YAZARLAR

Şenol Güneş’in özgürlükçülüğü daha ilk maçtan etkisini hissettirdi

Şenol Güneş gibi deneyci teknik direktörlerin takımlarında yarattıkları en büyük fark, oyunculara özgürlüklerini geri vermek ve zihinlerini serbest bırakmalarını sağlamak oluyor. Dün Beşiktaş’ın birçok kusuru olan oyunundaki en dikkat çekici farklılığı da galiba buydu.

Şenol Güneş, üç buçuk yılın ardından büyük bir mutabakat ve teveccühle Beşiktaş’ın başına tekrar geçerken, üç gün önce düzenlenen törende ise sadece kendisini yeniden Beşiktaş’a bağlayan sözleşmeye değil, aynı zamanda büyük bir güç gösterisine imza atmıştı. Bu esnada Güneş’in ağzından bir önceki teknik direktör Valérien Ismaël’in oyun tarzı hakkında neler düşündüğünü de öğrenme fırsatı bulmuştuk.

Ismaël’in önde baskıya ve kazanılan toplarla hızlı çıkmaya dayalı bir futbol anlayışı olduğunu söyleyen Güneş, buna karşın Beşiktaş’ın seyrettiği önceki maçlarında zaman zaman oyun kontrolünün kaybolduğuna dikkat çekmiş ve eklemişti: “Bizim topa sahip olan, pas yapan, ama aynı zamanda önde de basan bir takım olmamız gerek. Dışarıdan baktığımda bu oyuncuların bunu yapabileceğini düşünüyorum. Zaman zaman iyi oyunları vardı. Ama kadrodaki bazı oyuncuların daha önceki yıllarda çok daha iyi oynadıklarına da şahit olduk. Şimdi bu oyuncuların kendi oyunlarının altında kaldıklarını görüyoruz. Örneğin Dele Alli, Tottenham’da en iyi üç oyuncudan bir tanesiydi, burada onun yarısı olsa bize yeter. Ama bunu yapamıyorsa, ya onda ya da bizde bir eksiklik var demektir. Dolayısıyla bir çözüm bulmak zorundayız.”

Kendisinin kurmadığı bir takımın kendi anlayışından çok uzak olan futbol tarzını Güneş’in üç gün içinde dönüştürmesi elbette beklenemezdi. Ama yukarıdaki alıntıdan da ipuçlarını verdiği üzere bir şeyleri değiştireceği kesindi. Beşiktaş’ın Ümraniyespor karşısındaki 11'i duyurulduğunda da ilk değişiklikler şaşırtıcı görünmüyordu.

NELER DEĞİŞTİ?

Güneş’in kalede tecrübeyi sevdiği ve daha önce millî takımda da birlikte çalıştığı için, Mert Günok’u sezona çok formda bir giriş yapmayan Ersin Destanoğlu’nun önünde görmesi ve eldivenleri ona teslim etmesi bekleniyordu, nitekim öyle oldu. Özellikle son haftalarda ileride çok yalnız kalan Wout Weghorst’un yanında mutlaka Cenk Tosun ya da Jackson Muleka’dan birini kullanması da bekleniyordu, bu da oldu. Ismaël’in başlangıç kadrosundan bir süredir uzakta tuttuğu Gedson Fernandes’in orta sahaya geri dönmesi de bekleniyordu, bu da gerçekleşti.

Tek sürpriz ise Dele Alli’nin orta üçlünün önündeki varlığı ve kanat oyuncuları Kevin Nkoudou ile Nathan Redmond’ın ikisinin birden yedek kulübesinde olmalarıydı. Bu da dizilişe dair kafalarda bir soru işareti yaratıyordu. İlk beklenti, Beşiktaş’ın 4-3-1-2 formasyonunu kullanacağıydı, ama öyle olmadı. Maç başladığında Dele Alli ve Cenk Tosun’un, Weghorst’un arkasında iç forvet ya da 10 numara gibi konumlandıkları görüldü. Bu da iki kanattan oyunu genişletme görevinin tamamen bek oyuncuları Valentin Rosier ve Arthur Masuaku’ya kalacağı anlamına geliyordu.

Güneş’in bu değişikliklerindeki amacı ise şunlar olabilirdi: Birincisi; Güneş takımdaki teknik kaliteyi olabildiğince artırmayı hedefliyordu. Rachid Ghezzal’in yokluğunda takımın en yaratıcı iki oyuncusu Dele Alli ve Salih Uçan’ı birlikte kullanmanın formülünü de formasyon değişikliğinde bulmuştu.

İkincisi; Ismaël döneminde hücumdaki en önemli sorunlardan biri Weghorst’un yanına ikinci bir oyuncunun sokulamamasıydı. Fransız teknik direktör, bunu çoğunlukla Dele Alli’den yapmasını beklese de İngiliz oyuncunun beklentilerin altında kalması ve buna rağmen ısrarla başlangıç planında kendisine yer bulmaya devam etmesi, takımın hem topsuz oyundaki yoğunluğunu bariz olarak azaltmış hem de bilhassa son bir ayda toplu oyunda üretkenlik sorunları yaşanmasına neden olmuştu. Güneş’in bu konuda takımı rahatlatması için görevlendirdiği isim ise beklenildiği gibi eski golcüsü Cenk Tosun’du. Nitekim Cenk de yarım saatte ürettiği bir gol ve bir asistle Güneş’in ona olan güvenini boşa çıkarmadı.

NELER DEĞİŞMEDİ?

Ancak Güneş her ne kadar teknik kaliteyi olabildiğince artırmaya çalışsa da bu hamlesi takımın toplu oyundaki sorunlarını çözmeye yetmedi. Maçın ilk 15 dakikalık diliminde yüzde 63’lük bir topa sahip olma oranı yakalasalar da, sonraki otuz dakikada bu hâkimiyetlerini rakiplerine kaptırdılar. Bunda elbette Ümraniyespor’un Beşiktaş’ı gayet iyi karşılamasının da payı vardı. Sonucunda tıpkı önceki haftalarda olduğu gibi, Ismaël’in en çok eleştirildiği şeylerden biri olan savunmadan uzun toplarla çıkma alışkanlığının yine devam ettiği görüldü.

Toplu oyundaki bir diğer sorun ise hücumu genişletmeleri beklenen Rosier ve Masuaku’nun bunu yapamamalarıydı. Bu elbette Beşiktaş’ın geriden oyun kuramaması ya da topun merkezde yeterince dolaştırılamamasıyla da yakından ilgiliydi. Aynı zamanda savunma geçişlerinde de iki bek oyuncusu çok yalnız kaldı. Dolayısıyla Beşiktaş ilk yarının büyük bölümünde ne topu kontrol edebildi ne de Ümraniyespor’un sıklıkla kenarlardan gerçekleştirdiği hızlı hücumlarını durdurabildi.

İkinci yarının başında ise Güneş bu duruma üç değişiklikle müdahale etti. Rosier ve Masuaku’nun yerlerine Tayfur Bingöl ve Umut Meraş’ı, Dele Alli’nin yerine de Redmond’ı aldı. Bek pozisyonunda yapılan değişiklikler, Ümraniyespor’un iç koridorlara sızma girişimlerine ikinci yarıda da engel olamasa da Redmond’ın girişiyle 4-3-3’e dönülmesi, oyuna nihayet genişlik katılmasını sağladı ve bu toplu oyunda Beşiktaş’ı daha üretken kıldı.

Fakat ne olursa olsun, mevcut takımın Güneş’in ideallerine göre topu fazla kıran bir takım olduğu kesin. Ismaël’in yüksek fiziksel taleplerine göre kurulan bu takım, Güneş’in ilk dönemindeki Beşiktaş’ın sahip olduğu teknik kalitenin çok ama çok uzağında kalıyor. Dolayısıyla Güneş, bu sezon kendi idealleriyle elindeki takımın gerçekleri arasında bir uzlaşma sağlamak ve pragmatist bir çözüm bulmak zorunda gibi görünüyor.

Güneş’in ilk maçında takıma yaptığı en büyük dokunuş ise oyuncu ya da diziliş değişikliklerinden ziyade, takımın özellikle hücumda daha özgür olmasını sağlamasıydı. Ki bu zaten onun alametifarikalarından biri. Tecrübeli teknik direktörün, Beşiktaş’taki ilk döneminde Slaven Bilic’in sahada iyi örgütlenmiş, kolektif değerleri iyi özümsemiş, dayanışmacı takımına kattığı en büyük şey de buydu: Oyuncuların sahada kendilerini daha özgür ve yaratıcı hissetmelerini sağlamak. Her ne kadar Beşiktaş’ın başında Bilic kadar kalamasa ve bu kısa sürede takıma net bir kimlik koymayı başaramasa da Ismaël’in takımının da ihtiyacı öncelikle bu gibi görünüyordu.

AKILCILAR VE DENEYCİLER

Buradan Beşiktaş’ın yakın dönemine kısa bir bakış atıp bir durumun altını çizmek yararlı olabilir.

Samet Aybaba, Slaven Bilic, Şenol Güneş, Abdullah Avcı, Sergen Yalçın, Valérien Ismaël ve yeniden Şenol Güneş. Bilindiği üzere, bunlar Beşiktaş’ın sırasıyla son on yılındaki teknik direktörleri. Kuşkusuz her biri birbirinden farklı anlayışlara sahip. Ama biraz dikkatli bakarsak, bu silsile arasında hem bir çatışma hem de bir uyum olduğunu fark edebiliriz.

Öyle ki, bu altı teknik direktörü “akılcılar” ve “deneyciler” olarak iki gruba ayırmak mümkün. Bilic, Avcı ve Ismaël’i içine koyabileceğimiz akılcıları, futbolu kavramlarla düşünüp açıklamaya çalışan, duygular yerine aklı, bireysellik yerine kolektifliği, doğaçlama yerine stratejiyi öne çıkaran bir grup olarak görebiliriz. Onların takımlarının ne oynadıklarını tarif etmek çok daha kolaydır. Oyuncuların pozisyonları ve rolleri çok daha belirgindir. Sınırlar net olarak belirlenmiştir ve oyuncuların bu sınırları ihlâl etmeleri çoğu zaman affedilmez bir suçtur.

Aybaba, Güneş ve Yalçın’ın içinde olduğu deneyciler ise tanımlanması çok daha güç bir grup. Akılcıların kavramlarının onların futbolunda çoğu zaman bir yeri yoktur. Bu yüzden onların çalıştırdığı takımların ne oynadığını anlatırken genellikle daha zorlanırız. “İyi futbol”, “göze hoş gelen futbol”, “hücum futbolu” gibi çoğu zaman muğlak ve son derece subjektif tanımlarla bunu yapmaya çalışırız. Bu gruptaki teknik direktörlerin çalıştırdığı takımlarda oyuncuların pozisyonları ve rolleri de belirsizdir ve özellikle hücum oyuncuları bu belirsizlikten faydalanıp saha içinde büyük özgürlük alanları elde ederler.

Beşiktaş’ta işte bu iki gruptaki teknik direktörler, son yıllarda birbirinin yerini alıp duruyor. Bir grubun diğerine üstünlük kurduğu ya da zayıf kaldığı yanları pekâlâ olabilir, ama Beşiktaş özelinde deneycilerin akılcılardan çok daha başarılı olduklarını söylemek rahatlıkla mümkün.

Sergen Yalçın’ın Beşiktaş’ın başında çıktığı ilk maç olan Rizespor karşılaşmasının öncesinde, yayıncı kuruluşun stüdyosunda yorumcu koltuğunda oturan Yalçın’ın eski takım arkadaşı ve antrenörü Feyyaz Uçar’ın şöyle dediğini anımsıyorum: “Abdullah Avcı, taktiksel detaylara çok takıntılı biri ve açıkçası oyuncuların bundan biraz sıkılmış olabileceklerini düşünüyorum. Sergen Yalçın ise bu konuda onları rahatlatabilir; çünkü o da taktik üzerine konuşmayı çok sevmez. Taktiksel detaylarla oyuncuları boğmak yerine onlara ipuçları verir.”

Uçar’ın o günden beri unutamadığım bu sözleri, aklıma David Winner’ın Harika Portakal kitabında okuduğum bir pasajı da getiriyor. Hollanda’nın 70’li yıllardaki en iyi santrforlarından biri olarak gösterilen Jan Mulder, kitabın bir bölümünde Hollanda futbolunun hücuma dönük olduğu yönündeki genel kanıya katılmadığını söylüyordu: “Biz Hollandalılar sistem delisiyizdir ve dünya bunu bilmez. Dünya bizim hep hücum futbolu oynadığımızı zanneder. Hâlbuki biz el frenimiz çekili hâlde top oynarız. O geriye atılan paslar... Tık, geriye, tık, sağa, tık, sola... Çok sıkıcı! Gereksiz korku, gereksiz temkin. Oyuncular üzerinde çok fazla kısıtlama ve zorunluluk görüyorum. Modern teknik direktörler oyuna taktiksel anlamda çok karışıyor. Sistem de sistem! Bu basit oyun hakkında çok fazla düşünüyorlar. Önemli olan oyuncuların becerisidir; futbolcu dediğin daima doğal becerisiyle oynamalı. Çok düşünmeyin lütfen! Düşünmek yok!”

Güneş’in ya da bir başka deyişle deneyci teknik direktörlerin takımlarında yarattıkları en büyük fark da bu oluyor: Oyunculara özgürlüklerini geri vermeleri ve zihinlerini serbest bırakmalarını sağlamaları. Dün Beşiktaş’ın birçok kusuru olan oyunundaki en dikkat çekici farklılığı da galiba buydu. Daha özgür ve hata yapmaktan daha az korkan bir takım vardı sahada. Skor da buna uygun oldu.


Onur Özgen Kimdir?

1989, İzmir doğumlu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okudu. Gazetecilik hayatına 2008 yılında aylık sosyalist bir dergi olan RED Dergisi'nde başladı. Ardından sırasıyla Campaign Türkiye, FourFourTwo Türkiye, GOAL Türkiye ve Mackolik'te içerik editörlüğü ve yazarlık yaptı. Bir dönem BJK TV'de Avrupa futbolu üzerine yorumlarda bulundu. Son olarak ise GOAL Türkiye'de yazı işleri müdürlüğü görevini üstlendi. Şu anda Gazete Duvar ve Socrates Dergi'de futbol yazarlığı yapıyor ve Parodi Yayınları'nda yine futbol üzerine çocuklara yönelik kurgusal biyografi kitapları kaleme alıyor. Ayvalık'ta yaşıyor.