YAZARLAR

Patso ülkesinde 'Kalın' kutuplaşma

Sanatla siyaseti tam da birbirine karıştırma zamanındayız. Kim ne tavır aldıysa bugün bakmayacaksak ne zaman bakacağız, Lale Devri’nde mi?

Türkiye’de yaşamak, hele ki günceli takip etmek, aynı gün içinde çok sayıda önemli, tuhaf, saçma ve bir o kadar da inanılmaz habere maruz kalmak anlamına geliyor. İnsan hangi birine tepki vereceğini, ne hakkında yazacağını şaşırıyor. Ancak geçen haftaya ait iki olay, yaşadığımız süreçleri daha iyi algılamamıza yardımcı olacak mahiyette: Patates tırları ve Erkan Oğur…

İlk olarak, patateslerini satamayan çiftçilerin elinde çürümeye yüz tutan 11 tır patatesin basın toplantısı yapılarak Tuzla’da karşılanması üzerinde duralım. Daha önce eşi benzeri görülmemiş, üzerine sayfalar dolusu yazılası bir durum ile karşı karşıya kaldık. Öyle ya “ekonomimiz pandemiye rağmen uçarken”, kilosu 3-5 lira olan bir sebze yerine insan; kıyma, hatta pirzola, onu da geçtim jumbo karides ya da havyar dağıtılmasını bekliyor. Patatesin tarihine baktığımızda sembolik bir anlamı olduğunu görüyoruz, zira patates besin değeri yüksek olması nedeniyle her zaman yoksulların yemeği olmuş. Mehmet Yaşin’den öğreniyoruz ki hatta patates, ilk zamanlarda hayvan yemi olarak kullanılmış. Otuz yıl savaşlarında Alman köylüler İspanyollardan patates çalarak çiğ olarak yemişler ve bu da hazım problemlerine yol açmış. Patates tarihi hep yoksulluk ve acılar tarihi olmuş. Amerika’dan gelen zehirli bir mantar, patates tarlalarına musallat olunca, İrlanda’da 1845 yılında büyük kıtlık meydan gelmiş, İrlanda’da yüzbinlerce insan hayatını kaybetmiş. Fransa’da ise Kral 16. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette patatesi özendirmek için 50 hektarlık alana patates ektiriyor ve başına da çok değerli bir şey yetiştiriyormuş izlenimi vermek için askerler dikiyor, amaç hasıl oluyor, böylece halk patatesle tanışıyor. Yani “11 tır patatesi dağıtıyoruz”u törenlerle kutlamanın tarihsel bir arka planı var aslında. “Et yiyemiyorsan şükret haline ve patates ye” her zaman geçerli bir yöntem…

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Patates, bizde de son 30 yılda farklı formlarda ortaya çıktı. Önce kumpir, daha sonra da patso adı verilen versiyonları, sokağın yoksullara sunduğu seçenekler olarak hayatımıza girdi. Ekmek arasına patatesin üzerine ketçap konulmasından oluşan patso, sokak lezzetlerinin hayat pahalılığına ve yoksullaşmaya nasıl da adapte olduğunu göstermesi açısından anlamlı. Şimdilerde binlerce aile, belki de ekmek aralarına 11 tırın getirdiği patatesleri koyarak “11 ayın sultanı”nı karşılıyor, elbette ayçiçek yağı almaya güçleri yeterse…

Pandemiyle daha da derinleşen gelir dağılımındaki eşitsizliğin, iktidarın sınıfsal tercihlerinin somut adıdır patates ve onun makyajlı hali olan patso. Okurken kıt imkanlara sahip, mezun olduktan sonra da işsizlikle boğuşan gençlerin sosissiz, köftesiz ayakta kalmalarının adıdır. Lezzetli olduğu için de oluşan devasa gelir dağılımındaki uçurumu gölgeleme özelliği taşır. Yerken aldığınız anlık haz öyle yüksektir ki “neden ben kıyma, et, balık yiyemiyorum” demek aklınıza bile gelmez. Patates ve patso, pasta bulamayanların ekmeğe mahkûm edildiği bir düzenin meşruiyet araçlarıdır. Herkese et veremiyorsan, onları daha da aşağıya çekmenin ve yine de ayakta kalmalarının adıdır patates ve kuzeni soğan.

İkinci konumuz ise üzerinde hayli tartışılan Erkan Oğur mevzusu. İktidarın ve yakın medyasının 19 yıldır yaptığı en düzgün işlerin başında, ‘rıza üretim mekanizmalarını’ mükemmel bir şekilde çalıştırması geliyor. Örneğin çoğumuzun hayatında önemli yer edinen çok sayıda sanatçı, pandemi öncesinde iktidar medyasında röportajlar vererek hepimizi şaşırtmıştı. Yıllar içinde anılarımızda yer edinmiş, siyasal kimliklerini sorgulamadan dinlediğimiz pop figürleri bu dönemde zaten iktidarın yanında açıkça yer aldılar, müzisyenlerin çoğu hayatlarının en zor zamanlarını yaşarken, salgın sürecinde TRT tarafından düzenlenen konserlerden 35 milyon TL aldılar. İftarlara, “kültür sanatın geliştirilmesi” için düzenlenen toplantılara katıldılar. Orhan Gencebay’ından Ajda Pekkan’ına birçok isim bu kervana katıldı ve bunlara elbette çok da şaşırmadık, zira konumuz bu değildi. Ancak bir de Sabah gazetesine demeç veren isimler vardı ki bunlar neye hizmet verdiklerini çok iyi bilecek bilince sahiplerdi.

İktidar; sıklıkla itiraf ettiği gibi, kültürel hegemonyayı bir türlü oluşturamadığı için “eski Türkiye” ürünü bu isimleri transfer ederek, kültürel etki alanı yaratacağını sandı. İşte bu nedenle, ama öyle ama böyle, bir şekilde iktidara yanaşan bu ikinci grup, sevenleri nezdinde derin bir hayal kırıklığı yarattı. İlk okuduğunuzda asla itiraz etmeyeceğiniz, ancak biraz deşince hayli sıkıntılar barındıran bu söyleşiler, belli ki propaganda amaçlı, planlı şekilde, peşi sıra yapılmıştı. Aslında son derece mantıklı gibi görünen söylemleriyle, gittikçe derinleşen yeni siyasal/kültürel paradigmanın yeni meşruiyet aracısı oldu bu sanatçılar. Söyleşilerin ardından gelen tepkiler üzerine her seferinde de “Hay Allah ben onu demek istememiştim” tarzında açıklamalar geldi. Oysa bu sanatçılardan; söyleşi yaptıkları mecraların niteliğini de, beraber çaldıkları “türkücülerin” amaçlarını da göz önüne alarak hareket etmeleri, söylediklerinin, eylemlerinin nereye gideceğini bilmeleri beklenir. Yıllar içinde kendilerinin yaratmış oldukları algı ve imajları kendilerine bırakılamayacak kadar kamuya mal olmuş insanların bu hareketleri ne yazık ki anılarımıza da hakarettir. Erkan Oğur’un da, iktidarın en önemli aktörlerinden biriyle çalmasını bu açıdan değerlendirmek gerekiyor. “Hata yaptım” demesi elbette anlamlı ama Grup Yorum ile çalmış bir sanatçı olarak, Grup Yorum üyesi iki kişinin hayatını kaybetmesinin üzerinden bir yıl geçmeden böyle bir projede yer almış olması (her ne kadar iki yıl önce kaydedilmiş olduğunu söylese de, projeden çekilmemesi nedeniyle) en hafif tabirle talihsizliktir. Zira bu ülkenin her alanda gelmiş olduğu düzeye bakıp, “Ben müziğime bakarım” anlayışını çoktan geçmiş olmalıyız. “Müzisyenlik de bir meslektir ne var bunda canım” dersek; “siyasetçilik de bir meslektir” deyip partilerin ve milletvekillerinin yaptıklarını, “müteahhitlik de bir meslektir, para kazanmasınlar mı, ihalelere girmesinler mi” diyerek 5’li çeteyi, “polis de emir kulu, ne yapsınlar yani” diyerek emniyet güçlerinin gençlere, kadınlara şiddet kullanmasını, “marketçilik de bir meslek, hem serbest piyasa var, ne var yani 8 bin market açarak bakkalları öldürdüyse” diyerek A 101’leri, kısacası her şeyi meşru zemine oturtabiliriz. Ülkede onca yaşanmışlık, bunca “KALIN” kutuplaşma, yarılma varken, anti-demokratik uygulamalardan, kadınlara yönelik şiddete, pandemiden yoksulluğa kadar her şey tavan yapmışken aldığımız kararlar, yaptığımız tercihlerden elbette ki sorumluyuz. O nedenle sanatla siyaseti tam da birbirine karıştırma zamanındayız. Kim ne tavır aldıysa bugün bakmayacaksak ne zaman bakacağız, Lale Devri’nde mi?

Boğaziçi Üniversitesi’ne malum rektörün atanması, Galatasaray Üniversitesi’ndeki yabancı hocalara B2 seviyesinde Türkçe dil zorunluluğu getirilmesi, eğitimin niteliğini yükseltmeyi amaçlamak yerine, bu kurumları vasata çekme girişiminden başka bir şey değil aslında. Kültürel hegemonya kuramayınca eski kültürel aktörleri transfer etme girişimi de aslında bu isimlerin itibarlarını kamuoyu nezdinde aşağıya çekiyor. Oğur’u bir hareketiyle Yavuz Bingöl ya da borçları devlet tarafından silinen Serdar Ortaç mertebesine taşımak elbette olmaz ama itibarının zihinlerimizde zedelendiği de bir gerçek. Murat Meriç’in dünkü yazısında ifade ettiği gibi, ““Siyasetler üstü” olarak konumlandırdığımız bir isim, karşısında olduğumuz siyasetin en önemli isimlerinden biriyle yan yana gelince olmuyor. İnsanın kalbi çiziliyor.”

İktidar seviye yükseltemediği her alanda, işte bu yöntemi uyguluyor aslında. Mutfaklar için et verecek gücü olmadığından patates dağıtarak, bir anlamda “patso güzeldir” mesajı veriyor. Eğitimde kaliteyi aşağıya çekerek herkesi vasatlıkta buluşturmaya çalışıyor. Kültür dünyasına yeni bir değer katmak yerine, var olan aktörleri bizlere sorgulatıyor, değerlerimizi alaşağı ediyor. Boğaziçi’ni aşağıya çekmek üzere atanan, intihalci “ama güler yüzlü üstelik sakin” rektör Melih Bulu ile iktidarın makyajlı ve sözde “mantıklı”, hem de türkücü yüzü İbrahim Kalın aynı işlevi üstleniyor. Erkan Oğur gibi isimlerin, itibarlarıyla oynayarak, o kişilerin zaaflarından ya da “hatalarından” yararlanarak mevcut iktidar kendine meşruiyet alanı açıyor. “Biz yeni Erkan Oğurlar yaratamadık, kültürel alanda bir taş dahi koyamadık, bu zihniyetle de zor zaten, bari var olanı yanımıza alalım” mantığının arkasında bu yatıyor.

Kısacası hayatımız tam da ketçaplı ekmek arası patso gibi şekilleniyor. Keser dönene sap dönene, gün gelir hesap dönene kadar eldeki kişi, kurumlarla ve elbette patatesle idare edeceğiz artık.


Azmi Karaveli Kimdir?

İletişim uzmanı. Galatasaray Lisesi’nin ardından Marmara Fransızca Kamu Yönetimi’ni bitirdi, aynı üniversitede Sinema-TV yüksek lisansı yaptı. 1993 yılında Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başladı. Televizyon programcılığının yanı sıra, özel sektörde ve iletişim ajanslarında çalıştı. Kadir Has Üniversitesi’nde iletişim dersleri verdi. Hayat Bilgisi Okulu’nun kurucuları arasında yer aldı. zete.com’da yazılar yazdı. Cumhuriyet Pazar Eki’nde Yurttan Sesler bölümünü hazırladı, zaman zaman kültür sanat sayfasında yazılar kaleme aldı. 2018 yılında gazetede yaşanan gelişmeler üzerine Cumhuriyet’ten ayrıldı. Halen kurucusu olduğu ajansta iletişim danışmanlığı yaparken, bazı STK ve siyasetçilere gönüllü destek veriyor. Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde doktora tezini bitirmeye çalışıyor.