YAZARLAR

Sen kasmasan oluyor, ben kassam da olmuyor

Cem Yılmaz’ın son filmi 'Do Not Disturb', ne yapsa olduramayan 'gece müdürü' Ayzek’in hikâyesini çok güzel anlatıyor. Ama esas bugünün Türkiye'sinin dertlerini, bugünün referanslarıyla sinema tarihine not düşüyor. Mesela şu dertten bahsediyor: Üsttekiler düşünce alttakiler onu tutar; peki ya alttakiler düşünce? Ayzek’in oteli aynı zamanda bir memleket meselesi. 

1.

Yol filmlerini çok severim. Kim sevmez ki? Yolda umut vardır. Yenilenme vardır, tazelik vardır. Herhalde seven herkes, kendi hayatlarının tek bir seyahatle bile değişebileceğine, rutinin tek bir bavulla kırılabileceğini inandığından, en azından buna inanmak istediğinden sever yol filmlerini. Yol ferahlıktır. 

Bir de yolların sonu var. Yollar biter, evlere girilir. Evli evine köylü köyüne gider. Biz çocukken bu tekerleme, “evi olmayan sıçan deliğine” diye acımasızca biterdi. Dümdüz bir aşağılamayla, “Evsizlerin hakkı budur” mu denmek istiyordu? “Ya da bu saatte evine gitmeyen zaten düzgün bir yere gitmez” anlamına mı geliyordu? Evi olmayanlar nereye gider sahi? Bu sorunun bir cevabı otellerdir… Evi olmayanlar, otellere de gider. Çoğunlukla da lüks olmayan otellerdir bunlar. Gıcırdayan yatakları, bol tahtakurusu, yenmiş yıpranmış çarşafları ve kimi tekinsiz tipleriyle ucuzdurlar; hatta kimi zaman kiradan da ucuzdurlar. Bazılarımız, yaşamlarını orada kurar. Yani gelinip geçilmez sadece, yaşanır da bu otellerde. Tek gecelik bir ilişki değildir illa ki, çok gecelik de yaşanır.

Yol filmlerini sevdiğim gibi, böyle otellere dair filmleri de severim. Elbette yol filmlerinde de oteller, özellikle de yol üstü oteli olan moteller vardır ama onlar bu çok gecelik, hatta kimileri için son durak sayılan otellerden farklıdır; onların hikâyeleri azdır. Beş benzemez insanları birbirine harman eden, birbirine denkleştiren, çarpıştıran otellerin hikâyeleri ise bereketlidir. Wim Wenders’in o güzelim “Million Dolar Hotel”i böyle bir filmdir mesela. Ya da Yavuz Turgul’un “Eşkıya”sı. Görkemini de görkemli misafirlerini de geride bırakmış “Grand Hotel Budapest” sonra… Çok gecelik otellerde hikâye kaynar, o otelin tek gecesi içinde bile kaynar. 

2.

Cem Yılmaz’ın son filmi “Do Not Disturb” de böyle bereketli bir film. Pek de gitmek istemeyeceğiniz bir otelin, hiç alakaları yok gibiyken birbirinin yoluna çıkan karakterlerin filmi. Seyretmeyenler için, tadını kaçırmayacak çok kısa bir özet geçeyim: Daha önce arabalı vapurlarda çalışmış, işten atılınca da kendi ifadesiyle ‘karaya oturmuş’ Ayzek’in hayatla ve gerçeklerle bağlantısı da artık son derece zayıflamıştır. Dökülen özgüvenini tamir için “new age” bir influencer’in YouTube videolarını seyrederken gitgide daha da dibe çöktüğünün farkında değildir. Yine de son bir gayretle salaş bir otelde gece müdürü olarak işe başlar. Böylece hayatına anında yeni karakterler dahil olur: Bir gönül ilişkisine girip giremeyeceğini bir türlü tartamadığı, çamaşırcı genç kız; işinden ayrılıp kendini müziğe vermiş ama pandemi sırasında hem bu yeni işinde hem özel hayatında çuvallamış bir edebiyat profesörü, kayıt dışı şekilde tek geceliğine otelde kalan hapis kaçkını sert adam ve otelin karşısındaki nöbetçi eczanede, demir parmaklıklar arkasında bir yandan kafayı çeken bir yandan işini yapan eczacı kadın… Sabaha kadar bu karakterler etrafında dört dönen Ayzek’in, gerçekle ilişkisi gitgide zayıflar zayıflar zayıflar…

Filmin nedenini nasılını sinema eleştirmenleri güzelce anlatır; ben kendi adıma çok sevdiğim bu filmin tek bir sahnesinin beni götürüp bıraktığı yerden bahsetmek istiyorum. Seyretmeyenlerin tadını kaçırmamak için yine çok ayrıntısını vermeyeceğim bu sahnede, Ayzek, edebiyat profesörüne dönüp iç çekerek şöyle der: “Ne tuhaf değil mi profesör; sen kasmasan oluyor, ben kassam da olmuyor…”

Buyurun, sınıf meselesinin bugünün dilinde kristalize olmuş, net bir şekilde formüle edilmiş hali. En azından, hallerinden biri. Önce ayakta durmak, dengesini sağladıktan sonra da hiç değilse bir iki basamak tırmanmak isteyen Ayzek’in, Ayzek gibilerin ne yapsa olduramamasının bir cümlelik hikâyesi… Neticede Ayzek bir “loser”; bir kaybeden; karaya oturmuş bir gemi, bir gemi işçisi. Sınıfının içinde bir adam. Serbest düşen bir adam. Düşünce yere vuruyor, hırpalanıyor, şaftı dağılıyor ama devam ediyor. Devam etmek zorunda. Devam etmek için yeşil reçeteli haplara veya uyduruk new age influencer’larının videolarına başvuruyor. Düştüğünde onu tutacak hiç kimse yok çünkü. 

Edebiyat profesörü de bir “loser”. Orta sınıftan bir loser. O da sınıfının içinde bir adam. O da düşüyor. Ama düştüğünde onu tutan biri var. Onu Ayzek tutuyor. Ayzek bir emniyet kemeri; Ayzek, itfaiyenin pencere altına gerdiği branda. Ayzek varsa düşebilirsin. Ruhun dağılmışsa da şaftın kaymaz.

(Filmi seyretmeyenler bu parantez içini okumadan atlasın lütfen… “Do Not Disturb”ün başlarında, edebiyat profesörü intihara yeltense de Ayzek ve diğerleri tarafından kurtarılıyor; yine Ayzek tarafından bakımı, takibi yapılıyor; yatağına yatırılıp pışpışlanıyor. Filmin bir noktasında Ayzek’in kendisi de intihara yelteniyor; camdan atlıyor, bir otomobilin üstüne düşüyor, alçaktan atladığı için bir şey olmuyor ama yanına gelen giden de olmuyor; düştüğü yerden kendi kendine kalkıp işinin başına dönüyor.)

3.

Hayat böyledir. Alttakiler üsttekileri kurtarır. Üsttekiler genelde düşse düşse alttakilerin üstüne düşer. Üsttekiler, düşmelerinin faturasını da alttakilere ödetir; bir de faturadan haberleri yokmuş gibi davranırlar. Haberleri olsa bile, eh, sonuçta birisinin faturayı ödemesi lazım…   

Toplumda da böyledir. Dilerseniz, bin bir türlü hırsızlıktan, yolsuzluktan veya dümdüz ekonomik beceriksizlikten, çuvallamadan sonra, kemerleri sıkmanın her defasında kimlere kaldığını düşünebilirsiniz. Dilerseniz batacağı bin metreden belli olan ve adına proje, tasarı şu bu denen ucubelerin mimarlarının kendilerine hiçbir şey kondurmadan, sadece talihin azizliğine uğramış gibi yaparak ve üstelik hem kendilerini hem çevrelerini buna inandırarak yeni projelere, yeni ucubelere yelken açmasını da düşünebilirsiniz. Bunlar öyle projelerdir ki, hiç değilse dükkânın başında düzenli durulsa bile bir müddet yaşayacaklardır ama sadece kartvizit için çalışanlar, hevesleri kaçınca kepenk açmaz. Onların batırdığı işlerde canla başla çalışanlarsa, ertesi gün ne olacak, ertesi gün bir hayat olacak mı, dünya yeniden kurulacak mı diye evde boş boş duvarlara bakar. Birisinin çabasızca tükettiği, yarım bıraktığı hayalleri, diğerleri yırtınsa da kuramaz. Yani: Sen kasmasan oluyor, ben kassam da olmuyor…

Neticede loser’lık bile sınıfsaldır. Ama bazen bir felaket olur, hayatlar da sınıflar da birbirine karışır. Biri birini omzuna alır; bir tür siper kardeşliği kurulur. Ya tehlike geçince? Alttakiler, üsttekilere kendini yakın hissedince, önlerine had ve yer bildiren bir bariyer konur. O zaman hayal bile kuramayanlara, filmde yerine cuk oturan bir başka replikteki gibi, “Biz öyle bakmıyoruz” denir. Sizin gibi değiliz. Buraya kadardı.

Dedim ya, Cem Yılmaz’ın filmi bence çok güzel. Hem birbirine benzemez insanların hikâyelerini tek potada ve özgün, özenli bir görsel dünyada anlattığı için; hem burada yer vermediğim eczacı kadın karakteri için hem de bugünün dünyasını bugünün referansları ve bugüne dair isabetli eleştirilerle sunduğu için…

Bitirmeden, filme dair bir notum daha var. Bu kadar yazıyı biraz bunu anlatabilmek için de yazdım. Bugüne dair bir gözlem… Cem Yılmaz; edebiyat profesörü ve Ayzek arasında, yani iki ayrı sınıftan iki ayrı loser arasında kurduğu tansiyonla bir başka dert anlatmak istiyor ama sanki bugünler bu ikiliğin de aşındığı günler. Mesele madem sınıfsal, edebiyat profesörü bugün hangi sınıfa dahil, halen orta sınıfta mı, Ayzek’in hâlâ çok üstünde mi, işte bundan emin değilim. 

Ama bu filmin geleceğe kalacağından eminim. Acaba, film yirmi otuz yıl sonra seyredildiğinde, orta sınıftan, kaybeden bir edebiyat profesörüne nesli 2020’lerde tükenmiş bir dinozor olarak mı bakılacak? Peki bir gazeteciye, yazara, güvencesiz işlerde çalışan iyi eğitimli türlü beyaz yakalıya nasıl bakılacak? Onlar orta sınıfta kalacak mı? Kasmasalar bile yine de olacak mı? Yoksa artık onlar şu anda dahi kassa da olmuyor mu? Başkaları düşünce az hasarla yırtmaları için birer emniyet brandası olarak hayat sürdüklerinin farkındalar mı? Bu da bugünün sorusu.

4. 

Yol filmlerini severim. Otel filmlerini de severim. Yol filmleri umuttur, arayıştır, devam etme çabasıdır. Yol varsa imkân da vardır. İhtimal vardır. O ihtimaller bazı otellerde tükenir.

Cem Yılmaz, tam 25 yıl önce bir yol filminde oynamıştı. Kendisi çekmemişti (Ömer Vargı’nındı film) ama senaryosunu yazanlardandı. Beyoğlu’ndan başlayan ve yollara çıkan bir filmdi. Olaylar yine sarpa sarıyordu ama umut vardı. Filmin ismi bile umuttu: Her Şey Çok Güzel Olacak… Türkiye de öyle bir Türkiye’ydi: Olaylar sarpa sarıyordu ama umut vardı. Filmin şarkılarından birinin, Mazhar Alanson’un o unutulmaz “Benim Hâlâ Umudum Var” olması boşuna mı?

Zaman geçiyor, Türkiye değişiyor.

Çeyrek asır sonra yine bir Cem Yılmaz filmindeyiz. Evli evine köylü köyüne çekilince gidilen bir oteldeyiz. Umutların tükendiği, kassa da olduramayanların çoğaldığı yerdeyiz. Gitgide içine çöken, kendi hayatına kapanan bir memleketteyiz. 

Kapısında Do Not Disturb / Lütfen Rahatsız Etmeyin yazan bir odanın önündeyiz…


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.