YAZARLAR

Televizyon bizden hikayelerimizi almaya çalışıyor

Televizyon artık ilgi çekerek, coşturarak, eğlendirerek ya da oyalayarak bizi karşısında tutmaya çalışan bir araç. Bir ortalamalar dünyasına teslim olmamız, herkes gibi düşünmemiz, sürekli ekranın başında oturmamız, önümüze çıkan her reklamı izlememiz, ekranda söylenen her şeye inanmamız bekleniyor.

Televizyonun gündüz yayınına başlayacağını söylediklerinde şaşkınlıkla şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: “Ne yapacağız, bütün gün ekran karşısında oturup televizyon mu izleyeceğiz?” Çünkü akşamları öyle yapıyorduk. Açılış saatinden istiklal marşına kadar gözümüzü ekrandan ayırmıyorduk.

Televizyonu ilk olarak bir komşumuzun evinde görmüştük. Ondan önce ve onunla birlikte radyo vardı hayatımızda. Radyoya kulak vermemiz genellikle haber dinlemek içindi. Bir de radyo tiyatroları için. Perşembe akşamları bir saatlik bir radyo tiyatrosunu ailecek dinler “silahlı kuvvetler saati” başlayınca normal sohbetimize dönerdik. Sabahları da “arkası yarın” dinlenirdi. Genellikle yarım saati geçmezdi ve arada reklam da olmazdı. Anneannem şarkının yarısında açsak bile hangi şarkının kimin bestesi olduğunu ve makamını ezbere bilirdi. İlkokula bile gitmemişti ama dinleye dinleye öğrenmişti.

Televizyonun ilk yayınları haftada iki gün, Salı ve Cuma günleri akşam 08.00 ile 24.00 arasıydı. Biz komşuya gider, çocuk saati programlarını izler ve eve dönerdik. Bazen de ailece film izlemeye çıkardık üst kat komşumuza. Sonra evlerin çoğuna girdi televizyon. Radyo gibi değildi o ekran, program seçmeden izliyorduk. Sohbetler hem azalmış hem de çoğunun konusunu televizyon oluşturmaya başlamıştı.

Radyoda en çok dinlediğimiz programlar, bize bir hikaye anlatanlardı. Tiyatro, arkası yarın, sabah erken saatlerde anlatılan efsaneler, çocuk saatlerinde okunan masallar… Radyo bizi bir hikayenin içine çeker, o hikayeyi kendimize göre kurgulamamızı sağlardı. O yüzden haber saati “ajans” dinlenirdi. Ajans haberleri genellikle resmi haberlerdi çünkü. Üçüncü sayfa haberleri gazetelerin işiydi çoğunluk. Ve onlar da bu haberleri hikayeleştirerek verirlerdi.

Televizyon bunların hepsini bir araya topladı. Kurgu sadece dizilerde ya da filmlerde kalmadı, önce haberler canlandırılmaya başlandı; ekranın üstünde canlandırma yazan haberler vardı. Olay, özellikle de cinayet haberleri yüzünü görmediğimiz oyuncular tarafından canlandırılıyordu. Bu tarz daha sonra “işte sevgili izleyiciler, olay tam burada gerçekleşti. Hırsız kurbanına burada yaklaştı…” diye olay yerinden yapılan anonslara dönüştü. Haber sunucuları hikayeyi en dramatik şekilde sunanlar arasından seçilmeye başlandı. Sunuculuk bir performans olarak icra edilmeye başlandı.

Bizler de izleyerek öğrenen değil, izleyerek duygulanan, duygulandıkça daha çok izleyen birer reyting yüzdesi olduk. “Ver coşkuyu” diyen bir ekran yüzü vardı. Belki içlerinde en dürüst olanı oydu. Çünkü diğerlerinin niyeti de öyle ya da böyle izleyiciyi coşturmak. Siyaset yapan, eleştiren, yorumlayan, hiçbir şey yapamasa dudak büken, göz deviren haber sunucuları türedi ekranlarda.

Televizyon artık ilgi çekerek, coşturarak, eğlendirerek ya da oyalayarak bizi karşısında tutmaya çalışan bir araç. Ve gündüz kuşağındaki yayınlarla akşam haberleri arasındaki fark giderek kapanıyor. Esra Erol’un programında ahlak kumkuması kesilip konuklarını eleştirmesi ile bir haber sunucusunun, okuduğu haber üzerine beş dakika yorum yapması arasında yayıncılık etiği açısından bir fark kalmadı. Zayıflama reçeteleri ya da yemek tarifleri sabah kuşağında Çağla Şıkel’in tekelinde değil artık. Akşam haberlerinde ramazan sofrası tarifleri izlememize bir iki gün kaldı.

Dijital mecralar etkisini azaltsa da, televizyon hâlâ hayatımızdaki başat ekran olmayı sürdürüyor. Birbirine benzer kanallar, birbirinin taklidi programlar, aynı hikayeleri döndürüp dolaştırıp gözümüze sokan diziler, olmazsa olmaz tartışma programlarıyla kendini dayatan televizyon ekranı, hayatımızı, düşüncelerimizi ve duygularımızı belirlemeye çalışıyor. Üstelik bunu bizi biraz daha doyuracak bir içerikle değil, bizdeki içeriği de aşağıya çekerek yapmaya çalışıyor. Bir ortalamalar dünyasına teslim olmamız, herkes gibi düşünmemiz, sürekli ekranın başında oturmamız, önümüze çıkan her reklamı izlememiz, ekranda söylenen her şeye inanmamız bekleniyor.

Çocukken radyo tiyatrosunun sonunda önce oyuncuların ismi sayılırdı. Sonra da şöyle bir jenerik isimle biterdi radyo tiyatrosu saati: “Efekt: Ertuğrul İmer”. Oyun boyunca atlar koşar, kapılar açılır kapanır, topuklu ayakkabılar girer çıkar, yağmur yağar, rüzgar eser, bardağa su dökülür, çay karıştırılır… Bütün bu sesleri az gelişmiş teknik koşullarda belki naylon hışırdatarak, belki parmaklarını masaya vurarak ya da kendine özgü yöntemlerle Ertuğrul İmer hissettirirdi. Hikayeler onun katkılarıyla zihnimizde tamamlanır, birer imgeye dönüşürdü. Atların rengi mi, topukların şekli ya da yağmurun şiddeti mi? Başroldeki yakışıklının tipi, sevimli çocuğun yüzü? Bunlarsa hep bizim hayal dünyamıza aitti. O hikayeleri yeniden üretiyorduk biz ve kendimizden katarak üretiyorduk.

Televizyon bizden kendi hikayelerimizi almaya çalışıyor. Bakış açımızı, eğlencemizi, gerçeklik algımızı yönetmek istiyor. Neyse ki hâlâ kitaplar okunuyor, başka başka dijital mecralar insanlara kendi gibi olma, gerçekliğe ulaşma, estetik ve etik kaygılarını gerçekleştirme olanağı sunuyor.