YAZARLAR

Akbabalar için parti başladı

Ülke ekonomisi döviz kıtlığından döviz bolluğuna savruluyor. Kıtlık kadar bolluğun da sorun yaratabileceği, yani sermaye çıkışları kadar girişlerinin de sorun olduğu konusu, ilgili literatürde uzun süredir biliniyor. Literatürde ‘bağımlı finansallaşma’ olarak adlandırılan bu dinamik, son 30 yıldaki kısırdöngülerin temel nedeni. Yoksa yaşadığımız sorun, ‘Nebati gitti, Şimşek geldi’ sorunu değil.

Geçtiğimiz haftalarda TCMB rezervlerinde yaklaşık 50 milyar dolarlık iyileşme görüldü. Hatta Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, katıldığı bir programda TCMB’nin döviz alımı yapmaması durumunda TL’nin ABD doları karşısındaki değerinin 30 TL’nin altına düşebileceğini söyledi. Bunun anlamı şu, döviz kıtlığı bitti, bolluğu başladı!

Elbette bu sürecin gerisinde, ‘yatırım için demokratik reformlar gerekli’ argümanının savunucularının düşündüğü gibi hukuk devleti yönünde atılmış olumlu adımlar nedeniyle yatırım ortamına güvenen yatırımcıların coşkulu demokrasi kutlaması yok (Bu haftaki Kriz Notları programında bu konuya değindik, dileyen okur programı şuradan izleyebilir).

Dövizin bollaşmasının gerisinde daha basit bir gerçek var, faiz artışı. Ancak sadece faiz artışı değil, aynı zamanda örtülü olarak kur garantisi verilmiş olması. Bu politika sonucunda gerek yabancı yatırımcı, gerekse Türkiye’de yerleşik firmalar için yüksek getiri vaat eden TL varlıklara yatırım yapmak, çok cazip bir kâr imkanı sunuyor. Sermaye hareketlerinin serbestliği, farklı para birimleri arasındaki faiz farkından yararlanmayı amaçlayan fonların yatırımlarını kaydırmaları için gerekli zemini sağlıyor. Ancak bu durumda faiz arbitrajından yararlanmak isteyen yatırımcı bir risk alıyor. Özellikle yüksek getiri vaat eden paranın değersizleşmesi durumunda, yatırımcının faizden elde edeceği potansiyel gelir o paranın değersizleşmesiyle bir anda buharlaşabilir. Yani riskli bir yatırım bu.

Tam da bu nedenle yıl başından beri Şimşek bir yandan, TCMB yöneticileri diğer yandan TL’nin reel olarak değerleneceğini, TL’deki değersizleşmenin enflasyonun altında kalacağını defalarca belirtti. Yani TL’nin reel olarak değerlenmesi, ekonomi yönetiminin enflasyonu düşürmek için kullandığı resmi bir araç haline getirildi. Bu bir anlamda döviz kurunun belirli bir aralıkta dalgalanacağının taahhüt edilmesi anlamına geliyor.

Bu durumda normalde riskli bir işlem olan faiz arbitrajından yararlanma sürecinin riskleri, politika yapıcılar tarafından verilen taahhütlerle azaltılıyor. Yani yüksek getiri garantisi veriliyor. Şimdilerde Şimşek programını destekleyen eskinin muhalif kalemlerinin bir dönem kullanmayı pek sevdiği tabirle söylersek, yaşanan bir ‘servet transferi’! Sermaye için hazırlanmış bu partiden nasiplenenler sadece yabancı yatırımcılar değil, Türkiye’de yerleşik firmalar da döviz kredisi alıp bunu TL varlıklara yatırıyor. Dönem sonunda elde ettikleri TL getiri, TL’nin değeri aşağı yukarı değişmediği sürece, tekrardan dövize geçip, döviz kredisini kapatmaya yetiyor ve üzerine cazip bir getiri kalıyor. Aradaki bu fark da akbabaları partiye çağırmaya yetecek kadar yüksek.

Peki ama burada sorun ne diye düşünen olabilir. İlk sorun, ekonomi yönetiminin verdiği döviz taahhüdü nedeniyle sermaye kesimine büyük bir kaynak aktarılırken, yine bu taahhüt, yani enflasyonla mücadelede takip edilen politika çerçevesi nedeniyle asgari ücret artışı yapılmıyor. Bir başka ifadeyle, halkı yoksullaştırma pahasına sermaye için düzenlenen bir partiden bahsediyoruz.

Bir an gelir dağımı ve büyük yoksullaşma sorununu göz ardı ettiğimizi varsayalım, sorun hâlâ devam ediyor. Zira bu politikadan ancak döviz kredisine erişebilen kesimler ve yabancı yatırımcı faydalanabiliyor. TL ile borçlanmak zorunda olan küçük ölçekli firmaların bu yüksek faiz ortamında yakında iflas bayrağını çekmeleri söz konusu olabilir. Üçüncü önemli sorun da parti bittiğinde geride neyin kalacağı ile ilgili. Yani, ekonomi yönetimi bu denli büyük bir getiri garantisi vermeyi durdurduğunda TL varlıklardan yaşanabilecek bir çıkış, göreli istikrar görüntüsünü bir anda yerle bir edebilir.

Kısacası, ülke ekonomisi döviz kıtlığından döviz bolluğuna savruluyor. Kıtlık kadar bolluğun da sorun yaratabileceği, yani sermaye çıkışları kadar girişlerinin de sorun olduğu konusu, ilgili literatürde uzun süredir biliniyor. Bu anlamda 1989 sonrasında, yani sermaye hareketlerinin serbestleşmesi sonrasında Türkiye ekonomisinin yaşadığı kısırdöngü, sadece Türkiye’ye özgü değil. Küresel finansal sistemle bütünleşmiş, sermaye hareketlerinin serbest olduğu ve uluslararası parasal hiyerarşide alt basamaklarda yer alan ülkelerin yaşadığı sorunların benzerleri, Türkiye ekonomisinde de görünüyor. Literatürde ‘bağımlı finansallaşma’ olarak adlandırılan bu dinamik, son 30 yıldaki kısırdöngülerin temel nedeni. Yoksa yaşadığımız sorun, ‘Nebati gitti, Şimşek geldi’ sorunu değil.


Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.