YAZARLAR

'Şahıs partileri' kongre yapıyor

2015 dönemecinden sonra herkesin görebileceği bir ortaklığa ilerleyen Erdoğan ve Bahçeli ilişkisi, siyasetin ve Türkiye’nin kaderini belirlerken, kendi siyasal kariyerlerini de şekillendirdi. 2015 Kasım seçimi, 15 Temmuz darbe girişimi ve 2017 referandumu olaylar serisi, her iki aktörün partilerini “şahıslarının” örgütüne dönüştürmesinin hikayesiydi.

İktidarı oluşturan iki parti bir hafta içinde kongrelerini yapacak: 18 Mart’ta MHP, 24 Mart’ta AKP. Yani Türkiye’yi yönetmekte olan siyasi iradenin tepesinin şekilleneceği olaylardan bahsediyoruz. Normal olarak siyasi gündemin en üstünde yer alması, şimdiye kadar epey konuşulmuş, hâlâ heyecanla takip ediliyor olması beklenirdi. Ancak kamuoyu ve medya ilgisi neredeyse yok mertebesinde. Talimatla lebaleb doldurulan salonlardaki kalabalık bile olup bitenle fazla ilgili değil. Mesela, AKP İl Kongrelerinde elli küsur il başkanı değişmiş. Onlar neyi değiştirecekmiş, ne kimsenin bilgisi var ne de ilgisi. MHP’de, o kadarından bilgisi olan veya bahseden bile yok. AKP’de olası parti yönetimi değişiklikleri, kabine revizyonları hatta Erdoğan’ın partiyi bırakıp bırakmayacağı gibi son derece çarpıcı iddialar, saman alevi kadar hararet üretmiyor. Çünkü her iki partide olup bitecekler, bu siyasi hareketlerin içindeki eğilimler veya kanatların dertleri ve niyetleriyle ilgili değil. Daha doğrusu siyasal partilerde ne olacağı, onların temsil ettikleri siyasi dinamiklerden fazlasıyla bağımsız. Sadece başında bulunanların kafasındaki hesaplarla ilgili.

Türkiye’de siyasal partiler sistemi hep sorunluydu denebilir ve çok doğrudur. Lider merkezli ve pek de demokratik olmayan, hatta bunu meşru gören bir siyasal kültür olduğunu söylemek de hiç yanlış değil. 2017 referandumuyla getirilen sistemin, parlamentoyla birlikte partileri de işlevsiz hale getirdiği de ortada. Kutuplaştırma ile iyice derinleşen anti-siyaset ikliminin, partileri ruhsuz, dilsiz bıraktığı da açık. Fakat bütün bunlar, iki iktidar partisinde yaşananları açıklamak için yeterli değil. Erdoğan ve Bahçeli’nin özel etkisini, değişimi ve şartları nasıl yönettiklerini gözden uzak tutmamak gerekir. Çünkü her iki lider de -farklı yöntemler izleyerek- güçlü dava geleneğiyle biçimlenmiş partilerini, “şahıslarına” bağlı ve bağımlı, şekilsiz araçlara –kendi uzuvlarına- çevirebildiler. Bir anlamda, davaları –hamaset dozunu artırmalarına rağmen- fazlasıyla dünyevileştirerek, partilerini “şahıslarının” kıldılar. İktidar formunda nesneleşen bir dava ve onun “asker alma dairesine” dönüşen bir parti. Bu durumu tartışırken, siyasetin genel yapısal sorunları, değişen normlar ve şartlardan biraz daha fazlasına ihtiyaç var. “Lider partisi” tanımından çok daha farklı bir ilişkilenme biçiminden söz etmek gerekiyor.

Son yıllarda, özellikle de Gelecek ve Deva Partisi kopmalarıyla birlikte, Erdoğan’ın AKP’yi nasıl “şahsının örgütü” haline getirdiği daha çok tartışılıyor. Birlikte yola çıktığı isimleri birer birer tasfiye etmesinden bahsediliyor. Yeni yönetim sistemi sayesinde iktidarı hızla kişiselleştirmesi, damat tartışmalarıyla bir aile işletmesine çevirmesi hakkında tartışılıyor. Ancak bunların daha gerisinde, AKP’nin taşıdığı siyasi temsilin, “reisçilik” biçiminde özel bir kimliğe dönüşmesi var. Buna, Erbakan için kullanılan “savunan adam” sloganının, Erdoğan için “savunulan adam”a dönüşmesi de diyebiliriz. Liderlerin, kimlik kalabalıklarını, “egemenlere karşı” savunan ve temsil eden sembollere dönüşmesiyle ilerleyen popülizmin, özel bir formu bu. Abdülhamit’ten başlayıp Menderes, Özal’a kadar taşınan “yedirmeyiz” refleksi için, 15 Temmuz “Allah’ın lütfu” olmuştu. Ama imalatın daha önceden başladığını hatırdan çıkartmamak gerek. Erdoğan, Cemaat ile kapışma, dış konjonktürdeki bozulma gibi faktörlerle, “beni kullanın” diyeceği odakları değiştirmek zorunda kaldı. Tedarik ettiği siyasi gücü daha da şahsileştirmek ve şahsını da “devletleştirmek” için başka bir kapının açılması gerekiyordu.

İşte tam bu noktada, Bahçeli bu özel anti-siyaset sürecindeki en kritik aktör olarak öne çıktı. Bahçeli, 1997 yılında çalkantılı bir süreçte genel başkan seçilmesini sağlayan, 2002’deki seçim yenilgisini hareketin “beka davası”na çevirerek yine şaşırtıcı bir kişisel çıkış yaratabilen sıkı bir tecrübeden geliyor. Erdoğan’ın aksine, kişisel karizması, çok kuvvetli siyasal desteği olmadan partisindeki etkinliğini artırmış, en azından “şahsını” önemli badirelerden geçirebilmişti. Diğer yandan tıpkı Erdoğan gibi, en yakınındaki isimleri kolayca tasfiye etmiş, en sert muarızlarını yeniden kendisine biat edecekleri pozisyonlara getirerek kullanabilmişti. 2015 dönemecinden sonra herkesin görebileceği bir ortaklığa ilerleyen Erdoğan ve Bahçeli ilişkisi, siyasetin ve Türkiye’nin kaderini belirlerken, kendi siyasal kariyerlerini de şekillendirdi. 2015 Kasım seçimi, 15 Temmuz darbe girişimi ve 2017 referandumu olaylar serisi, her iki aktörün partilerini “şahıslarının” örgütüne dönüştürmesinin hikayesiydi. Dışardan bakılınca ilk görülen, birinin iktidarı diğerinin genel başkanlığını kurtarmak için sağladığı “normal dışı” destekler. Meşrebine göre herkes farklı tarafa hayret etti, başka tarafın çaresizliğine dikkat çekti. Ortakların başardıkları ise, partileri olmadan –siyaset yapmadan- siyaseti yönetmenin yolunu açmaktı.

Bugün diğer partilerde de liderlerin belirleyiciliği, anti-demokratik olma eleştirilerine konu olan genel merkez ağırlığı tartışmaları görülüyor olabilir. Ancak önümüzdeki bir hafta içinde kongre yapacak olan iki iktidar partisinde gördüğümüz “şahsımın partisi” tablosundan bahsetmek mümkün değil. Erdoğan ve Bahçeli, elbette yürüttükleri bazı hesaplara, korumaya çalıştıkları bazı dengelere ve ihtiyaçlarına göre birtakım düzenlemeler yapacaklar. Fakat her iki parti için de, liderlerin kafasında dönenleri tahmin etmeye çalışmaktan başka bakılabilecek bir yer kalmamış olması son derece önemli. Bakmayın bu partilerin içinde birtakım rahatsızların varlığından bahseden değerlendirmelere. Elbette, en başta artık bir parti bile olmamaktan başlayarak pek çok konuda rahatsız olanlar vardır. Sonuçta uzun bir geçmişten gelen ve milyonlarca insanın gelip geçtiği koca hareketlerden bahsediyoruz. Ancak bugün ortalıkta kulis diye gezdirilen söylentilerin çoğu, liderin kafasında olması umulan hüsnü kuruntular veya olur da kulağına çalınır ve aklına düşer mi diye yine ona duyurulmaya çalışılan şeylerden ibaret. Bu yüzden, önceden merak uyandırmayan kongreler, gelip geçtikten sonra da fazla konuşulmayacak. Çünkü şaşırtıcı gelişmeler olsa bile, bunların öznesi yine partiler olmayacak.

 

Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).