Vesayetin ve itirazın sarkacında işçi sınıfı hareketi

Cumhuriyet’in 100 yılını geride bırakırken, işçi sınıfının da filmi geri sarmasına, tarihin bilgisine başvurmasına, 'Ne yapacağız?' sorusuna tarihten yanıt bulmaya çalışmasına ihtiyaç var.

Google Haberlere Abone ol

Zafer Aydın*

Cumhuriyet'in yüz yıllık tarihi içinde işçi sınıfı hareketi, çatışmasızlık-çatışma, teslimiyet- itiraz, örgütlenme- örgütsüzlük, vesayet altında olmak-bağımsızlık, sınıf-sınıfsızlık gibi çelişik, karşıt kavramların biçimlendirdiği kültürel, politik bir atmosferde var oldu. Cumhuriyet'in kuruluşunun ilk yıllarından egemenler ellerindeki güç ve zor aygıtları ile çalışma yaşamını çatışmasızlık ya da olabildiğince az çatışma üzerine kurguladılar. “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” yaklaşımına ve “milliyetçilik” ideolojisine yaslanarak sınıfsal dinamiklerin gelişme temelini zayıflatma çabası içinde oldular. Buna işçilerin kolektif olarak kullanacağı sendikalaşma, grev gibi hakların engellenmesi eşlik etti. Çıkarılan engellerin temel yöntemi ise yasaklamaydı. Yasaklar, 1936 yılında çıkarılan İş Yasası ve 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu ile hukuksal zemine taşındı.

İş Yasası’nda grev yasaklandı. Grev yapan işçinin hapisle cezalandırılması hükmü getirildi. Buna karşın aynı düzenlemede asgari ücret, kıdem, tazminatı, sosyal güvenlik gibi bireysel haklar konusunda biraz daha cömert bir tutum ortaya kondu. Bu yüce gönüllü davranışın arkasında ise dönemin CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in ifadesiyle “sınıfçılık şuurunun doğmasını engellemek” vardı. Fotoğrafı tamamlayan bir başka gelişme ise 1947’de çıkarılan sendikalar kanunu çerçevesinde, sendikaların “rejimin milliyetçi karakterine” uygun biçimde hizmet görmesini amaçlamak oldu. Bu amaca uygun bir biçimde sendikalar kurduruldu ve dizayn edildi. Böylece devletin kurucu partisi CHP, çalışma yaşamında yasak, lütuf ve vesayet üzerinden üç ayaklı bir sistem inşa etti.

Demokrat Parti’nin (DP) iktidarda olduğu yıllarda da mevcut sistem, takviye edilerek itinayla işletildi. 50’li yıllarda belirgin biçimde görünür hale gelen yasak, lütuf ve vesayete dayalı rejim 100 yıllık tarihte farklı kalıplarda, farklı düzenlemeler içinde süreklilik kazandı. Tasarlanmış ya da daha popüler ifadeyle söyleyecek olursak, toplumsal mühendislik ürünü olan bu rejimde, her dönemde gedikler açıldı, direnişler, çatışmalar ile kırılmalar yaratıldı. 1960 ile 1980 arasındaki dönem ise yukarıdan biçimlendirme çabalarında en büyük kırılmanın yaşandığı yıllar oldu. İşçi sınıfı hareketi bu dönemde örgütlenme ve mücadelesiyle sınıfı yok sayan yaklaşımlara, yasaklarla yaratılan kuşatmaya ve işçileri kontrol altında tutma anlayışına karşı güçlü bir itiraz ortaya koydu. Bu dönemde işçi sınıfı lehine elde edilen sarsıcı sonuçlar 80 ve 90’lı yıllarda sendikal hareketi olumlu yönde etkileyen faktörler arasında yer aldı.

1960-80 arasındaki dönemde işçi hareketinin yarattığı etkide siyasi örgüt olarak, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) büyük payı oldu. TİP, “Türkiye’de ezilen işçi sınıfının haklarını korumak üzere” 13 Şubat 1961 tarihinde sendikacılar tarafından kuruldu. İşçilerin kendi sınıf kimlikleri ile siyasete müdahil olması hedefini taşıyan TİP, Mehmet Ali Aybar’ın 1962 yılında genel başkanlık görevini üstlenmesinin ardından aydınlarla işçilerin buluştuğu bir zemin haline geldi. 1965 seçimlerinde Meclis’te temsil imkanı bulmasıyla birlikte de hem TİP’in işçiler arasındaki etkisi büyüdü hem de işçilerin toplumsal süreçlere sınıfsal/siyasal müdahale kapasitesi arttı. 12 Şubat 1967 tarihinde kurulan DİSK ise Türkiye sendikal hareketi içinde 40’lı, 50’li yıllar boyunca çeşitli zaman ve zeminlerde varlığını belli eden anlayış farklılığının doğurduğu bir örgüt olarak sahne aldı. DİSK, Maden-İş, Basın-İş, Lastik-İş, Gıda-İş, Türk Maden-İş (Zonguldak ) sendikaları tarafından Türk-İş’ten kopularak kuruldu. Bu kopuş, devletçi- milliyetçi, vesayetçi güdümlü sendikalarla yolunu ayırmak anlamına geliyordu. DİSK sendikal mücadeleyi sınıf mücadelesi içinde gören anlayışla, işçilerin ekonomik, demokratik hakları ve haysiyeti için mücadele eden bir kimliğe sahipti. DİSK sahip olduğu kimlik, anlayış ve eylemiyle dönemin etkili dinamiklerinden biri olma özelliği kazandı.

İşçi sınıfı hareketini yukarıdan biçimlendirme çabalarına en sağlam itiraz, 60’lı ve onu izleyen yıllarda geldi. Bu itiraz yasak-lütuf -vesayet rejiminde yarattığı kırılmanın yanında işçi sınıfının eylemiyle “biz buradayız” mesajını taşımaktaydı. İşçi sınıfının “meydan okuduğu”, “kafa tuttuğu” günler Türkiye’nin sosyal ve siyasal tarihinin en özgün, özel, farklı dönemiydi. Toplumun bütün kesimlerini etkileyen dönem, aydınlanma, hak arama bilincinin gelişmesi, politikleşme ve militanlaşma olguları ile karakterize oldu. Toplumun tüm kesimlerini biçimlendiren bu olgularla işçi sınıfı hareketinin de mücadele araçları, talepleri çeşitlendi. Toplumsal ve ekonomik süreçlerle müdahale imkanları arttı.

'SINIF EKSENLİ AYDINLANMA'

1961 Anayasası ile sağlanan özgürlük ortamı kültürel hayatı derinden etkiledi. Demokrat Parti döneminde baskı altında tutulan fikirler ve kültürel ürünler bir anda ortaya çıktı. Çok sayıda telif ve çeviri kitap yayınlandı. Toplum sanatla, edebiyatla, şiirle, tiyatroyla tanıştı. Oluşan kültürel atmosferde meydana çıkan ürünlerin büyük kısmının odağında, toplumsal eşitsizlikler, adaletsiz uygulamalar, hak ihlalleri ve sınıf farklılıkları yer alıyordu. Zafer Toprak’ın ifadesiyle yaşanan 2. Aydınlanma Dönemi'ydi ve bu dönemi karakterize eden ise sınıf olgusu ve sosyal devlet fikriydi. İnsanlar büyük bir susamışlık içinde romana, öyküye, şiire yönelirken, yutarcasına gazete, dergi okuyordu. İşçilerin de bir kısmı bu kültürel iklimin etkisi altında düşüncelerinde niteliksel bir dönüşüm yaşadılar. Soru sormaya, belli bir merkezden pompalanan bilgileri sorgulamaya başladılar. Dönemin devrimci sendikaları ve kurulduktan sonra DİSK ile TİP, işçilerin aydınlanmasında önemli roller üstlendi. Yine fabrika önlerinde, sendika etkinliklerinde oyunlarını sahneleyen, Ali Özgentürk, Işıl Özgentürk, Mehmet Ulusoy gibi isimlerin kuruluşunda yer aldığı Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’nu da, köşe yazılarıyla Çetin Altan’ı roman ve öyküleriyle Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Fakir Baykurt gibi edebiyatçıları da işçilerin yaşadığı niteliksel dönüşümde rol oynayan aktörler arasında saymalıyız. Aydınlanma döneminde uyanış yaşayan işçiler bir yandan sendikal mücadelede aktifleşirken, bir yandan şiir yazmaya, tiyatroyla ilgilenmeye başladılar. Sendikalar, TİP ve Kartal İşçi Birliği (İstanbul Bölgesi Umum İşçi Birliği) gibi örgütlenmeler işçilerin bu ilgilerini teşvik ettiler, ürünlerini sergileyebilmeleri için imkanlar yarattı.

İşçilerin aydınlanma sürecinde öne çıkan ilk kavram “hak” oldu. Kavramla bağlantılandırılan ilk talep de grev hakkı. 31 Aralık 1961 tarihinde Saraçhane’de İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB) tarafından düzenlenen miting, işçi sınıfının grev hakkı için güçlü ve etkili ilk eylemiydi. 100 bin civarında işçinin katıldığı mitingin önemli bir özelliği de, Anayasa’da yer alan grev hakkının yasal düzenlemeye kavuşturulmaması durumunda, fiilen grev yapılacağının mesajının verilmesiydi. Bu mesaj hem mitingde yapılan konuşmalar hem de mitingin sonuç bildirgesi niteliğinde işçilerin alkışlarla onayladığı metin yoluyla iletildi. Mitingde ortaya konan “fiili grev” vurgusunun kaba bir tehdit olmadığı ise 28 Ocak 1963 tarihinde, İstanbul İstinye’de kurulu Kavel Kablo Fabrikası’nda 220 işçinin başlattığı grev ile ortaya çıktı. Maden-İş Sendikası tarafından başlatılan greve, işçilerin ikramiyelerinin ödenmemesi yol açtı. 36 gün süren, çapının çok üzerinde bir etki yaratan Kavel grevi, yasak-lütuf-vesayet rejimine, yani sınıfın yukarıdan biçimlendirme çabalarına karşı sonuç alıcı ilk eylem oldu. Kavel grevi, Anayasa’da grev hakkı tanınmış olmasına rağmen, İş Yasası’nda grev yasağının sürdüğü bir ortamda ve grev yapan işçinin hapisle cezalandırılacağı hükmüne rağmen yapıldı. Yani yasak tanınmadı ve delindi. İkinci olarak grevle birlikte “hak” ve lütuf” kavramları üzerinden sınıfsal bir tartışma yaşandı. İşveren, ikramiyeyi bir atıfet, bağış olarak görüyor ve ödenmesinin tamamen kendi inisiyatifinde olduğunu ileri sürüyordu. İşçi kesimi ise ikramiyeyi bir hak olarak kabul ediyor, üstelik 1957’den itibaren ödenmesi nedeniyle de bunun müktesep hak olduğunu savunuyordu. Grev lütuf kavramını, lütufçu yaklaşımları geri plana iterken hak kavramını, hak temelli mücadeleleri öne çıkardı. İhtilafa, işveren ikramiye ödemesini işçilerin Maden-İş’ten istifa edip, Çelik-İş’e geçmesine bağlamıştı. Grev sonunda bu şantajın boşluğa düşmesi, işçilerin sendikal tercihine işverenin müdahalesinin önünün kesilmesiyle vesayet altındaki sendikalara karşı da bir zafer kazanıldı. Böylece Kavel grevinin, yasak-lütuf- vesayet rejiminde önemli bir gedik açtı. Açılan gedik, hak temelli örgütlenme ve mücadele pratiklerinin gelişmesini getirdi.

Hak kavramı ve bunun etrafında gelişen hak arama mücadeleleri işçilerin onurlarını koruma mücadelesine de fonksiyon kazandırdı. İşçilerin, çalışma yaşamında insan onuruna yakışır muamele görme talebi ve mücadelesi ile işe giriş çıkışta hırsız gibi aranma, amirlerin karşısında esas duruşta durma gibi uygulamalara son verildi.

HAK VE ÖZGÜRLÜK İÇİN MİLİTAN MÜCADELE

Hak arama mücadelesi ile kazanılan deneyim, gelişen özgüven, oluşan eylem repertuarı işçileri bir uçta politikleşmeye diğer uçta militanlaşmaya doğru götürdü. İşçilerin politikleşmesinin bir boyutu siyasi parti üyeliği ile anlam kazanıyordu. Burada öne çıkan parti ise TİP’ti. Elbette TİP’e üye olanlar, işçi sınıfı içinde azınlıktaydı, ancak sendikal hareket içinde ve eylemlerde etkin, hatta belirleyici roller üstlenen öncü işçilerdi. İşçilerin politikleşmesinde daha güçlü gösterge ise sendikal örgütler aracılığıyla ve eylemiyle siyasete müdahil olunmasıydı. Bu dönemde grev hakkı için yapılan 1961 Saraçhane Mitingi ve 16 Eylül 1976 tarihinde başlayan DGM (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) Direnişi işçi sınıfının doğrudan siyasal talepli eylemleri kategorisi içinde yer almaktadır. DİSK’in kararıyla gerçekleşen 6 gün süren DGM Direnişi işçi sınıfının demokrasiyi savunma, demokrasinin sınırlarını genişletme eylemi olarak da özel bir önem kazandı. Çünkü bu eylem işçilerin ekmek mücadelesiyle, demokrasi arasındaki illiyet bağının kurulmasına dair somut bir örnekti. Yine bu dönemde işçilerin sendika seçme özgürlüğünü savunma eylemi olarak gündeme gelen 15-16 Haziran 1970 Direnişi de sonuçları itibariyle sınıfın siyasal eylemiydi. Sendika seçme özgürlüğü için kavgaya giren işçilerin muhatabının hükümet ve TBMM olması eyleme bu özelliği kattı. Ayrıca gericilerin, devletin kanatları altında gerçekleştirdiği saldırısıyla Türkiye tarihine “Kanlı Pazar” olarak geçen “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü” (16 Şubat 1969) de sınıfın siyasal eylemleri arasında sayılabilir.

“Hak” ve “haklılık” kavramları üzerinden örgütlenen işçi eylemleri yasaları değil, toplumsal meşruiyeti esas almaktaydı. 1961 Anayasası’nda yer alan kimi düzenlemeler de toplumsal meşruiyete hukuki dayanak olarak ileri sürülüyordu. Ama sergilenen tutum biçimsel bir dayanak arayışının ötesinde içselleştirilmiş bir yaklaşımdı. Zira o dönemde baskın olan “Anayasacı çizgi” işçi örgütlerinde de etkiliydi.

Kavel’den başlayarak genişleyen fiili mücadeleler işçilerin militanlaşma eğilimini kuvvetlendirdi ve işyeri işgallerini doğurdu. İşyeri işgal eylemleri işçi sınıfının militanlaşmasının en önemli göstergesiydi. İşçileri işyeri işgaline götüren sürece devletin ve sermayenin DİSK’ten kurtulma arzusu yol açtı. DİSK’in kurulduğu andan itibaren bağımsız, mücadeleci çizgi sergilemesi ve sendikal mücadeleyi sınıf mücadelesi içinde gören bir anlayışa sahip olması egemen çevrelerde rahatsızlık yarattı. DİSK’i etkisiz hale getirmek için devlet, sermaye ve sarı sendika üçlüsü, üye çoğunluğu DİSK’e ait olmasına rağmen çeşitli sahtekarlıklarla, sarı sendikaları muhatap haline getirmeye çalıştılar. Bu sahtekarlıklara karşı ne bakanlıklara yapılan itirazlardan ne de mahkemelere yapılan başvurulardan sonuç alınabiliyordu. İşyeri işgalleri tam bu noktada işçi sınıfının sendika seçme özgürlüğünü savunma, iradesine sahip çıkma eylemleri olarak gündeme geldi. 4 Temmuz 1968’de gerçekleşen Derby Lastik Fabrikası işgali, bu eylem zincirinin başlangıcını oluşturdu. İşgal sırasında fabrikada hakim gözetiminde yapılan referandumda işçiler, işveren güdümündeki Kauçuk-İş karşında açık ara Lastik-İş Sendikası'nı tercih ettiler. Başarıyla sonuçlanmış, kazanılmış Derby işgalinin açtığı yoldan, Kavel (Eylül 1968), Singer (Ocak 1969), Demir Döküm (Ağustos 1969), Sungurlar Kazan (Mayıs 1970), ECA (Mayıs 1970) işçileri ilerledi, fabrikaları işgal ettiler. İşçiler polis ve askerler eliyle direnişi kırma girişimlerine karşı da kararlı bir duruş sergilediler. Güvenlik güçleriyle çatışarak haklarına ve sendika seçme özgürlüklerine sahip çıktılar.

İşgal eylemleri, işyerlerinde işçi iradesinin tersine sonuç elde etmenin mümkün olmadığını göstermişti. Ancak egemenler sınıf hareketini kontrol altına alma, kendi tercih ettikleri sendikaları muhatap haline getirme sevdasından vazgeçmemişti. Bu kez sorunu kökten halletmek üzere yasa değişikliği gündeme geldi. Türk-İş, Adalet Partisi ve CHP üçlüsünün ortak çabasıyla gündeme gelen düzenleme genel olarak işçilerin sendika seçme özgürlüğüne müdahale anlamına gelirken, özel olarak da DİSK'i zayıflatmayı, ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Yasal düzenleme sendikalar ve konfederasyonlar için yüzde 30'a tekabül eden bir oranda baraj koyuyordu. Barajı aşamayan sendika ve konfederasyonun varlığı sona erecekti. Bu durum iktidar temsilcileri tarafından da "Türk-İş'ten başka konfederasyon kalmayacak" açıklamasıyla açıkça ifade edilmişti. Yasaya karşı DİSK'in öncülüğünde bölgesel genel greve gidildi. İstanbul ve Kocaeli'nde üretimi durduran işçiler sokaklara çıkarak kitlesel gösteriler düzenlediler. Polis ve askerin engelleme çabalarına ve saldırılarına karşı direndiler. Yaşanan çatışmalarda üç işçi polis kurşunuyla öldürülürken bir polis de yaşamını yitirdi.

15-16 Haziran sınıfın militanlaşmasının temel göstergesi olan işyeri işgalleri içinde mayalandı. Militanlaşma sürecinin de bir üst aşaması oldu. Eylem işçi sınıfını yukarıdan kıyafet giydirme, kalıba sokma girişimine karşı, Cumhuriyet tarihinin o zamana kadarki en kitlesel direnişi oldu. Sokağa çıkan işçiler, toplumun çeşitli kesimleriyle birleştiler. Böylece hem eylemin gücü ve etkisi arttı hem de eylem toplumsal hareket özelliği kazandı. Eylemle, işçi sınıfı önemli bir güç olarak toplumsal aktörlerin, devletin, askerin dikkat merkezine oturdu. İşçi sınıfını hesaba katmadan adım atılamayacağı gerçeği ortaya çıktı. CHP, yasaya verdiği desteği geri çekerek, Senato'da düzenlemenin karşısına geçti. CHP’nin işçi sınıfının gücünü keşfetmesi sonucunu doğuran bu tutum değişikliği, Partinin 70’li yıllarda izlediği sosyal kimliklere seslenme siyasetinde de etkili faktörlerden biriydi. 15-16 Haziran sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitleyiz yaklaşımına karşı güçlü bir itirazdı. Bu nedenle 12 Mart darbesi, sınıf dışılıktan sınıf , çatışmasızlıktan çatışma zemine kayışa tedbir olarak devreye sokuldu. Dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç da “sosyal gelişmenin ekonomik gelişmeyi aştığı” tespiti ile buna işaret etmişti.

12 Mart ile kısa bir sessizlik dönemi yaşayan işçi hareketi, bu ataletten çabuk sıyrıldı. İşçi sınıfı 60’lı yıllardan taşınan deneyim, bilgi ve birikim ile 70’li yıllarda yeni hak arama mücadelelerine, örgütlenmelere, eylemlere imza atarak yükselme trendini sürdürdü. Bu dönemde de sınıf olgusunun sendikal ve siyasal mücadelenin odağında olması sınıf eksenli eylemlerin kitleselleşmesini, yaygınlaşmasını, radikalleşmesini doğurdu. Kitlesel 1 Mayıs kutlamaları, DGM direnişi, metal sektörü başta olmak üzere yaygın grevler, Faşizme İhtar Eylemi gibi direnişler ile işçi sınıfı 70’li yıllara damgasını vurdu. Varlığını ve gücünü ortaya koyarak toplumsal siyasal süreçlerde yer edindi. Hasılı 1960 ile 1980 arasındaki dönem -ki bu aralık işçi sınıfının altın yılları olarak da adlandırılabilir- boyunca işçilerin bakış açısında yaşanan dönüşüm yeni eylemleri, eylemler yeni öğrenme süreçlerini tetikledi. İç içe geçmiş süreçler içinde sınıf kimliğinin, sınıf bilincinin gelişmesi işçileri ve örgütlerini yukarıdan biçimlendirme çabalarında önemli kırılmalara yol açtı. Bu dönemde sınıf mücadelesinin seyri “işçi haklarının yukarıdan verildiği ve yukarıdan alındığı” ezberine karşı güçlü veriler ortaya koymaktadır.

12 EYLÜL VE SINIFA BİÇİM VERME ÇABALARI

12 Eylül darbesi ile yönetime el koyan askerler, devletin ve sermayenin çıkarları üzerinden işçi sınıfı hareketine biçim verme işine yeniden soyundular. “Sınıfsal yaklaşımları ve komünizm tehlikesini” bertaraf etmek üzere bir yandan toplumsal kültürü dönüştürme adımları atarken bir yandan da rahat ve kolay yönetme aparatlarını yani vesayet mekanizmalarını inşa ettiler. Toplumun kültürle, sanatla, edebiyatla, siyasetle bağı kesildi. Toplumsal kültür tersyüz edilirken dayanışma yerine bencillik, kolektivizm yerine bireycilik konuldu. Toplumun önüne dincileşme ve lümpenleşme gibi iki kanal açıldı. Hedeflenen kültürel dönüşüm sınıf meselesini arka plana itmek, görünür olmaktan uzaklaştırmaktı. DİSK kapatılmış, Türk-İş, “uyumlu” tek sendikal merkez haline getirilmişti. İşçilerin ekonomik ve demokratik hakları Yüksek Hakem Kurulu’nun uhdesine daha doğrusu insafına teslim edilmişti.

1983 yılında çıkarılan Sendikalar Kanunu ile Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu örgütlenme özgürlüğünü ve grev hakkını kısıtlayan, kullanılamaz hale getiren düzenlemeler içeriyordu. Kritik sektörlere grev yasağı getirilirken, iktidara erteleme adı altında grev yasaklama yetkisi verildi. İşçilerin 15-16 Haziran’da püskürttüğü yasal düzenleme örgütlenme barajı, yüzde on olarak geri getirildi. Örgütlenme hakkının önüne konulan işkolu ve işyeri barajları aracılığıyla sendikalaşma daraltıldı, yeni sendikaların kurulması ve faaliyet sürdürmesi zorlaştırıldı. Genç işçilerin sendika yönetimlerinde etkin olmasını önlemek amacıyla sendika yöneticiliği için 10 yıl işçilik yapma koşulu getirildi. Yapılan düzenlemeler, öz olarak işçilerin hangi sendikalara üye olabileceğine, grev hakkını nasıl kullanılabileceğine ve sendikaların kimler tarafından yönetileceğine yukarıdan karar verilecek bir nitelik taşıyordu. Yasak ve sınırlamalar altında işçilerin bireysel hakları da, zımnen patronların ve devletin “takdirine” bırakılıyordu. Bu rejimde sendikalardan beklenen ise çizilen sınırların dışına çıkmadan, oyunun parçası olmasıydı. 12 Eylül’ün çalışma yaşamına dair oluşturduğu rejim, Cumhuriyet’in tarihsel pratiğinden referansla ve “devlette süreklilik” prensibine uygun bir biçimde kurgulanmıştı.

Ancak, bir kez daha evdeki hesap çarşıda tutmadı, yukarıdan biçimlendirme çabaları, aşağıda gelişen dinamikler aracılığıyla akamete uğradı. Çünkü, 12 Eylül’ün bütün baskılamasına, yok etme, silme ve biçimlendirme çabalarına rağmen 70’li yıllardan gelen birikim hem kültürel hem de kadrolar düzeyinde devam ediyordu. Faaliyetten menedilen DİSK üyeleri, bulundukları işkollarında bağımsız ve Türk-İş üyesi sendikalara yönelmişlerdi. Bu yönelimle taşınan birikim, 12 Eylül’ün yarattığı hak kayıplarına karşı biriken öfkeyle birleşerek, 1986 yılının kasım ayında Ümraniye’de kurulu Netaş Fabrikası’nda bağımsız Otomobil-İş Sendikası’nın uyguladığı grevle açığa çıktı. DİSK üyesi Maden-İş Sendikası’nın faaliyetten men edilmesinin ardından, Otomobil-İş Sendikası saflarında toplanan metal işçilerinin mücadele geleneğinin devamı niteliğindeki grev, mevcut yasalarla grev yapılamaz denilen yerde, grev silahının yeniden işlerlik kazanmasını sağladı. Dolaysıyla sınırlandırılan hak aramanın yolunu yeniden açtı. Ancak grevin esas önemi yukarıdan biçimlendirme çabalarına karşı aşağıdan gelen itirazı simgeliyor olmasıydı.

Devletin ve sermayenin gücü karşısına işçi sınıfının kendi gücünü ve iradesini dikme çabası, bir müddet sonra yeni kanallar ortaya çıkardı. 89 Bahar Eylemleri olarak adlandırılan kamu işçilerinin tıkanan sözleşme görüşmeleri sürecinde geliştirdiği yaygın, kitlesel eylem dalgası sınıfın itirazını ileri bir noktaya taşıdı. Toplu vizite adı altında fiilen uygulanan grevler ve sağlık kuruluşlarına gidiş gelişte yapılan protesto gösterileri ile yasaklar delindi, çizilen çerçevenin dışına çıkıldı. Bu eylemlerde örgütleyici-yönlendirici olarak öne çıkan kadrolar, Türk-İş içinde değişim, vesayetten kurtulma mücadelesine de öncülük ettiler. Bu değişim dinamiği Türk-İş’in anlayışında, iç hayatında önemli değişikliler yarattı. Ancak gerek reel sosyalizmin tarih sahnesinden çekilmesini takip eden süreçte sert esen neoliberal rüzgarların sınıf hareketinin bastığı zeminleri daraltması, gerek "sınıf mücadelesi bitti" yanılsaması gerekse değişim iddiası taşıyan sendikal kadroların iddialarına denk bir performans ortaya koyamaması sonucunda sendikaların içindeki mücadeleci-bağımsız dinamikler zayıfladı ve tasfiye oldu.

AKP’Lİ YILLAR: YASAK-LÜTUF-VESAYET REJİMİNİN İHYA EDİLMESİ

AKP iktidara geldiğinde ise çalışma yaşamı, dikenleri büyük ölçüde ayıklanmış bir gül bahçesiydi. Mücadeleci dinamikler zayıflamış, sendikalar, teslimiyetçi sendikacılar eliyle misyonunu büyük oranda kaybetmişti. 12 Eylül’ün kültürel kodları olarak işlerlik kazanan şükretmeyi, verilenle yetinmeyi öneren dini imgeler daha yaygın ve yerleşik bir hâl almıştı. AKP bu verili durum üzerinde yürüdü. İşçilerin etnik ve dini kimliklerine seslenen bir siyaset ile sınıf kimliğinin, sınıf çelişkilerinin üstünü örtmeye çalıştı. Bir yandan işçi haklarını ciddi bir biçimde budarken bir yandan da işçilerin mücadele dinamiklerini etkisiz kılmaya yöneldi. Böylece sosyal alanı muhalafetsizleştirerek hem politikalarını bir direnişle karşılaşmadan uygulama şansına sahip oldu hem de toplumu rahat ve kolay yönetme olanağına kavuştu.

AKP, grevleri erteleme adı altında yasaklayarak, işçilerin hak arama yollarını kapattı. Telekom, Çaykur grevlerini, devletin olanaklarını kullanarak kırdı. Bunların neticesinde kolektif hakları kullanma eğilimini düşürdü. Emek hareketinin ortak mücadele platformlarını dağıtarak direniş kapasitesini zayıflattı. Çıkarlarını, kolektif hakları kullanarak geliştiremeyen emekçilerin karşısına, gönlü, eli bol baba rolü ile çıktı. Hak kavramını, hak temelli mücadeleyi toplumsal ve siyasal lügatten aforoz etti, yerine bağışı lütufu koydu. Asgari ücret de dahil olmak işçilerin anayasal ve yasal hakları egemenlerin, daha net ifade ile tek adamın gönlünden kopan bağışlar haline getirdi. Yandaş, güdümlü ve rehin aldığı sendikacılar eliyle de sendikaları kuşattı. Böylece filmi geri sararak Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki yasak-lütuf-vesayet rejimini diriltti.

Cumhuriyet’in 100 yılını geride bırakırken, işçi sınıfının da filmi geri sarmasına, tarihin bilgisine başvurmasına, "Ne yapacağız" sorusuna tarihten yanıt bulmaya çalışmasına ihtiyaç var. Zira tarihsel bilgi ve deneyim göstermektedir ki, yukarıdan biçimlendirme çabalarının kırılması, işçinin insanca çalışma ve yaşama koşullarına sahip olması, ancak aşağıdan direniş potansiyelinin açığa çıkartılması ve örgütlenmesi ile mümkün. Bu da sendikal ve siyasal mücadeleyi sınıf ekseninde gören zeminleri inşa etmekten, aydınlanmadan, sınıf bilincini yeniden kazanmaktan, hak kavramını öne çıkartmaktan, hak eksenli mücadeleleri yükseltmekten, politikleşmekten ve militanlaşmaktan geçiyor.

* Sendika eğitim uzmanı


Konuya ilişkin okuma önerileri:

Aydın, Zafer, (2020): İşçilerin Haziranı, 15-16 Haziran 1970, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Aydın, Zafer, (2021): 68’in İşçileri, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Aydın, Zafer, (2021):Geleceğe Yazılmış Mektup, 1968 Derby İşgali, Sosyal Tarih Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.

Aydın, Zafer (2010): “Kanunsuz” Bir Grevin Öyküsü Kavel 1963, Sosyal Tarih yayınları, 2. Basım, İstanbul.

Çelik, Aziz, ed. (2022): DİSK Tarihi, Dayanışma-Direniş-Umut 2. Cilt 1975- 1980, DİSK Yayını, İstanbul.

Çelik, Aziz, ed. (2020): DİSK Tarihi, Kuruluş-Direniş- Varoluş, 1. Cilt 1967- 1975, DİSK Yayını, İstanbul.

Çelik, Aziz, (2010): Vesayetten Siyasete Türkiye’de Sendikacılık (1946-1967), İletişim Yayınları, İstanbul.

Gülmez, Mesut, (1995): Meclislerde İşçi Sorunu ve Sendikal Haklar, 1909-1961, Öteki Yayınevi, Ankara.

Gülmez, Mesut, (1991): Türkiye’de Çalışma İlişkileri (1936 Öncesi), Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü yayınları, 2. Bası, Ankara.

Işıklı, Alpaslan, (1990): Sendikacılık ve Siyaset İmge Kitabevi Yayınları, 4. Baskı, Ankara.

Koç, Yıldırım, (2015): Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, Osmanlı’dan Günümüze, Tekgıda-İş Sendikası Yayınları, İstanbul.

Makal, Ahmet, (2011): Ameleden İşçiye, Erken Cumhuriyet Dönemi Emek Çalışmaları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2. Baskı.

Sülker, Kemal, (2004): Türkiye’de Grev Hakkı ve Grevler, TÜSTAV Yayınları, İstanbul.

Şafak, Can, (2012): Büyük Grev 1977, Sosyal Tarih Yayınları, İstanbul.

Şafak, Can, Gülenç Nuran (2020): Otomobil-İş Tarihi-1, Birleşik Metal-İş Yayınları, İstanbul.