YAZARLAR

Édouard Louis ve bedenlerden taşan yazı

Édouard Louis’nin, “Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri” Can Yayınları tarafından, Ayberk Erkay çevirisiyle basıldı. Louis, yine sözünü sakınmadan protest tavrını sürdürüyor, bedenlerin yüzeyini aşıp derinin altını kazıyor, ondan “fışkıran” duyguları gizlemeden, gizlenmeden açığa çıkarıyor.

Édouard Louis’nin yazma biçimini, onun hakkında yazdığım bir yazıda “protest” olarak nitelemiştim. Çünkü onun yazısı her anlamıyla bir itiraz etme aracı olarak kendini gösteriyordu ancak onun yazısı hakkında bahsedilmesi gereken bir ayrıntı da bedenin anlatısının temel aktörü haline gelmesi. Bana kalırsa, bazen babadan, bazen anneden, bazen ağabeyden ve çoğunlukla da kendi bedeninden yola çıkan bu yazma biçimi; patriyarkanın, sınıfsal eşitsizliklerin, toplumsal normların kişinin bedenine yapıştırılmış yanlarını açığa çıkararak onu asıl varlığıyla ortaya çıkarmak gibi bir anlam ifade ediyor. Bu nedenle Louis’nin yazısı çevresindeki insanları yargılamanın ötesinde onları oldukları hale getirenin ne olduğu sorusunu içeriyor ki bu da kurumların etkisiyle, verili rollerle bedenin nasıl dönüştüğünü görme imkânı sağlıyor.

Buradan devam edersek mesela Louis, “Babamı Kim Öldürdü”de (2020), klasik bir baba oğul ilişkisini anlatmaktan öte babalığı bir kurum olarak var edenin ne olduğunu düşündürüyor; devleti, fabrikayı, patronu, politikacıları, toplumsal cinsiyetin verili erkeklik kodlarını işe dahil ederek onu yargılamanın ötesinde belki biraz da sitemkâr bir tavırla anlamaya çalışıyordu. Amacı babasıyla zorlu ilişkisinde onu bir bedenin tarihi olarak ortaya koyma çabasıydı, şöyle sesleniyordu: “Bedeninin tarihi, siyasi tarihi suçluyor.” Babadan oğula, yukarıdan aşağıya biçimlenmiş bir erkeklikler tarihi olarak baba figürünü okumaya çalışıyordu yazar, belki bir çeşit beden arkeolojisi yapmaya gayret ediyordu.

“Eddy'nin Sonu”nda (2021) Louis bu sefer kendi bedenini ortaya koyarak çocukluğundan beri “efemine” olduğu gerekçesiyle aile, okul gibi kurumlarda yaşadığı zorbalığın nedenlerini sorguluyordu. Ailesinin “hayallerini yıkıp, umutlarını söndüren” bedeninin neden sorun olduğunu yine patriyarkal kodları, küçük bir kasabada yaşamanın getirdiği yükümlülükleri, anne ve babasına yüklenen toplumsal normları devreye sokarak tartışıyor, bedeniyle yüzleşmesini, kendi oluş sürecini etkileyen faktörlerle birlikte ele alıyordu. Bu metinde de o protest tavrı hissediyorduk çünkü yazarın meselesi, çevresindekilere ve kendisine onu o yapan şeylere karşı esirgemeden sözünü söyleyebilmek bunun için de yazısını bir araç olarak işe koşmaktı. O yazısında, “neden böylesiniz”, “neden böyleyim” sorularını “bu nedenle böyle kişiler oldunuz, olduk”  şeklinde cevaplamaya çalışıyor böylece onun yazma gayreti, hem kendisi için hem de çevresi için bir yüzleşmeye dönüşüyordu.

Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Édouard Louis, Çev: Ayberk Erkay, 80 syf., Can Yayınları, Nisan 2024

'BİR KADININ KAVGALARI VE DÖNÜŞÜMLERİ'

Édouard Louis, “Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri”nde de yukarıda bahsettiğimiz araçları devreye sokarak bu sefer annesini anlatıya taşıyor. Daha metnin başında yazısıyla yapmaya çalıştığını ifade ettiği cümleler, yukarıda bahsettiklerimizi hatırlatıyor: “Bana edebiyatın duyguları vitrine çıkarmaması gerektiği söylendi, ben de bedenin ifade edemediği duygular fışkırsın diye yazıyorum.” Bu cümlelerde söylediği gibi yazar bu sefer; annesinin bedeninden taşan, dile gelmeyen ama yüzünde asılı duran kederin nedenlerini ve bu kederden çıkışın hikâyesini kendi bedeniyle de ilişkilendirerek anlatıyor.

Kitapta, “Eddy’nin Sonu”nda da sık sık karşılaştığımız anne figürünü, yazarla ortaklaşan deneyimlerle birlikte düşünüyoruz. Başlangıçta çocukluğa dair anımsamalar, babasıyla ilişkisinde de gördüğümüz çetrefilli yanı öne çıkaran bir anlatıyla karşılaşmamıza sebep oluyor çünkü kendi cümleleriyle söylersek, “hayatımın ilk yıllarında beni tanıyacağın korkusuyla geçirdim. Ortaokuldaki veli toplantılarından haberin olmasın diye kırk takla atıyordum. Sınıftaki iyi öğrencilerin tam aksine. Çağrı kâğıtlarını saklıyordum, yakıyordum…” Kardeşiyle kavgaları sonucunda, kardeşinin ona, “kasabada herkes dalga geçiyor seninle. İbne diyorlar arkandan” diyerek haykırması, bu cümlenin annesi tarafından duyulması nedeniyle dile gelen bu ifadeler, onun gizlemek zorunda kaldığı kimliğinin annesiyle ilişkisini zora soktuğunun yansıması oluyor. Onun tarafından bedeninin olduğu haliyle tanınmasını istemiyor Louis çünkü “Eddy’nin Sonunda” kitabında anlattığı gibi o zamanlar varlığını, çevrenin ve ona giydirilmeye çalışılan erkeklik elbisesinin etkisiyle (mesela, babasının zorla futbol oynatmaya çalışması) kendisi de “sorunlu” buluyor ki bedeniyle yüzleşmesinin onun çok fazla yara almasına sebep olduğunu yine bahsettiğimiz metinde gözlemleyebiliyorduk.

ÖZGÜRLEŞME VE KEDER

“Bir özgürleşme hikâyesi” yazmak için yola çıkan Louis kitapta annesinin genellikle kederli olan yaşamından bahsetmek zorunda kalıyor çünkü özgürleşme çoğu zaman yaşatılan kederi fark etmekle onun getirdiği uyanışla ortaya çıkıyor. Metnin başlarında, baba tarafından sürekli aşağılanan (örneğin, kasabanın futbol kulübünce düzenlenen şenlikte ona, “Lan şişko, gel buraya” diye bağırdığından söz ediyor Louis),  yoksullukla boğuşan, sınıfının yaralarını taşıyan, çocuklarını hayatta tutmak için stratejiler geliştirmek zorunda kalan yaşamı eve hapsolmuş bir kadın hikâyesi anlatılıyor, yazarın ona dair şu tanıklığı sanırım söylediğimizi ifade edebilir: “Sabahları okulda değilsem, bakkala alışveriş yapmaya gidişine, sonra eve dönüşüne, öğle yemeğini hazırlamasına, sofrayı kurmasına, yemekleri getirmesine, sofrayı kaldırmasına, bulaşıkları yıkamasına, evi temizlemesine, ütü yapmasına, çocukların yataklarını yapmasına, akşama doğru akşam yemeğini hazırlamasına, babamı beklemesine, sofrayı kurmasına, yemeklerimizi getirmesine, sofrayı kaldırmasına, bulaşıkları yıkamasına şahit olurdum.”

Günleri böyle bir rutin içine hapsolmuş bir kadının yüzünde yerleşik bir kederle anılması çok da sürpriz olmasa gerek ki Louis, onu mutlu gördüğü bir ânı, ona yakıştıramadığı için öfkeyle karşılamasından da bahsediyor. Çünkü onu yüzündeki mutsuzluk görüntüsüyle içselleştirmiş ve onun başka bir şekilde varolabileceğini hayal bile edemiyor, şöyle anlatıyor: “Onu evde mutsuz görmeye o kadar alışmıştım ki yüzündeki mutluluk bana derhal ifşa edilmesi gereken bir sahtekârlık, bir ayıp, bir yalan gibi görünüyordu.”

Bir bedenin ona yapıştırılan görünüşünün dışında varlık hakkının bile sorun olabileceğini görüyoruz burada, anneye mutsuzluk öyle teğellenmiş ki Louis’ye bile bu “sahtekârlık” gibi görünebiliyor. Oysa iki bedenin de mutsuzluğunu ve hırçınlığını belirleyen şey metinlerinde yazarın da göstermeye çalıştığı gibi, o bedene yazılan tarihlerle ilgili. Louis bu nedenle metinde hem annesiyle kurduğu ilişkinin bu boyutunu hem de kendisinin de farkında olmadan onu yaralayanlarla ortak bir tavır için de bulunabildiğini hatırlıyor, bunu samimice gerektiğinde kendisini ifşa ederek yapıyor.

KASABADAN ÇIKIŞ

“Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri”nde, yazarın kendi yaşamında olduğu gibi annesinin yaşamında da küçük bir kasabada yaşamanın belirleyici olduğunu hissediyoruz. Herkesin birbirini tanıdığı, birincil ilişkilerin hakim olduğu bir yerde yaşamak, çevrenin gözünün hapsedici etkisini daha çok üzerinde hissetmek anlamına geliyor ki Louis, “Eddy’nin Sonu”nda kendisinden bahsederken şu cümleyi kuruyordu: “Diğerlerinin -erkek ve kız kardeşlerimin, arkadaşlarımın- kasaba hayatından benim kadar mustarip olduklarını sanmıyorum. Onlardan biri olmayı başaramayan bendim ve bu dünyaya ait olan her şeyi reddetmem gerekiyordu…” Bu durum Louis ile annenin hikâyesini ortaklaştıran bir yerde duruyor çünkü metnin sonlarında annenin babayı “en sonunda” terk ederek özgürleşmesinde ve Louis ile ilişkisinin değişmesinde kasabadan ayrılmasının etkili olduğunu görüyoruz. Ki yazar için de okul nedeniyle oradan ayrılmak, kendini gerçekleştirmesinde önemli bir aşamaydı.

Annenin Paris’te yaşamaya başlamasının getirdiği dönüşümden şöyle bahsediliyor: “Kasabadan ve çok uzun zaman boyunca yaşamı olan şeyden birkaç hafta uzaklaşmak görünüşünü kökten değiştirmeye yetmişti. Gözlerimdeki şaşkınlığı gördü -her konuda bir teorisi mutlaka vardır- ve bana: ‘Karşında başka bir kadın bulunca şaşırdın tabii, değil mi! Artık gerçek bir Parisliyim,’ dedi. Gülümsedim, ‘Evet, doğru. Doğru, Sen Paris’in kraliçesisin…”

ORTAK ÖZGÜRLÜK

Louis’nin anlatısında iki insanın ilişkisinin değişimini birlikte düşünme şansı buluyoruz. Anne ona, “biraz normal olsan” demekten sakınmayan, diğer çocuklardan farklı olmasını yadsıyan ve onunla ilişkisini bunun üzerinden kuran bir figür, Louis için de özellikle kasabadan ayrıldığı okul döneminde utandığı, çok az birlikte anne-oğul gibi hissettiği genel olarak sorunlu bir ilişkiden söz edebiliyoruz. Louis’nin annesini anlaması ancak ondan uzaklaşınca, yeni yaşamında etrafında gözlemlediği kadın-erkek ilişkileriyle, patriyarkal kodları fark ettiğinde oluyor. Annenin ise sıkışıp kaldığı hayattan özgürleştiğinde ancak oğlunun varlığını tanıdığı, onunla akrabalık kodlarını aşan bir arkadaşlık ilişkisi geliştirebildiğini görüyoruz. Bu nedenle aslında metinde ortaklaşan bir özgürleşme ve kendi varlığını bulma hikâyesi okuyoruz. Louis, bir kere daha ailesini işe dahil ediyor ve bu sefer annesiyle kendi hikâyesini kesiştiriyor.

Édouard Louis’nin, “Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri” Can Yayınları tarafından, Ayberk Erkay çevirisiyle basıldı. Metin boyunca sadece bir kadının özgürleşme hikâyesine değil sıkışıp kalınan bir yaşamda, toplumsal normların ve cinsiyet rollerinin de etkisiyle başkasıyla ilişkinin nasıl zora girdiğine de tanık oluyoruz. Louis, yine sözünü sakınmadan protest tavrını sürdürüyor, bedenlerin yüzeyini aşıp derinin altını kazıyor, ondan “fışkıran” duyguları gizlemeden, gizlenmeden açığa çıkarıyor.


Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.