, “kadının esas düşmanı yine kendisi”, “artık ölse bile sesimi çıkarmam valla” gibi dehşet verici yorumlarla kaplandı her yer.

Olayı bu biçimde değerlendirenlere şunu sormak gerekir: Öncelikle, konu hakkında iki yorum yapmış olmak bizi bir insanın kaderinin hâkimi tayin eder mi? Yazdığımız iki cümle “boşa gitti” diye bu kadar dehşet ve hayal kırıklığına kapılırken, bedeni ve hayatı onulmaz biçimde yaralanmış bir genç kadının sağlıklı davranmasını nasıl bekleyebiliriz? Daha önemlisi de şu: Bu toplum her durumda mağduru suçlamaya, “onlar da hak ediyor işte” demeye neden bu kadar meyilli? Mağdurları zaman zaman potansiyel cellatlarıyla evlenmeye kadar itecek kadar yalnız hissettiren, biraz da bu tür yargılayıcı tepkiler değil mi?

Berfin'in yüzünü asitle yakan Casim Ozan Çeltik

 

Berfin’in içinde bulunduğu ruh halini, olay anından bugüne yaşadıklarını anlamaya yaklaşamayız bile. En yakınlarımızın görece bildik deneyimleri karşısında bile yargılayıcı bir dil kullanmamak için kendimizi tutmamız gerekirken, bu hayal etmekte zorlanacağımız dehşetin psikolojisini kolayından çözmemiz mümkün değil.

Toplumda TV dizilerinden sosyal medyaya, reklamlardan işyerlerine, kadına yönelik güzellik dayatması bu denli yoğunken… Çakmakla kirpiğinizi yakacak olsanız ya da birkaç kilo aldığınızda neredeyse bunalıma girerken… Toplumun her kesiminden her erkek kadın bedenini oturduğu yerden nesneleştirir, yargılarken… Kadınlar birbirini de bu bakımdan yargılayıp etiketlemeye, erkek gözünden görmeye maalesef çoğunlukla çok hazırken… Hemen hemen herkesin temasının kadın bedeni üzerinden güzellik, seksilik olduğu ve kadını acımasızca kalıplara sokup yargılayabildiği hâlâ bunca erkek ve zalim dünyada… Çocuk evliliklerini teşvik eden, kızlı erkekli her ortamdan rahatsız olup ahlak, namus kisvesi altında sürekli ahlaksızlık üreten, namusu kadın bedeni üzerinden tanımlayan bir düzenin gölgesi altında… Tüm bu kaos içinde pek bir fiziki dezavantajı olmayan her yaştan kadın sıklıkla özgüven, değersizlik duygularıyla boğuşmaya itilirken, yüzünü kaybetmiş bir kadının psikolojisini anlamaya yaklaşabilir miyiz?

Aynaya bakmasına bile gerek yok, dışarı adımını attığı anda tüm dünyanın ayna kılındığı bir genç kadının bu pis rekabet ortamındaki ruh halini gerçekten, nasıl kolaylıkla yargılayabiliyoruz? Sırf bu açıdan bakınca bile akıl alır gibi değil.

Ki daha pek çok açı var, bakılacak… Büyük bir şiddete, travmaya maruz kalmış insanların korku, kaygı ve çelişkilerini anlamak hiç de kolay değil, yargılamamaksa elzem. Dayanışma öyle şartlı şurtlu, bugün var, yarın yok bir şey değil. “Yanındayım” demek de bir kararı onaylamak değil. Bizler başka hayatların onay mevkiinde değiliz.

“Berfin’in yanındayım,” demek, yarın öbür gün şu veya bu nedenle, umarım en kötüsü olmadan, bu evlilikten çıkmak isterse geçmiş kararından “utanmamasını” sağlamak için gerekli mesela. Berfin veya bir başka kadının hayatının ya da ölümünün hesabının, kendilerinden değil, faillerden ve bu bozuk düzenden sorulabilmesi için gerekli.

Bir genç kadının hayatını mahvetmiş bir adam, kadın şikâyetini geri çekmiş olsa bile, nasıl kolayca salıveriliyor? Sorulması gereken ilk soru buyken, yargılayıcı gözleri çekelim Berfin’in üzerinden…

Başka hayatların yargıcı değil ancak iyi birer gözlemcisi olabileceğimizi, maruz kalanları değil failleri ve düzeni suçlamayı, diğer türlüsünün sadece zalimlerin işine yaradığını tekrar tekrar anlatmak ve anlamak, anlamak gerek… Berfin’in yanındayım, daima.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.