YAZARLAR

Siyasal İslam'ın Tunus sınavı

Anlayacağınız, “o kadim ihtişama” gümbür gümbür dövülen kösler eşliğinde, “neslin deden, ceddin baban…” diye geri yürümek de, ortak hafıza, irtibatlar, din kardeşliği süslü kisveleri altında yok Rabıta, yok Müslüman Kardeşler örgütsel bağlantılarını ulusal çıkarların önünde tutmak perdesi çoktan kapandı.

İki tür yorum yapmak olası. Birincisi, yerde olup veya bulunmuş olup, o yerin dilini de bilmek koşuluyla, ülkenin toplumsal, tarihsel ve hukuksal durumuna da yaslanarak siyasal değerlendirmelerde bulunmak. İkincisi, “oturduğunuz yerden” diye küçümsenebilecek biçimde, kendi düşünsel doğrularınıza dayanarak, ki bu doğruların “evrensel” nitelikte olması yeğlenir doğal olarak, “buradan oraya” bakmak, karşılaştırmalar yapmak ve ülkenizin çıkarları açısından ne yapılırsa en yararlı olacağını önererek sözü bağlamak.

Yazıların üzerinde “okuma süresi 2 dk.” gibi bilgilendirmeler oluyor artık. Yorumu yazanın ise yaşamı boyunca edindiği deneyim, birikim, eğitim ve kafasındaki değerlendirme imbikten geçip, yerine göre birkaç saatte yerine göre çok daha uzun sürelerde ortaya çıkan yazılar işte iki dakikada okunabilir ve anlaşılabilir entelektüel ürüne dönüşüp, tüketime sunuluyor. Bunun için uluslararası ölçüte uygun yayın yapan ve dünyaya seslenme kaygısı güden medyada, birkaç farklı ve güvenilir kaynaktan (bunların hangileri olduğu da belirtilerek) aktarılan verilerin yanı sıra “haber” diye nitelenebilecek yazılarda iki-üç uzmanın görüşlerine de yer veriliyor.

Yukarıdaki adı üstünde “yorum” veya “görüş” için geçerli. “Ben böyle gördüm, gördüğümü çaldım” der geçersiniz. Adına “uluslararası” denilen devletler arası ilişkiler ise haliyle farklı olsa gerektir.  Bu ilişkiler, halklar arasındaki ilişkileri içerse de salt bunlardan ibaret de değildir.  Bu bağlamda, olumlu anlamda düşünceyi tahrik amacıyla bir örnek vermek gerekirse, “Azerbaycan’la iki devlet tek milletsek, Yunanistan ve Ermenistan’la da haydi haydi öyle olmamız gerekir” diye bir savla ortaya çıkılabilir. “Nedir yani, tüm sorun din veya mezhep mi?” diye sorulabilir. Yine örnekse, parlak tarihçi Ali Yaycıoğlu’nun Oksijen’deki son İran-Türkiye yazılarından esinlenmemek olası değil bana kalırsa.

Dış ilişkilerde “devlet” dediğiniz bir kişiler topluluğu: Seçilmiş yöneticiler ve atanmış profesyonellerden oluşuyor. Hariciyeci önce ne yapacak, ne olduğunu anlamaya çalışacak. Nasıl? Herhalde en önce büyükelçilikten ne gelmiş ona bakacak. Sonra yine en önce böyle bir toplumsal çalkantı durumu olduğuna göre büyükelçi ve aile fertleriyle birlikte maiyetinin, misyonun güvenliğini düşünecek. Hariciyede mükemmel iyinin düşmanı olduğuna, olaylar da sürekli insanın üzerine üzerine geldiğine göre, “dairesi” bir ilk değerlendirme ve belki bir açıklama taslağı hazırlayıp “yukarıya” arz edecek.      

Değerlendirme yaparken neye bakacak? Girişteki muhayyel yorumcu gibi “üçüncü göz” havasında kuşbakışı bakıp, resim çekmeyecek. Türkiye’nin çıkarlarından hareket edecek ve o doğrultuda karar alıcıya (varsa) hangi seçenekleri önereceğini düşünecek. Söze “Akdeniz’in Türk gölü olduğu altın dönemde “Allah’ın tokadı” lakaplı cennetmekân Turgut Reis’in kadırgalarını, çektirmelerini demirlediği Cerbe’den başlayarak…” diye girmeyecek herhalde. Yahut “dost ve kardeş Tunus halkının kahır ekseriyeti Hak dinine mensup olması muvacehesinde…” diye kaleminden kan damlatmayacak. Hani genç müsevvit bunlardan birine yeltenecek olsa, amiri “evlâdım bir ara torbacının telefonunu pasla” yanıtı verebilir zira.  

İşin iletişim yönü ve kişisel ilinti bölümleri her dosyada farklı olabilir. Anımsayınız, baba Hariri’nin öldürülmesi dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ı böylesine, yani “bana ha?!” tarafıyla da etkilemişti. Sonraları, haşarı veliaht MbS oğul Hariri’yi paketlediğinde, onu oradan alıp gelmek yine Fransa Cumhurbaşkanı Macron’a düşmüştü. İletişim, tanıtım, halkla ilişkiler boyutunda ise verilen, oluşturulan imgenin altını doldurmak var. “Türkiyaaaa!!!” diye gözlerini belerterek bağırıp, bayrak sallamak diplomatik bir tutum, tanıtım, tepki değildir örnekse. Bunu yapmaya kalkana ya dudak bükülür, ya gülümsenir ya deli muamelesi yapılır ancak hiçbir surette itibar gösterilmez, ciddiye alınmaz. İstediğiniz kadar Kapıkule’den ağlayarak yurda giren gurbetçi videosu paylaşın, bu gerçek değişmez.

Sizleri esnettiğimin farkındayım ama müsaade edin top hazır ayağımıza gelmişken biz de “zevkimizi alalım, iki çalım atalım” dedik. Şimdi sıra kafayı kaldırıp, “de-auvvv” diye abanmaya. Bizim ekip için (bu arada Babacan’ı, Davutoğlu’su dahil) Tunus’ta odak belli ki Gannuşi. Zihinlerin gerisinde de Mısır’da yenen Mursi golü var. Cumhurbaşkanlığının görkemli filosundan şana yakışır bir uçak tahsis ederek, Gannuşi’yi Esenyurt olsun, Beylikdüzü olsun uygun konforda bir villaya yerleştirmek seçeneği “sıcak saatlerde” malum mahfillerde “masaya yatırılmıştır” diye sallasak, sanmam ki pek yanılmış olalım. Alelacele “darbeci” denilen Cumhurbaşkanı Kayıs Sait de ardında %72 seçmen desteği olan bir İslâmcı ama işte “Müslüman Kardeş” değil. Üstelik çehresi matruş, kravatlı takım elbiseli, akıcı Fransızca konuşuyor, anayasa hukuku profesörü, cuk oturan lakabı da “sfenks”.

İşler karışık yani. Anayasa hukuku profesörü olup, o anayasanın yazıcılarından da olan, seçimle işbaşına gelmiş cumhurbaşkanı anayasanın 80. maddesindeki (belki bile isteye, işte bugünler için) müphem ve muğlak bırakılmış “olağanüstü koşullar” ibaresine sığınmış. Başbakanı ve bakanlar kurulunu görevden, meclis çalışmalarını ve milletvekili dokunulmazlıklarını askıya almış. Bunu yaparken başbakanı davetle, yüz yüze istişare etmiş, o da “nasıl dersen abi” demeye getirmiş. Halkın hatırı sayılı bölümü aldığı kararı coşkuyla kutlamış, kutluyor. Neden? Çünkü pandeminin kötü yönetiminden de, zaten sürünen ulusal ekonominin en önemli payandası turizm sektörünün de aynı nedenden yerlerde sürünmesinden tepesi atmış. Ayaklanıp Binali’yi postalamanın tadı da damağında kalmış. Silahlı kuvvetler de emir-komutayı bozmamış. Çok özcesi, tek bağıran Meclis Başkanı Gannuşi ve onun yandaşları kalmış. 

Öyleyse ne yapalım yani, hep eleştiri hep eleştiri kolay tabii. Daha önce elli kere aktarmışımdır buradan, “diplomaside bazen az yapmak çok yapmaktır” denir. Her topa, “ne hakla, otuzbeşe bakla!” diye ayak uzatmaya gerek yok. Aleme nizam vermek de, değil Türkiye’nin tek küresel süper güç ABD’nin bile harcı değil. Bkz. Afganistan ve Irak. Öyleyse, önce ne olduğunu tam anlamıyla öğrenir, sonra kendi aranda imkân ve kabiliyetlerine bakarsın. Ondan sonra da “ucu bana nereden dokunuyor?” diye sorarsın. En onurluya, en erdemliye madalya verilmiyor. Kaldı ki senin “evrensel değerlere bağlılık” gibi bir iddian zaten yok, güldürme bizi. Koşup İKÖ’yü, AL’ni toplantıya davet edip, Arap olmayan laik cumhuriyet kimliğinle Araba Araplık, Müslümana Müslümanlık öğretmek devri de, “sokağın sevgilisi” iddiası da geçmişte kaldı.

Anlayacağınız, “o kadim ihtişama” gümbür gümbür dövülen kösler eşliğinde, “neslin deden, ceddin baban…” diye geri yürümek de, ortak hafıza, irtibatlar, din kardeşliği süslü kisveleri altında yok Rabıta, yok Müslüman Kardeşler örgütsel bağlantılarını ulusal çıkarların önünde tutmak perdesi çoktan kapandı. Sahne çoktan değişti. Öyleyse, Arnavutluk ve Kosova nüfusları toplamından fazla Arnavut, Bosna nüfusundan fazla Boşnak, ata yurtlarından fazla sayıda Çerkes, ve sıkı durun müthiş ifşaat geliyor, Irak-İran-Suriye’de yaşayanların toplamı kadar Kürt cumhuriyetimizin yurttaşları. İşletilmese de, gözardı edilse de biz yurttaşlar birbirimize din bağıyla değil bir toplumsal sözleşmeyle bağlıyız. Emperyal hayallerse konu, imparatorluk batıran tek ülke de biz değiliz dünyada.

Sonuç olarak, “hariciye bürokratı yazar, siyasal karar alıcı kafa sallar” demiyorum. O, affedersiniz biraz “cehab zihniyeti” oluyor. Seçilmiş yönetici, karar alıcı yeri gelir önüne konana dilediği spini verir. Spin verirken iç siyaset yani gelecek seçim kaygısı da güdebilir, kendi siyasi meşrebince de davranabilir ancak sanırım ulusal çıkarları gözetmeyi ihmal edemez. Geçen yazıda neden siyasal islâmdan, hristiyan demokrat hareketler benzeri bir dönüşümün beklenemeyeceğine değinmiştim. İşte Tunus aynasında kaçıncı kez bunun neden olamayacağını görüyoruz. Hesabını yalnızca Allah’a vereceğini inananların, nihayet yalnızca yaşadıkları ülkede değil tüm dünyada İslâm’ın egemen olacağını düşünenlerin, hangi takıyyeye başvururlarsa vursunlar sıkıştıkları böyle kırılma anlarında makyajlarının dökülmesi kaçınılmaz oluyor.   
 


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.