YAZARLAR

Sahi, neden 'Boğaz' betonla kapatılmasın!

Ülkede ne kadar doğal güzellik/değer varsa maddi kazanca dönüştürülmesinden yanayım. Bu ülke, zamanında kültür, doğa, insan, nezaket, vefa vs. diyerek çok şey kaybetti.

Daha önce, bir yazıda 'kendimin' Diyanet'e devrini isterken, bir diğerinde şehirlerdeki kaldırımların yayalara tümüyle kapatılarak araç ve iş yeri sahiplerine tahsis edilmesini talep etmiştim. Ne yazık ki ikisi de ciddiye alınmadı yetkililer tarafından. Gerçi kaldırımların araç-iş yeri sahiplerine tahsisi konusunda her geçen gün ilerleme kaydedildiğini sevinerek görüyorum, umuyorum yakın zamanda yayalara tamamen kapatılır ve hak ettiğimiz şehircilik anlayışına kavuşuruz, zira araç ve dükkân sahipleri mağdurken kaldırımlarda zaman zaman da olsa rahatça yürüyebilmeyi doğru bulmuyorum. Bu yazıda, beton ve doğa konusunda yaşadığım aydınlanmayı anlatmak istiyorum.

Malum, birkaç hafta önce nefis ve o ölçüde moral bozucu bir söyleşi yayınlandı. Siren İdemen ve Anıl Olcan, Hidrobiyolog Levent Artüz ile konuştu, çoğunuz okumuşsunuzdur. Artüz, Marmara Denizi'ni bir cesede benzeterek son haftaların konusu olan müsilaj-deniz salyasının varlığını, “cesedin çürümesi” olarak tanımlıyordu. Yalnızca Marmara değil, Çanakkale ve Ege'de de görülüyormuş deniz salyası. Ardından, bir yandan belediye diğer yandan merkezî yönetim, devasa pipetler ile salyayı çekmeye başladı.

Oysa, felaket gibi görünen ama belki de bir lütuf olan bu doğa hadisesinin de 'vin-vin' noktasında düşünülebileceği ve âdeta bir 'benefite' dönüştürülebileceği düşünmüştüm ilk duyduğumda. Tam o esnada Anadolu'nun bağrında filizlenmiş bir bilim yuvasından, deniz salyasından “yaralara merhem olacak kozmetik jel ve krem yapılabileceğini” müjdelendi. YÖK bu konuda üniversitelere çalışma yapmalarını salık vermiş, TÜBİTAK harekete geçmiş ve çözüm bulma “noktasında” çalışmalara başlanmış. Çorbada tuzları olsun istemişler. Büyük bir sevinçle okudum haberi, zira bir süredir naçizane anlatmaya çalıştığım, hayalimdeki Türkiye tam da böyle bir ülke; her ne yaşanıyorsa onu vin-vin noktasında değerlendiren bir zihniyetin, ülkeyi insanı taşı toprağıyla âdeta bir firma gibi görüp kâr 'maksimizasyonunu' hedeflediği bir yer.

Bana kalırsa olup biten her şeye bu gözle bakmalı, ezberlerimizi sorgulamalı, kalıplarımızı kırmalıyız; bunca insan, bunca sermayedar, bunca bürokrat, bunca siyasetçi ve bunca müteahhit yanılıyor olamaz. Hal böyleyken, öncelikle kendi saplantılarımı ve onlardan biri olan yeşil/doğa sevgimi sorguluyorum bir süredir ve kişisel aydınlanma maceramda küçümsenmemesi gereken yol aldığımı söylemeliyim. Ezcümle, bakış açımı değiştirdim.

Yeşile bakıp yeşil, suya bakıp su, ağaca bakıp ağaç gören insanların kime ne yararı olduğunu, artık anlamıyorum. Yeşile bakınca beton, suya bakınca HES, ağaca bakınca kütük ev görmenin yararına, ilerletici işlevine inanıyorum nicedir. Boşu boşuna akan bir derenin boşu boşuna akmasının savunulmasını aklım almıyor. Su akar deli bakar. Zaten dikkat edilirse o suyun boşuna akmasını, o ağacın sittin sene öylece salınıp üç beş zevzek kuşa yuva olmasını ve o yeşile dokunulmamasını savunanlar, hemen her zaman 'iki koyun güdemeyecekler' arasından çıkıyor. Vatanını seven insan suyu boşa akıtmaz, bir karış toprağının, rüzgarının kıymetini bilir, vizyon noktasında 'inovatif' olur.

Ülkede ne kadar doğal güzellik/değer varsa maddi kazanca dönüştürülmesinden yanayım. Bu ülke, zamanında kültür, doğa, insan, nezaket, vefa vs. diyerek çok şey kaybetti. Artık bu duygusallıklara, geçmişte yaşama hevesine pabuç bırakılmamalı. Yukarıda söz ettiğim söyleşide, Marmara Denizi'nin uzun süre önce öldüğü iddia ediliyor. Bana kalırsa Marmara Denizi'ne hiç gerek yok, ancak bu başka mesele, oluşmuş bir kere. Şimdi yapılması gereken, milletçe ulaştığımız medeniyet seviyesinde bizlere yakışacak olan, Boğaz'ın betonla kapatılıp bol şeritli Boğaz yolunun araç trafiğine açılıp ekonomiye kazandırılmasıdır. Bunu yapmak kolay değil tabii, birileri hukuk der, Montrö diyen çıkar, olası uluslararası sorunlar tartışma yaratır, yalı ve Boğaz kıyısındaki lokanta sahipleri itiraz eder vs. Bu nedenle, ilk aşamada Boğaz 'sahilinin' mümkün olduğunca betonla doldurulması ara çözüm olabilir. Kabul edelim, betonla doldurularak eğimi çıkıntısı törpülenen kıyılar daha güzel, simetrik, derli toplu görünüyor. Genişçe beton sahil yürüyüş alanları bir yandan ümmetin betona olan özlemini giderirken, diğer yandan Allah'ın suyunu ekonomiye kazandırıyor. Bu gerçekleştirilene dek, sahile vuran salyanın turizme açılarak sergilenmesi, yine bir kazanç kapısı olabilir kuşkusuz. “Denizlerimiz ölüyor” diyerek ortalığı velveleye vermektense, 'ölenle ölünmez' kadim prensibini hatırlayıp üzücü görünen bu durumu fırsata dönüştürmek daha 'vizyoner' bir tavır olmaz mı, olur elbette.

Memleket sathına dikkatli bakıldığında, henüz Diyanet'e devredilmemiş ve nasıl olduysa imara açılmamış doğal güzellik ve tarihi zenginliğin, öylece durduğu görülebilir. Peki, kime ne yararı var? On iki bin yıllık Hasankeyf baraj oldu, büyük ölçüde betonla kaplandı, ne kaybettik? Bence son derece doğru bir karardı, betonlu fotoğraflarını sevinçle karşıladım, umuyorum yakın zamanda bir millet bahçesi de yapılır o beton alana. Ha keza, Salda Gölü'ne millet bahçesi yapılması yerinde bir hamle. Öyle bir güzelliğin rant alanına dönüştürülmesinden daha doğal ne olabilir. Sahile yapılan minik ahşap evlerde çoluk çocuk kalınsa, akşam vakti mangal yakılsa fena mı, laikçi elitist şer odaklarının neye karşı çıktığını anlamış değilim. Gölün bunca zaman kendi halinde durduğu yetmez mi? Kumu çok özelmiş, suyu çok berrakmış, dünya mirasıymış, dokunulmamalıymış, bıy bıy! Su bu su, kararırsa yenisini koyarsın. Hani bir göl vardı, Dipsiz Göl, krater gölü, defineciler suyu boşaltıp altın arayınca çok tepki çekmişti. Ne oldu, adamların işi bitti getirdiler tankeri suyla doldurdular yine, değdi mi bunca yaygaraya. Örneğin, Uzungöl'ün yeni halini yadırgayanlar var, inanılır gibi değil. O eski ve rahatsız edici derecede yeşil Uzungöl'ün betonlaşmasına kızgınlar. Neden? Çünkü ilerlemeye karşılar, hatırlayın, zamanında Boğaz Köprüsü'ne de laf edilmişti, şimdi vızır vızır geçiyorlar. Ayrıca Uzungöl'ün sağ ve solundaki yamaçlarda hâlâ ağaç var, çok isteyen başını kaldırıp bakar.

Ağaç yaşken eğilir, beton sevgisi küçük yaşta edinilmeli, yakın zamana dek bu yapılmadı ne yazık ki Türkiye'de. Beton medeniyettir muhterem okur, bağ bahçe dediğin ilkellik. Misal, Kadıköy sahile beton döküldü, dolduruldu, bence çok güzel oldu. Belediyelere yer gerektikçe deniz doldurulması usulü korkunç görünürdü gözüme, aydınlanma öncesi. Oysa örneğin İzmir bu yolla neredeyse ikinci bir şehir kazanmış, eh o yılların belediye başkanı Özfatura kötü mü yaptı? Doldurulan alanların ortasındaki yeşil alan bırakılması ne kadar gerekliydi, tümü beton olsa daha uygun olmaz mıydı, bunlar haklı sorular tabii, yine de denizin doldurulması hiç doldurulmayıp kendi haline bırakılmasından iyidir bence. Kadıköy, Üsküdar sahilleri, Beşiktaş, hele ki şu Kabataş'taki muhteşem iskele, denize doğru genişleyen martı şeklindeki beton heyula. Denize giren beton kadar duygusal bir şey var mı şu hayatta. Anlatamazsın ama, bizim, çok affedersiniz Batılı yaşam tarzını benimseyip köklerinden kopmuş kimi elitlere anlatamazsın.

Bakın, geçenlerde Niğde belediye binası önü fotoğrafı yayınlandı bir yerlerde. Eski halinde koskoca alanda ağaçlar var, tahammül edilmez ölçüde yeşil bir görünüm, lanet olası ağaçlardan o güzelim belediye binasını göremiyorsunuz. Allah razı olsun, ümmetin yerel idaresi o ağaçların tümünü kesip alana beton dökmüş, ardından, anladığım kadarıyla meydanın kenarlarına saksı içinde ağaç yerleştirmiş. Helal olsun, işte vizyon bu; ağaçlar hem derli toplu görünüyor, hem de toprağın altına kök salmıyor, diğer yandan saksı ağaç satan şirketler kazanç elde ediyor. Vin vin. Bu zihniyet vatan sathında egemen olmalı.

Zamanla giderek çoğalan beton ve asfalt sevgim, yalnızca zemin ve kıyıların doldurulmasıyla sınırlı değil, ümmetin dikey yapılaşmasından ve şehir siluetinin gökdelenlerden oluşmasından da heyecan duyuyorum. Ankara'da, o güzelim İzmir'de, İstanbul'da... Kadıköy'den Eminönü'ne yol alırken, betonlaşmış sahil manzarasını hayranlıkla seyrediyorum. Ancak yine de, örneğin o betonarme yapıların arasından ve arkasından zar zor fark edilen, arada sıkışıp kalmış tarihi camilerin minareleri biraz daha kısa olsaydı da betonarme görüntüsü hiç bozulmasaydı, diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Misal, Dolmabahçe ve İnönü Stadı arkasındaki iki muazzam beton yığını olmasaydı Beşiktaş sahili neye benzerdi! Çamlıca'daki beton kule sizce de şahane değil mi? Çok mu istiyorsun yeşil görmek, aşağıdan yeşil ışık ver olsun bitsin, ama yok olmaz tabii, maksat üzüm yemek değil ki.

Şu sıralar İstanbul Validebağ Korusu gündemde, tepki gösterenler var, efendim Millet Bahçesi olacakmış, otopark yapılacakmış vs. Çok iyi biliyorum Validebağ'ı, şehrin ortasında sinir bozucu bir yeşillik, güzellik, koca bir doğal alan, bir iki yapıyı saymazsak el kadar olsun beton dökülmemiş, tahammül edilir gibi değil inanın. Otopark için şöyle güzelce beton ya da asfalt dökülmeli büyükçe bir alana, ne bileyim, bir iki lokanta, kafe... O güzelim betonu her yere bulayıp sonrasında korunun çeşitli yerlerine saksı içinde ağaçlar yerleştirilmeli. Ayrıca betonlaştırılmış alanlara saksıda ağaçlar dışında, alçıdan heykeller de serpiştirilmeli mutlaka, kuş heykeli, sincap heykeli, ağaç heykeli; yeter ki istensin, yeter ki beton sevgisinde samimi olunsun, aşılmayacak engel yok inanın.

Beton olmalı, hayatımızda daha fazla beton olmalı, daha fazla doldurulmuş sahil, daha fazla millet bahçesi, daha fazla otoyol, daha fazla otopark, daha fazla AVM, daha fazla gökdelen, daha fazla taş ocağı, daha fazla villa, daha fazla şantiye olmalı... Beton medeniyettir, sevgidir, emektir. Yana yana abdesthane ibriği gibi dizildiklerinde gözlerimin yaşarmasına neden olan o müteahhitlerin vizyonu, benefiti, medeniyet tasavvurları, üç beş doğa severin anlamsız ve verimsiz 'yeşil' inadına feda edilemez. Beton olmalı, hayatımızda daha çok beton olmalı, içimiz dışımız beton olmalı, beton olmalı, beton olmalı, beton...

Bir rica: İlginç, yasa ve anayasaya aykırı bir biçimde 'kurulmasına' izin verilmeyen Yeşiller Partisi, videolar hazırlamış. İmza kampanyasına katılmak isteyenler için, birini buraya bırakıyorum. Fondaki parkın yeşilliği rahatsız ederse, gözlerinizi kapatarak dinleyebilirsiniz!


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.