YAZARLAR

Müzik sustuysa da hayat devam edebiliyor mu? 

Müzik de, konserler de, toplaşmalar da yavaş yavaş geri dönüyor. Ama sanatçılarda ve sektörde, planlarda ve faaliyetlerde gündem ve takvim baskısının etkisi güçlü şekilde hissediliyor. Deprem felaketlerinin acısı henüz dinmemişken, hatta dinmenin yakınından bile geçmemişken sahneye çıkan sanatçı da onu seyre gelmiş izleyici de tam olarak ne yapacağını bilemiyor sanki

19 Aralık 2021 tarihli yazım şu girizgahla başlıyormuş:

“Öyle zor, üzücü ve tekinsiz zamanlardan geçiyoruz ki, birçok yaratıcı insanın kendi işlerinden bahsetmeye, kamuya yönelik duyuru ve tanıtımlar yapmaya çekindiği bir hâl hâkim dört bir yana. Ne üzerinde tepinilip duran o pek önemli konular eskisi kadar önemli, ne de kişisel meseleler o kadar biricik, artık. Bir filmden, şarkıdan, diziden, albümden, heykelden, romandan, müzeden bahsetmek için hem çatık kaşlı hem de kırılgan zamanlar bunlar. Kimileri için hiç öyle olmasa da, vur patlasın çal oynasın öz pohpoh ve mütevazi postu kuşanmış öz övgü atılımları hiç durmasa da, gözünü ve kulağını kullanabilen, bunların çıktılarını vicdanının terazisine koyup değerlendirebilen, sadece eşinin dostunun değil, komşusunun ve mahalle esnafının da iyi olmasını isteyen faniler için, gerçekten zor zamanlar.”

Bundan başka kim bilir kaç yazı buna benzer bölümler içermişti. Burayı kopyalayıp yapıştırsam bugün de eğreti durmayacaktı, geride kalan 10-15 senenin hiçbir dönemi için eğreti durmazdı da denebilir. Hissetmemiz istenen böyle bir şey çünkü. İnsanlarımız gerçek anlamda mutlu, huzurlu ve barışçıl olsun istenmiyor. Tepeden inme birtakım lütuflarla, ki onların kime ve neye göre lütuf oldukları tartışılır, hayat ahenk içinde akıyormuş gibi yapılsın isteniyor. Ama toplumun geneline mutluluk, huzur, barış gelsin istenmiyor. Kavga, gürültü, huzursuzluk baskın olsun, insanlar birbirine girsin ki devletin otorite ve kontrol mekanizması devreye girebilsin, buna ihtiyaç duyulsun, bu sayede de oranın koltuklu köşe tutanları önemli işler yapıyor gibi görünsün. Bir itfaiye erinin kendi mahallesini kundaklaması, önce yangını çıkartıp sonra söndürmeye koşması ya da bir kalecinin, kurtarırsa bireysel kahraman olma ihtimalini hesaplayarak kasten sebep olduğu penaltı gibi. Neye yaradığı tam anlaşılamayan bir öz sabotaj hali bu. Veya gaslighting ve mobbing’in çok büyük ölçekte ve ustaca uygulandığı bir simülasyon. Tahminen birilerine yarıyor ki adeta resmî devlet politikası halinde sürdürülüyor. Ancak sürdürülemez olduğu artık çok belli ve bazı şeylerin kökten değişmesinin yakın olduğu hissi bugünlerde epey bir insana bir miktar da olsa mutluluk, huzur ve umut veriyor sanki.

Neyse, konumuz müzik, müzik olmalı. Orası da öyle garip ki; bir yandan içinden gelse de mahalle baskısı nedeniyle paylaşım yapamayanların, müzikten bahsedemeyenlerin veryansınlarını okur ve duyarken, diğer yandan paylaşım yapmak içinden gelmeyenlerin paylaşım yapmanın içlerinden gelmeyişine isyanlarına şahit oluyoruz. Yani derdin bile derdi var. “Derdini seveyim” diyen mi istersiniz, aynı dertten mustarip dert ortaklığı mı? Hepsi var bizde, siz isteyin biz verelim. Örneğin, bir veya birkaç veya birçok şarkı yazıp, kaydedip yayınladıktan sonra eğer şarkı(lar) biraz, az çok veya çok çok sevilirse biraz veya pek çok veya çok fazla sayıda sosyal medya takipçisi edinmenin bir sonraki adımı hemen hemen her konuda ama ülkemizde özellikle siyasete dair fikir beyan etmek oluyor. Tabii ki eder, istediği konuda yazar, çizer; kimseye soracak değil. Bir şeyleri ‘kendine hak görmek’ konusunda elini hiç korkak alıştırmayan, verdikçe veriştiren, yardıkça yardıran ve sürekli akıl yarıştıran bir toplumun kendini müzisyen ve/veya şarkıcı ve/veya şarkı yazarı olmanın ötesinde şifacı addeden bireylerinden farklısı beklenmez nitekim. Lakin temeller biraz kaçak göçek, kariyerler de hafiften göçmeye yüz tutunca yazılıp çizilenlerle savunulan argümanlar en ufak sallantıda çöküveriyorlar. Sonra sil baba sil, özür baba özür, bi’ sürü karın ağrısı.

Stanley Kubrick’in başyapıtlarından Dr. Strangelove’da Peter Sellers’ın canlandırdığı ve filme adını veren karakterin içindeki faşisti, istemsizce omuzdan dimdik kalkıvererek açık eden protez sağ kolu gibi, sosyal medya da bazı ‘şifacı’ların mesela “twitternusolü” olabiliyor ülkemizde. Neyse, bugün tesadüfen kültür haznesinde “varmış” gibi görünme şansı yakalayıp üç-beş vakte kadar gözde de gönülde de kalmayacak atlı kovboylardan geçiverelim. Gelelim nüfusumuzun yarısına yakınını teşkil eden otuz yaş altı grubun en fazla dinlediği müzik türü olan rap ve hip-hop’a. Bu alan ilginç bir alt-kültür sahası. “Alt” derken bağıra çağıra gelen, göz göre üste çıkan, sonra da durduğu yerden aşağıya doğru değil kendi göz hizasından toplumun gözünün içine dimdik bakan bir müzikal kültür. Diğer tüm müzik türlerinin olduğundan fazla sayıda insanların hayatında olan ama ana akıma hâlâ tam nüfuz etmemiş sesler bütünü. Hikâyeleri oldukça fazla, hayatları oldukça karışık olan genç dışavurumcuların kalplerini bileklerine takarak bir şeyler anlatmaya çalıştığı bir ifade şekli. Sosyoloji, popüler kültür, müzik, sanat alanında depderin ve verimli bir vaha. Bu şarkıcıların her birinin müziği, sözü fazlasıyla dinlemeye değer – bunu da ben söylemiyorum, dinleyen milyonlarca insan söylüyor.

Dün gece bu müziğin en önemli figürlerinden birçoğunu bir araya getiren ve elde edilen gelirin depremzedeler yararına bağışlanacağı bir dayanışma etkinliği vardı İstanbul’da. Altı bine yakın kapasitesiyle çok amaçlı kapalı salonların en büyüklerinden biri olan Volkswagen Arena‘da düzenlenen ‘S.O.S. #SesimOlsunSesin’ adlı etkinlikte yirmi beş civarı isim sahne aldı. Henüz adı duyulmamış, hatta ilk defa bir konser sahnesine çıkan isimlerden, Güneş, Bege, Kök$vL, Lvbel C5, Mavi, Sefo, Şanışer, Şehinşah gibi janrın tanınmış isimlerine kadar geniş ve farklı bir yelpaze sunan sanatçı kadrosuyla bu yardım girişimine katkıda bulunmak için orada bulunan yüzlerce insanın çabasıyla harika bir gece yaşandı. Gözlemlediğim kadarıyla masa başında yoğun emekle ve son derece profesyonelce planlanmış, sahada da özverili ve disiplinli bir çalışmasıyla gerçekleştirilen, iyi akan ve dostane bir organizasyondu. Bir o kadar dikkat çeken şeyse kâğıt üzerinde aksi olması beklense de sanatçıların genel olarak rahat ve barışçıl halleriydi. Bazı sanatçıların performans arasındaki konuşmalarıyla salondan yükselen istifa davetleri, çoğu yirmi yaş altı olan seyircilerin bakış açılarını gösterse de deprem nedeniyle Adıyaman’da birinci derece yakınlarını kaybeden, kendisi de bu alanda bir şarkıcı olan, gecenin özel konuklarından Emrah adlı gencin konuşmasına tepkisizlikleri şaşırtıcıydı. Benzer şekilde, Almanya’da çok sevilen ama Türkiye’de ilk defa sahneye çıkan, Berlin’den gelip dayanışmaya destek veren Elif’in nitelikli performansından, ayrıca çok nazik ve samimi iletişiminden düzgün bir alkışı esirgemeleri yakışıksızdı. Bu bakımdan bu gençlerimizin alacağı bir miktar yol olduğu anlaşılıyor.

Bir başka dayanışma gecesi de 9 Mart Perşembe gecesi Kadıköy Moda Sahnesi’nde, daha “Kadıköylü” bir iletişim ve sanatçı kadrosuyla gerçekleştirildi. Nasıl geçtiğine dair fazla bilgi sahibi değilim ama amacına ulaştığını ve başarıyla sonuçlandığını umarım. Sırada şubat ve mart ayında yapılacak tüm konserleri erteleyen veya iptal eden Zorlu PSM’nin büyük sahnesinde 30 Mart Perşembe akşamı gerçekleşecek, ilginç fiyat politikasıyla dikkat ve tepki çeken Dayanışma Sahnesi adlı etkinlik var. Umarım burada da hayal edilen şeylere ulaşılabilir. 

Evet, müzik de, konserler de, toplaşmalar da yavaş yavaş geri dönüyor. Ama sanatçılarda ve sektörde, planlarda ve faaliyetlerde gündem ve takvim baskısının etkisi güçlü şekilde hissediliyor. Deprem felaketlerinin acısı henüz dinmemişken, hatta dinmenin yakınından bile geçmemişken sahneye çıkan sanatçı da onu seyre gelmiş izleyici de tam olarak ne yapacağını bilemiyor sanki. Üzerine, yaklaşan Ramazan ayı, ardından bayram ve sonrasındaki seçim süreci eklenince senenin ilk yarısı ülkemizde müzik adına kayıp bir dönem olarak anılacaktır. Kimbilir; belki bir gün geriye dönüp baktığımızda bu sessiz dönemin hepimize biraz iyi gelmiş olduğunu görürüz.


Can Sertoğlu Kimdir?

1975 yılında İstanbul’da doğdu. Alman Lisesi’nden mezuniyetinin ardından The University of Texas at Austin’de Radyo-Televizyon-Sinema ve Ekonomi alanlarında çift lisans aldı. 1998’de New York’ta önce Right Track Recording kayıt stüdyosunda, ardından Atlantic Records’da prodüktör Arif Mardin’le birlikte çalışmaya başladı ve şirketin A&R departmanında görev yaptı. Bu dönemde Tori Amos, Stone Temple Pilots, Led Zeppelin, Jewel, Kid Rock, The Darkness, Matchbox Twenty, Craig David gibi sanatçı ve gruplarla çalıştı. Aynı zamanda Brooklynli kült grup World/Inferno Friendship Society’nin menajerliğini üstlendi. 2005 yılında Mor ve Ötesi’nin menajerliğini üstlenmek üzere Türkiye’ye döndü. 2015’e kadar grubun üyeleriyle birlikte kurduğu Rakun Müzik’in Genel Müdürü olarak birçok albümün yapımcılığını yürüttükten sonra 2015-2018 yılları arasında Doğuş Grubu’nun dijital platformu Puhu TV’nin kurucu ekibinde İçerik Direktörü olarak görev aldı. 2019’da kurduğu Ferment Records ile müzik yapımcılığına ve More Management etiketiyle 2005’ten beri sanatçı menajerliğine devam etmektedir. Yakın zamanda tekrar New York’ta yaşamaya başlamıştır.