YAZARLAR

Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?

Judith Butler’ın 'Ne Menem Bir Dünya Bu? ‘İnsanlararası Bağların Fenomolojisi’' adlı kitabı, Metis Yayınları tarafından, Burcu Tümkaya çevirisiyle basıldı. Kitap bize pandemi deneyimi üzerinden yaşadığımız dünyanın nasıl göründüğünü düşündürürken yaşanabilirliğin koşullarını gezegenle birlikte tahayyül etmenin, olabildiğince kapsamlı bir direnme politikası inşa etmenin önemini hatırlatıyor.

Covid-19 salgının üzerinden çok zaman geçmemesine rağmen çok fazla dünyanın gündemine giremiyor. Pandeminin içindeyken düşünce ve görüş belirtilen yazı ve tartışmalarla epey sık karşılaşmıştık. Sıcağı sıcağına yazılan metinler bir şeyler söylüyordu ama sonrasında dünyanın sürekli değişen gündeminde, salgın zamanında yaşadıklarımızdan öğrendiklerimiz, dünyanın böyle devam edemeyeceğini, bir dönüşümün başlaması gerektiğini gösteren pek çok tartışma, şimdiden bakınca herkes için geçerli olmasa bile orada bir yerde kalmış gibi görünüyor.

Coğrafyamızda ilk vakanın tespit edildiği geceyi, o anın paniği hatırlıyorum. O gün, ilk başta belki de sadece kendi hayatlarımızı düşündük ama korona virüsünün mesajı açıktı; kendi hayatımızı başkasının hayatıyla bağlantılı düşünmek zorundaydık. Bu mesaj, başkasının varlığını kendi nefesine dahil eden, dünyanın tüm yaşayanlarını neredeyse aynı anda etkilediği için bizi ortak bir etkilenme ağında buluşturan bir yan taşıyordu. Ancak kısa bir zaman sonra fark ettik ki bu ortak etkilenme de herkes için aynı anlama gelmiyordu. Kapitalizm şartlarında yaşarken sistemin sürmesi gerekiyordu, üretim durmadı, patronlar zenginleşmeye devam etti, eşitsizlik derinleşti. Böylece bir kere daha gördük ki dünya ortak bir mekân olsa da felaketlerden alınan pay eşit değildi, birilerinin hayatta kalması için birileri gözden çıkarılıyordu.

Judith Butler, 'Ne Menem Bir Dünya Bu? ‘İnsanlararası Bağların Fenomenolojisi’' kitabında, pandemi döneminde görünür olan eşitsizlikleri, fenomenolojinin imkanlarını devreye sokarak görünür olanı daha da görünür kılmayı amaçlayan bir tartışma sunuyor. Virüsün ortaya çıkardığı doğayla başka insanlarla bağlantılı yaşamlarımızı tekrar düşündürüyor. Böylece, pandemi döneminde dile getirilen artık başka bir dünyada yaşadığımızı düşündüren fikirleri tekrar hatırlıyoruz, o günlerde fark ettiğimiz ancak sonrasında belki de çok üzerinde durmadığımız sorunları dışına çıkarak düşünme şansı buluyoruz.

Butler’ın özellikle meselenin iklim değişimiyle bağlantısını kurması ise eşitliği daha geniş kapsamlı tahayyül etmemiz gerektiğini bir kere daha anımsatıyor. Kitapta, Mbembe’den alıntılanan şu cümlenin söylediği gibi, "Zamanımızda siyasal müşterek, dünyayı inşa etme zorunluluğundan yola çıkmalıdır". Çünkü kapitalist şirketlerin kârı için dünyanın bedeninin her gün sömürünün parçası kılındığı bir zamanda yaşıyoruz ve "müşterek dünya"yı, sadece insanın alanından düşünemeyiz, siyaset bir dünya inşasıyla birlikte tekrar ele alınmalı. Bu nedenle bugünün dünyasında politika, düşünürün ifadesiyle, "gezegensel bir dekolonizasyon" fikriyle tahayyül edilmek zorunda. Burada dünya yerine "gezegen" tabirinin kullanılması da önemli çünkü böylece başka yaşam formlarını da işe dahil eden bir politikayı düşünme şansı buluyoruz ki Butler metinde bu konuya sık sık dikkat çekiyor.

Yaşamlarımızın dünyayla bağlantısını tekrar ele almamız gerekiyor. Covid-19 nasıl başka bedenleri aldığımız nefesle birbirine bağlantılı hale getirdiyse yeryüzüyle de böyle bir bağlantımız var ki şu cümleler bunu ifade ediyor: "Toksik hava ciğerlere tesir edip yıprattığında, sudaki kurşun kemiklere işlediğinde, çevresel zehirler vücudun doku ve bağlarına zarar verdiğinde bu bağın yıkıcı etkilerini görürüz."

Butler metinde, dünyanın sorunlarından bahsederken öncelikle nasıl bir dünyada yaşadığımızı, dünyanın bize nasıl göründüğünü çözmemiz gerektiğinden söz ediyor. Onun pandemi koşulları bağlamında sorduğu ancak çok daha geniş ele alabileceğimiz şu soru bu nedenle önemli ki kitabın temel sorularından birini oluşturuyor: "Böyle bir şeyin olabildiği bu dünya nasıl bir dünyadır?"

Bir virüsün tüm dünyayı sarstığı, eşitsizlikleri derinleştirdiği, gözden çıkarılabilir bedenlerin olduğu, ölümün ekrandan sayı sayı aktığı bir dünya nasıl bir dünyadır? Butler metinde bu sorunun peşine düşerken metinde yapmaya çalıştığını şöyle ifade ediyor: "'Bu ne biçim bir dünya böyle?' sorusunun böyle bir virüsün ortaya çıkabildiği dünyayı idrak etme gayesi taşıdığımı ileri sürüyorum." Bu nedenle öncelikle nasıl bir dünyada bulunduğumuzu anlamaya çalışıyor ve "dünyanın anlamlarını" Scheler ve Ponty gibi düşünürlerin fikirleriyle tartışmaya açıyor.

TRAJİK OLANIN YERİ: DÜNYA

Max Scheler’in 'Trajik Fenomeni Üzerine' metni bu tartışmanın önemli uğraklarından ki bana kalırsa Scheler’in bahsi dünyanın görünüşü hakkında önemli bir yerde duruyor. Butler’ın deyimiyle Scheler, "Husserl’den bir hayli etkilenmişti fakat Husserl felsefesinin -dünyanın nesnel özellikleri de dahil olmak üzere- nesnel gerçekliği desteklediği kanaatinde değildi." Bu nedenle Scheler, trajik olanı kendi başına bir fenomen olarak düşünüyordu. Ona göre, trajik sadece insan bilincinin eylemleriyle oluşmuyordu, bu nedenle konuyu özne merkezli olmayacak şekilde tartışıyor ve trajiği insanın değil dünyanın bir niteliği olarak ele alıyordu. Butler’ın aktarımıyla, Scheler’e göre: "… Değerli bir şeyin veya birinin, daha net olmak gerekirse bunların taşıdıkları bir değerin büyük bir yitimi ve yıkımı vesilesiyle ortaya çıkar trajik ve sadece kaybedilenin kederinden değil dünyanın böyle bir yer olmasına dair dehşetten veya hayretten oluşur." Scheler’in bahsinden trajiğin açığa çıkabildiği bir yer olarak dünyadan bahsedebiliyoruz, "bir değerin büyük bir yitimi ve yıkımı"ndan kaynaklananı aşan orada oluşanın yeri olarak dünya…

Butler bu fikri, "böyle bir şeyin olabileceği bir dünya nasıl bir dünyadır?" sorusunun anlamını ortaya çıkaran bir yere koyuyor. Ona göre bu değerlendirmede söz konusu olan, "yalnızca bu olay, bu yitim ya da bu değerin yıkımı değil, böyle bir yıkımın mümkün olduğu dünya ya da belki böyle bir yıkımın mümkün hale geldiği dünyadır." Bu dünya artık aynı dünya değildir, bildiğimiz dünyadan farklıdır, aynı kalamayacağımız şekilde değişen bir dünyadır, "böyle bir şeyin olabildiği" buna ister virüs, ister kapitalizm kaynaklı felaketler, ister gözümüzün önünde sürüp giden sömürgeci savaşlar diyelim, dünya bunların olabildiği yerdir, trajiğin gerçekleşebildiği yer.

Ne Menem Bir Dünya Bu? İnsanlararası Bağların ve Pandeminin Fenomenolojisi, Judith Butler, Çevirmen: Burcu Tümkaya, Metis Yayınları, 2024. 

Butler buradan yola çıkarak "böyle bir dünya"da nasıl yaşanabilir sorusunu da işe dahil ediyor çünkü sözü edilen dünya, burada nasıl yaşayacağımızı da düşündüren bir yan taşıyor. Ona göre, "Sorun belki de yalnızca Scheler’in trajik olarak tanımladığı şey –böyle bir viral tehdidin ve yıkımın mümkün olduğu dünya- değil aynı zamanda yaşam sorunudur: Canlılar arasında bir canlı, yaşama süreçleri arasında bir yaşam, bir canlı olarak bu koşullarda yaşamak ne anlama geliyor?" Butler böyle bir dünyada yaşam sorusunun anlamını düşünürken yine Scheler’den yola çıkarak bunu bir suçluluk duygusuyla ilişkilendiriyor ve devreye başkalarına karşı sorumluluk giriyor çünkü birbirimize karşı sorumlu olmamız bu duyguyu besliyor ama burada mesele başkayı olabildiğince kapsamı geniş tahayyül edebilmek.

YAŞANABİLİR BİR DÜNYANIN SINIRLARI

Buradan yola çıkarak Butler’ın tartışmasında bahsetmek istediğim bir mesele de yaşanabilir bir dünyanın koşullarını Ponty’nin "dokunsallık" fikrini de işe koşarak yeryüzünün bedeniyle ilişkisel hale getirmesi ancak ona göre, "Merleau Ponty insan bedeninin zaman ve mekanda diğer nesneye ve şeylere benzemeyen biçimde dağıldığını düşünüyordu. Ne var ki nesne ve şeylerin beraberinde birer doğa tarihi taşıdığını, Theodor Adorno’nun deyimiyle, çalışma ve tüketim tarihi ve piyasa değerleriyle bir dolayım taşıdığını göz ardı etmişti. Doğal kaynakların kâr maksadıyla yağmalanması anlamındaki madenciliği (extractivism) düşündüğümüzde bilhassa geçerliydi bu."

Neo-liberal kapitalizmin hakim olduğu bir çağda yaşarken meseleye şeylerin veya nesnelerin piyasa ve tüketim ilişkileri açısından "değeriyle" yaklaşılması önemli çünkü yeryüzünün neredeyse tüm yüzeyi kapitalist sömürünün tahakkümü altında. Bu akla Mbembe’nin "brütalizm"(1) kavramını da getiriyor çünkü onun bahsinde bu kavramı, siyasette "zor kullanılarak biçimlendirilmeye" çalışılan elementler üzerinde uygulanan kontrol mekanizmasıyla ve tüm canlı bütünleri üzerinde uygulanan organize tahakkümle birlikte düşünebiliyorduk. Düşünür bu nedenle "brütalizm"i, "maddi olmayanın, bedenselliğin ve maddelerin kesişim noktasına" taşıyordu. Böylece, doğada kendi halinde bulunan ehlileşmemiş, işlenmemiş şeylerin, işlenmiş hale getirilme süreçlerini kapitalist bir yeryüzü sömürüsü şeklinde düşünebiliyorduk ki Mbembe bu metinde, dünyanın sömürü anlamında Afrikalılaştırıldığına işaret ediyordu.

Bana kalırsa, Butler’ın "yaşanabilir dünya" tartışmasını bu açıdan da düşünebiliyoruz ayrıca şu kısım da önemli fikrimce: "Öznelerarası ilişki nesneler dünyasına -yani, çevreye, doğal malzemenin karmaşık değerlerine, ekonomik ve toplumsal gerçekliğin oluşturduğu geniş düzene- başvurmadan ifade edilirse o zaman ne ürettiği ne de yok ettiği değerleri anlamak mümkün olur." Öznelerarası ilişkiyi nesnelerle de bağlantılı hale getirmek, "dokunma"nın sınırını yeryüzüyle birlikte tahayyül etmek, buradaki karşılıklılık, bedeni yeryüzünün bedeniyle kesiştirilmesi anlamına geliyor ki böyle bir yaklaşım, günümüzde yaşamla kurduğumuz ilişkinin sınırını insan-merkezli olmaktan da kurtarır. Bu önemli çünkü Butler’a göre, "yaşanabilir dünya mevhumu"na; "çevre toksinlerinin etkilerini ve solunabilecek havayı dahil etmediğimiz taktirde yitirilen şey dünya ufkunun bir parçası olarak iklim düşüncesi olur…" Böylesi bir yitim yaşanabilirliğin koşullarının da yitimi anlamına gelir ve yaşamın yeri olarak yeryüzüyle direkt ilişkilidir çünkü yine düşünürün söylediği gibi; "yaşanabilir şekilde yaşamak bir dünyada yaşamayı gerektirir, yaşanabilir kalan bir dünyada…"

YASI TUTULABİLİRLİĞİN KAPSAMI

Butler 'Şiddetsizliğin Gücü' (2020)(2) kitabında yası tutulabilir olan ile tutulamaz olan arasındaki ayrımın politik ve ekonomik nedenlerini tartışmaya açmıştı. Bu kitabında meseleye tekrar dönüyor ve konuyu yaşarken yasının tutulmayacağını bilenlere kadar genişletiyor. Meselesini şuradan tartışmaya açıyor: "Son yıllarda savaşlar ve insan hayatlarına yapılan kamusal saldırılar üzerine düşünmeye çalıştım ve şu soruyu sordum: Kimin yaşamı için kamusal yas tutulabilir, kiminki için tutulmaz?" Bu sorunun yanıtını aslında kendi coğrafyamızdaki deneyimlerimizden de verebiliriz ancak kitap ekseninde devam edersek Butler, "ABD’nin kendi öldürdüklerinin yasını asla tutmaması, yalnızca vatandaşlarının yasını tutması, çoğunlukla da beyaz, mülk sahibi ve evli olanların yasını, yoksul, kuir, siyah ya da kahverengi tenli yahut pasaporta sahip olmayanlara göre daha rahat bir şekilde tutması bana çok çarpıcı geldi" diyor.

Devletin faili olduğu suçların yasını tutmaması bu kurumun yapısı gereği çok şaşırtıcı değil belki ama bu cümlelerde geri kalanlar arasında bir yas hiyerarşisi kurulduğunu görüyoruz ki bu da yası kişinin kim olduğuna göre değişen bir eşitsizlik çerçevesinde tartışmaya alan açıyor. Ayrıca bu tartışma, toplumların gerek kimlik gerekse sınıfsal konumu nedeniyle, bazı bedenleri daha yaşarken yasının tutulmayacağı bilgisiyle hayatta kalmaya mahkum ettiğini düşünmeye vesile oluyor. Butler’ın deyimiyle, "yaşayan bir insan için yası tutulabilir olduğunu söylemek, yitirildiği vakit yasının tutulacağını söylemektir. Aynı zamanda dünyanın o yaşamın sürdürülmesini sağlayacak, önü açık geleceğini destekleyecek şekilde düzenlendiği ya da düzenlenmesi gerektiği anlamına da gelir. Gıda, barınma ya da sağlık hizmetine dair bir güvence hissi olmadan yaşayanlar aynı zamanda gözden çıkarılabilir olarak yaşarlar…"

Bir insanın yasının tutulabilir olduğunu hissetmesi, ona, yitip gitmeden önce gelecekle de ilişkilenen bir iz bırakma duygusu verir bu kuşkusuz sonlu bir varlığın ölüm sonrasında bir hiç olmayacağını düşünmesi açısından da önemlidir. Ancak yine pandemi koşullarıyla birlikte düşünürsek ekonomi zarar görmesin, şirket kârları düşmesin endişesiyle gözden çıkarılmış yaşamların olabildiğini deneyimledik, Butler da bunu vurguluyor ve ona göre bu, "piyasa hesaplamalarının arasında ortaya çıkan bir faşizm anıdır ve bu tür hesaplamaların norm haline gelmesi gibi bir tehditle karşı karşıya olduğumuz bir zamanda yaşıyoruz…"

Butler bunun zamanımızda mücadele edilmesi gereken bir iktidar biçimi olduğuna işaret ediyor çünkü "trajiğin olabildiği yer olan" bir dünyada yaşıyoruz bu bize her an gerçekleşebilecek bir felaketle birlikte yaşadığımızı hatırlatıyor. Böylesi bir dünya, "piyasa hesaplamaları"nın yaşamı gözden çıkarılabilen, yaşarken yasının tutulmayacağını hisseden bedenler yaratması anlamına gelebiliyor. İnsanın "değer"inin piyasa "değer"i üzerinden düşünülebildiği bir dünyada bu nedenle yası tutulabilirliğin eşitlikle ilişkisini kurmak önemli.

Judith Butler’ın 'Ne Menem Bir Dünya Bu? ‘İnsanlararası Bağların Fenomolojisi’' adlı kitabı, Metis Yayınları tarafından, Burcu Tümkaya çevirisiyle basıldı. Kitap bize pandemi deneyimi üzerinden yaşadığımız dünyanın nasıl göründüğünü düşündürürken yaşanabilirliğin koşullarını gezegenle birlikte tahayyül etmenin, olabildiğince kapsamlı bir direnme politikası inşa etmenin önemini hatırlatıyor. Ayrıca, yası tutulabilirliğin kapsamının eşitsiz bir biçimde nasıl genişlediğini daha ayrıntılı düşündürürken çıkışı bulabileceğimiz, Black Lives Matter, Ni Una Menos gibi deneyimleri de işin içine katan bir tartışma sunuyor.


1. Mbembe, A., (2022), “Brütalizm”, (Çev. P. Burcu Yalım), İletişim Yayınları
2. Kitap hakkında kısaca: https://parsomenfanzin.com/2022/02/09/herkesin-yasi-tutulabilir-oldugu-bir-dunya-tahayyulu-icin-emek-erez/


Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.