YAZARLAR

Ülke konuşmayı öldürdü

Gerçek bir yakınlık içeren konuşma türleri birer birer ölüyor ya da sahte, saçma sapan şeylere dönüşüyor: Ortak düşman ve ortak çıkarlar üzerinden kenetlenme, hayatın benzer aşamalarından geçiyorsan öz onaylama, üç kelime dinleyip karşındakini terapist koltuğuna oturtuverme. Ya da, lafı dolandırıp dolandırıp düşen o çok acil işe getirme.

Ülke konuşmayı öldürdü. Macbeth’in uykuyu öldürdüğü gibi. Homurdanmaktan, sosyal medyada veya kendi kendine duvarlara “kafa atmaktan”, fırsatını bulduğunda aralıksızca kendi gündemini karşısındakine boca etmekten, uzun sessizlikler akabinde sarf edilen, aşırı derecede manalı görünümlü, taş gibi yerinde ağır cümlelerden bahsetmiyorum. Konuşmak işte. Olabildiğince işteş bir şey. O anlatır, sen anlatırsın, dinleme bölümü de hiç önemsiz değildir. Bazen sesler birbirine karışıp üst üste de binebilir ama sonuçta iki taraftan biri boğazda yumruk, anlaşılamamış ve asla da anlaşılamayacakmış gibi, yani yalnız olduğundan daha yalnız, hissetmez kendini. Konuşursun, laf lafı, insan insanı açar.

Uçak düşecek gibi olsa, düşme süreci biraz uzarsa üçüncü cümlede “hayat çok pahalı, ne olacak bu memleketin hali” kıvamına geleceğiz. Şahsi hayatların üstünden silindir gibi geçen ortak dertler her şeyi eziyor, manasızlaştırıyor. Bu cepte. Yine de tam bu nedenle belki her zamankinden çok ihtiyaç var gerçek konuşmalara.

Kurmacada ve hayatta “diyalogun” çeşitli işlevleri var. Çok bildik sahne yazım kuralıdır: “Bir sahne olayları ilerletmeli, karakterleri tanıtmalı ya da bizi güldürmelidir.” Konuşma da biraz öyle bir şey. İnsan ilişkilerinin bir reytingi (ilkece) olmadığı için, o bile şart değil. Monologa, vızıltıya, dikteye dönmesin, insanı konuşmanın gereksizliğine ikna etmesin yeter.

Arkadaşlarla sohbet nelere yarıyordu, şöyle bir hatırlayalım: Dert paylaşımı bir öğe, evet. Anlatan çarenin kendi içinde olduğunu, dinleyen de dert ombudsmanı olmadığını bildiği sürece. Dertleri paylaşmak, bazen derdin o insanın içinde çöl dikeni gibi yuvarlana yuvarlana sinematografik bir hal almış görkemine yabancılaştırır insanı ve bu iyidir. Dert elbette şahsidir ama üç aşağı beş yukarı bir benzerini, kendi sınırlı hayat deneyiminde başkası da yaşıyordur. Başkası da aşıyor veya aşamıyordur. Bunu daha önce demiştim; herkesin okyanusu aşıp derede boğulma anları, kendine bile sımsıkı kilitli yanları var. İnsan insanın halinden anlar mı bilmiyorum ama insan insana insan olduğunu hatırlatmakta epey etkili. Ne o derece tek ve biricik ne de değersiz. Kim ve ne olursak olalım, herkesin tek bir ömrü ve farklı bileşenlerden olma kendine özgü bir karakteri, yapabilirlikleri var. Herkesten bir adet var işte, yalnız doğuyoruz, şanslıysak bir gün kendimizle gerçekten tanışmış olarak da, yalnız, ölüyoruz. Arada bolca karşılaşma var. Yakınlıklar, bağ kurmak, sohbet ve tüm bunların sürdürülebilirliği, çok övündüğümüz, “bu dünya bizim” dedirten zekâ ve becerilerimizin en insani yanları arasında.

Gece Kuşları, Edward Hopper

Zaman zaman yalnız kalmayı da becerebilen insanlar için sohbetin toksik, onaylayıcı bir tekrardan ibaret olmayan yanı çoktur. Kim çok sevdiği bir filmi bir de en sevdiklerine anlatmak istemez ki? Sonuç çoğunlukla hüsran olsa bile bize iyi, güzel, görülmeye değer geleni yaymak isteriz.

Ortada hiçbir sorun, bir vesile, amaç, şahsi bir ihtiyaç olmadığı zaman edilen sohbetler var bir de. Özledim de aradım. “Bir sesini duymak istedim.” Şahane değil mi? Yani bugün başım ağrımıyor, sana anlatacak çok mühim bir problemim yok, bildiğim kadarıyla senin de yok, bu belki günlük bir alışkanlık da değil. Her sabah kahvemi içtikten sonra bir dostumun sesini duymazsam güne devam etmekte güçlük çekmiyorum. Ama şu an, şimdi, nedensizce, özledim. Dünyadaki varlığına şükran duydum. Bir sesini duymak istedim.

İşte bu konuşma türlerinin hepsi ya birer birer ölüyor ya da sahte, saçma sapan, yakınlık içermeyen şeylere dönüşüyor. Ortak düşman ve ortak çıkarlar üzerinden kenetlenme, hayatın benzer aşamalarından geçiyorsan öz onaylama ya da üç kelime dinleyip karşındakini terapist koltuğuna oturtuverme. Ya da fenası, lafı dolandırıp dolandırıp düşen o çok acil işe getirme.

Gece Pencereleri, Edward Hopper

Bu arada yazma, mesaj atma vb. konusunda daha iyiyimdir ama dostlarımı telefonla sık arayıp sormak hiçbir zaman en iyi becerilerimden olmadı. Sohbetler için genellikle geniş zamanlar ararım ve çok nadir gelir bunlar. Bir biçimde sevgimi, ilgimi hissettirebildiğimi umuyorum. Ama son zamanlarda, 'pandemi ve kâbus ülke' iş birliğinin insanları (ne denli kalabalık görünseler de) çok yalnızlaştırdığı bu zamanlarda, bu sebepsizce sohbet ihtiyacının hayatiliğini daha iyi fark ettim. Bunu daha çok yapmak, elimden geldiğince yapmak için kendime söz verdim.

Ben bu konuşmak meselesiyle ilgili daha önce de birkaç kez yazmışım. Şu yazı mesela, dert meselesine dair. Şu yazıdan aşağıda alıntılayacağım kısımsa, konuşma, sohbet kabiliyetimizi giderek ne çok yitirdiğimize:

"Seni karşısına alıp konuşmaktansa, oturup senin hakkında 'roman' yazabilecek insanlar vardır. Edebi tür olarak romandan bahsetmiyorum. Kendimize ve başka insanlara dair kafamızda serbest kurguladıklarımızı kastediyorum. (…) Ya da insanlar arasında yıllardır çökelip sertleşerek kayalaşmış mevzularla yüzleşmeyi içeren büyük konuşmalar.

Konuşmak iki kişilik bir eylem, aynı esnada dinlemeyi de başarınca mutlaka kendin hakkında da bir şeyler öğretiyor. Ucu bize dokunmayan bir hayatı, başkalarının dertlerini dinlemek görece kolay. Günümüzde bu en rahat pozisyonda bile çok sabırsızız. Çoğunlukla bir an önce kendi derdimize zıplamak ya da daha ikinci cümlede kestiğimiz hükmü final bölümünde iştahla karşımızdakine sunmak maksadıyla dinliyoruz. Oysa iyi bir dinleyicinin gereğinde sırdaş bir kulaktan ibaret kalabilmesi gerekiyor. Günümüzün şahsi ve ülkesel dertler antolojisinde epey uzağında kalıyoruz çoğunlukla bu çok insani pozisyonun.

Yüzleşme içeren konuşmalar en zoru. Bir insan bizim için yazılıp bitmiş bir kitapsa onunla konuşmaya aslında gerek görmeyiz çünkü. Ölü doğmuştur o konuşma. Konuşmak her zaman beklenmedik cevaplar alma riskini beraberinde getirir. Gerçek bir konuşmayı asla bir başına yönlendiremezsin. Bizim yazmadığımız açık bir kitaptır, gerçek bir konuşma. Marguerite Duras’ın yazmak için dediğinden uyarlarsak, “açık bir kitap, gecedir de.”

Yaşayan, soluk alan, değişen, dönüşen bir insanın kitabını yazıp defterini düren, not verme bağımlısı hayat çok bilmişleriyle kurulan herhangi bir tür ilişkiden hayır geldiğini pek görmedim. Çok karmaşık görünen olay ve durumları tek cümleyle özetleyen şefkatli insan sarraflarınıysa hep sevdim."

Chop Suey, Edward Hopper

İşte onlardan biri, çok uzun süredir tanımasam da çok sevip beğendiğim bir kadın arkadaşım aradı geçen hafta. Daha önceki konuşmalarımızın hep bir bağlamı olmuştu ki bu da çok normal. Ama ikimiz de bir konuşmayı “ee, konu?” diye bölebilecek insanlar da değiliz. Konuşmanın bir noktasında sadece sohbet için aradığını anladım. Bilgili, zarif, ince, iyicil, su gibi bir insan. Yarım saat hayatımızdan, yakınlarımıza dair acil bazı meselelerden, arada kitaplardan ve yazılardan bahsetmişiz. O kadar. Daha ne olsun. Öyle iyi geldi ki. “Bunu arada bir yapalım,” dedik.

Bunu arada bir yapalım. Hayat berbat, ülke kâbus, rüyalarımız paralel bir evren gibi, su üstünde kalmak için çok fazla çabalıyoruz ama arada bir gerçekten, “konuşalım”. İyi geliyor.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.