YAZARLAR

‘Kişi’ olmaktan kaynaklı hak sorunu

Olduğumuz olmaktan çıkmak, beden olarak var olmak mümkün mü? Verili tüm ‘kişi’ rollerinden sıyrılmak. Ben’e dair olandan arınmak, kimlikten kurtulmak ve sadece çıplak bir beden olmak. ‘Kişi’ olmak insanı belirleyen bir yerde duruyor, bu nedenle ondan kurtulmak çok zor çünkü toplumsal bir varlıksın. Sana verilmiş olanlarla yaşarken, kendin olmaktan, o ilk hâlinden uzaklaştırılmışsın.

İnsan sadece beden mi? Çok basit gibi görünen bu soru hakkında düşündüğümüzde, farklı açılardan tartışabileceğimiz bir konu çıkıyor ortaya. İnsan, sadece bedeniyle açıklanabilen bir tür olsaydı, üzerine giydirilmiş farklı farklı ‘elbiselerle’ yaşamasaydı belki bunun cevabını daha kolay bulabilirdik. Türümüz ‘kişi’ olarak var. Kişi olmak, pek çok anlamı içinde taşıyor; yetiştiğin kültürü, aldığın eğitimi, kimliği, belleğinde seni sen yapan izleri, verili rolleri, düşünme biçimlerini, göz renginden saç biçimine, cinsel yönelimine kadar fiziksel, toplumsal, sınıfsal pek çok özelliği. Kişi olmanın insan olmaktan bir farkı var bu nedenle. İnsana “kişi” yükü eklenince bu bazen ayrıcalıklı bazen de ezilen bir konuma karşılık gelebiliyor. Olduğun kişi olmaktan kaynaklı haklar elde edebiliyorken, haktan hukuktan yoksun bir yaşama da mahkum olabiliyorsun. Çoğunluğun yanındaysan tüm kapılar sana açılıyor, azınlığın yanındaysan, hak gözetiyorsan, başka’nın varlığını dışlamıyorsan, fikirlerinden dolayı yargılanabiliyorsun.

Simone Weil(1), kişinin kutsallığını tartışırken bahsettiğimiz gibi kişi olarak kurulmuş, yani belli sıfatlar atfedilmiş insan için hak talep edilmesini sorunlu buluyordu. Çünkü ona göre, “benim için bütünüyle (onun tamamı) kutsal olsa da her bakımdan ve her açıdan kutsal değildir. Kollarının uzun, gözlerinin mavi, düşüncelerinin belki de sıradan olması itibariyle kutsal değildir benim için. Ya da söz gelimi dük ise dük olduğu için değildir kutsallığı. Çöpçüyse çöpçülüğünden dolayı da değildir. Kendimi tutmama sebep bunların hiçbiri değildir.” Bir insanın kutsallığı onun ‘kişi’ olmasından kaynaklanmamalı demeye çalışıyordu burada düşünür. Kişiyle ilgili olan, bir şekilde onun çıkarıyla da ilişkilenir çünkü birine zarar vermemek, olduğun şey olmanın önüne geçen bir insani tavır gerektirir. ‘Onun tamamı’ derken, bir insan olarak bedeninin hakkından bahsediyordu bence Weil. “Kendimi tutmama sebep olan” derken de 'başkasına neden zarar vermeyiz' sorusu hakkında düşündürüyordu. Herhangi birine saldırmamamızın, ona kötü davranmamız önündeki engel, onu o yapmış ve bu nedenle kutsallaştırmış olan durum değil. Yani herhangi birine, Weil’in örnekleriyle söylersek “çöpçüye” veya “düke”, onlara yüklenen anlamdan dolayı zarar vermemezlik etmeyiz. Onlara zarar vermeme nedenimiz: “Elime koluma hâkim olmamın sebebi, eğer biri onun gözlerini çıkarsaydı, kendisine zarar verildiği/kötülük yapıldığı düşüncesiyle ruhunun yaralanacağını bilmektir.” Herhangi birine ona yüklenmiş sıfatlardan, kimlikten, fiziksel özelliklerinden dolayı zarar vermeyiz, o olduğu şey olduğu için ve bizim onu incitme potansiyelimiz olabileceği için kötülük yapmayız. Weil, bu konuyu İnsan Hakları Beyannamesi’nin hak kavramını sorunsallaştırarak, “kişiselcilik” veya “personalizm” akımını işin içine katarak tartışıyordu ama bunu kişi olmanın anlamı hakkında düşündüğümüzde farklı açılardan da değerlendirebiliyoruz fikrimce.

Rachel İngalls’ın 'Bayan Caliban'(2) kitabının Larry karakterini ele alalım. Larry, bir deniz canlısıdır, yakalanmış laboratuvarlarda üzerinde olmadık deneyler yapılmış, bilim insanları tarafından işkenceye, tacize uğramıştır. Bir yolunu bulup kaçmış, kendisini savunmak amacıyla engel olmaya çalışanlara saldırmış, bu nedenle medyanın da kampanyasıyla ondan bir “canavar” yaratılmıştır. Evine sığındığı ve dost olduğu Dorothy, Larry’nin yaşadıklarının hukuki boyutunu sorgularken şöyle düşünür: “Şayet Larry insan değilse cinayet işlemiş olamazdı; bir hayvan olarak öldürmüş olurdu ve bunun için cezalandırılmazdı. Diğer yandan şayet insan olarak değerlendirilecek olursa, insan haklarını elinden alan ve her şeyden önce sadece farklı olduğu için kendisini haksız yere hapseden iki sadistin yaptığı işkencenin neden olduğu acıyla nefsi müdafaadan kaynaklı bir öfkeyle öldürmüş olurdu.” Normal bir hukuk düzeninde Dorothy’nin Larry hakkında söyledikleri haklı olarak değerlendirilebilir ancak burada adil bir durum olması için onun olduğu şey olarak yargılanması gerekir, oysa Larry farklıdır, bedenine “canavar” damgası vurulmuş ve bir “kişi” olarak var edilmiştir. Larry bu nedenle yasalar ve kurumlar karşısında savunmasızdır. Çünkü ona hak temelli değil, üzerine giydirilen sıfatlar üzerinden bakılır. Ona bakılan yer, farklı olduğu yerdir ve çoğunluk açısından olması gereken hukukla değil, ona giydirilen “cani”, “canavar” gibi damgalarla hakkı değerlendirilir. Bu konuda Foucault ve arkadaşlarının üzerinde epey durduğu 'Bir Aile Cinayeti'ni(3) de hatırlayabiliriz. Bu metinde ele alınan Pierre Rivière, çocukluğundan beri çevresi tarafından “garip”, “tuhaf” gibi sıfatlarla anılır. Zorlu bir yaşamı olan Pierre, en sonunda kafasındaki yücelikle ilgili düşüncelerle birlikte, babasını çektiği acılardan kurtarmak gibi kendince ulvi bir amacın peşine düşer, bu acıların sorumlusu olarak gördüğü annesini ve iki kardeşini öldürür. Pierre’in davası, döneminde oldukça tartışılır, yargılama süreci de dönemin politikalarıyla ilişkilenir. Burada dikkat çeken durum Pierre’in işlediği cinayetle değil daha çok ona yüklenen “deli”, “cani” gibi sıfatlarla ele alınmasıdır, ona dair olan, onu o olarak kuran nedenler bu davada önemlidir. Karşısında, tıp, psikiyatri, adalet kurumları ve toplumun sözü vardır, yargılanma süreci işlediği cinayetten çok, konumuz bağlamında ona yüklenen kişi misyonuyla ilgilidir. Bu bahsettiğimiz iki durumda da Weil’in “onun tamamı” dediği değil, ona yüklenen sıfatlar adalet ve hakka sahip olmayı belirler.

Dünyanın ve yaşadığımız coğrafyanın geldiği noktaya bakarsak da insan haklarının ‘kişi’ olmaktan kaynaklı aşınmasını rahatlıkla görebiliriz. Hangi tarafta olduğuna göre hakka sahip oluyor veya olmuyorsan, olduğun kişi olmak sana adalet getiriyor ya da getirmiyorsa, burada bir sorun olduğu aşikâr. Olması gerekeni talep etmek başlı başına sorunluyken, şimdilerde kadının, LGBTİ+’nın, coğrafyamızda yaşayan farklı etnik ve dini grupların, doğanın, hayvanın yaşam hakkı bile bir talep konusu olabiliyorsa bunun üzerine kafa yormak gerekiyor. Çünkü hak, ne olarak var edildiğinden çok direkt olduğun şey olmaktan dolayı sahip olman gereken şey, bu insan-insan dışı tüm varlıklar için olması, kabul edilmesi ve tanınması gereken.

Peki, olduğumuz olmaktan çıkmak, beden olarak var olmak mümkün mü? Verili tüm ‘kişi’ rollerinden sıyrılmak. Ben’e dair olandan arınmak, kimlikten kurtulmak ve sadece çıplak bir beden olmak. ‘Kişi’ olmak insanı belirleyen bir yerde duruyor, bu nedenle ondan kurtulmak çok zor çünkü toplumsal bir varlıksın. Sana verilmiş olanlarla yaşarken, kendin olmaktan, o ilk hâlinden uzaklaştırılmışsın. Aile kurumuyla başlanmışsın işlenmeye, okullar bitirmişsin, öğretmen sözü dinlemiş, askerlik yapmışsın, gelenekler gelmiş sonra, evlenmişsin kurumlar gözetiminde, seni sen yapan şey her ne ise olmuşsun. Sana verilmiş tüm bu şeylerden kurtulmak kolay değil. Ama şunu yapamaz mı insan, verili olanın sabitliğinden kurtulamaz mı? Kimliğine sıkı sıkı tutunmaktansa, bu sana bazı ayrıcalıklı konumlar sağladığında onu reddedemez mi? İnsan iradesi bunu yapmaya muktedirdir. Ama ayrıcalıklı kişi olmaktan kaynaklı çıkar, çoğu zaman buna engel olur. Ezilen bir kimliği görüp, o gün o olabilecekken, çoğunluk kimliği sana cazip gelir. Güce yaslanmanın hem haz veren hem de güven veren bir tarafı vardır çünkü. Oysa insan, başkasının da olduğu şey ne ise, o olmaktan kaynaklı haklarının olduğunun farkına varacak yetkinlikte bir türdür nihayetinde.

Sadece insan meselesi de değil sorun, hayvanın, ağacın, derenin o olduğu şey olmaktan dolayı hakkını tanımayı da bu bağlamda düşünebiliriz. Dünyada varlık olan, her şeyin hakkını gözetmek de en çok insanın sorumluluğudur. Bir tür sadece kendi varlığının sıkıntısını duyup, başka bir türün sıkıntısından uzak yaşıyorsa, onun rahat düzeni, doğa üzerinden faydacı bir şekilde, tahakküm ilişkileriyle yükseliyorsa burada da sorun yok mu? Böylece, kişi’den kaynaklı hakları daha geniş bir açıdan düşünmeye başlayabiliriz. Çünkü kişi olmak, insana verili olandan kaynaklanır, bu verili durum seni kendi doğandan uzaklaştırırken, dünyanın diğer türleriyle de bağını aşındırır.

“Ben’i yok etmek hariç tamamlamamız için bize verilen başka bir özgür eylem kesinlikle yoktur” der Weil(4), bunun anlamı sana giydirilenden kurtulmak, ondan arınmaktır, bir anlamda sana bildirilmiş olandan kaçıştır; kendini olandan kurtarmaya, çıplak bırakmaya çalışmaktır. Bedendeki kişi, onun içerisinde olduğu toplumla, onu o olarak kuran bir yere mensup olmakla ilgili ki Weil’in şu cümleleri bununla ilişkilenebilir: “Kişisel olmayana geçiş, ancak yalnızlıkla mümkün olan, ender görülür nitelikte bir dikkat ile gerçekleşir. Sadece fiziksel değil aynı zamanda ahlâki yalnızlık da gerekir. Kendini bir topluluğun mensubu olarak, bir “biz”in parçası olarak düşünen kimse asla kişisel olmayana ulaşamaz.” Bu cümleler de verili rollerden, kimliklerden kurtulmayı çağrıştırıyor. Bu belki yaşadığımız dünya şartlarında, kimliğin hâlâ tanınma mücadelesinin bir parçası olduğu yerde daha da zor. Ama kimliğe yapışıp kalmamak da önemli görünüyor, özellikle “kurban” kimliğe yapışıp kalmak onu devamlı yaşadıkları üzerinden kurmak, yeniden yeniden yaralamak ve yaralanmak anlamına gelebiliyor. Bir toplulukla karışmamış, onun içinde erimemiş olan varlık tahayyül edilemese de kimliğe sıkıca sarılmak yerine onun bize engel olan, başkasının hakkını gözetmeyen yanını aşındırmak değerli bir tutum.

Buna ulaşılabilir mi bilmiyorum çünkü bir topluluğa doğuyor, bizi koymaya çalıştıkları kabın şeklini alıyoruz ama en azından sorgulanabilir, kimliğin ben’de sabitlenip kalmaması için çabalanabilir, onun getirdiği ayrıcalıklar veya haksızlıklar sorgulanabilir. Özellikle konu hak-hukuk olduğunda onun sadece bir zümreye, çoğunluk kimliğine ait olmaması gerektiği hatırda tutulabilir değil mi?

  1. Weil, S., (2018), “Kişi ve Kutsal”, s. 17-56, (Çev. Murat Erşen), İstanbul: Vakıfbank Kültür Yayınları.
  2. ngalls, R., (2020), “Bayan Caliban”, s. 45-46, (Çev. Özge Çağlar Aksoy), İstanbul: Jaguar Yayınları.
  3. Foucault, M., (2007), “Bir Aile Cinayeti ‘Annemi, Kız kardeşimi, Erkek Kardeşimi Katleden Ben, Pierre Rivière’”, (Çev. Erdoğan Yıldırım-Alev Özgüner), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
  4. Akt. Bradatan, C. (2018), “Fikirler İçin Ölmek ‘Filozofların Tehlikeli Hayatları’”, s.143, (Çev. Kübra Oğuz), İstanbul: Can Yayınları.

Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.