YAZARLAR

Kanlıca'da bir serin rüzgâra

Fuat Selim Bey… Bir Boğaziçi insanı olarak yaşamaktan vazgeçmedi. Bahai Körfezi’ni, Umuryeri’ni, Akıntıburnu’nu sevdi. Sandal yaptırdı, olta biriktirdi. Kızgın güneşi ve çatlamış toprağı tanımadı. Ömrünce yağmur haritaları çizer gibi bulutların yerlerini değiştirdi. Yine de… Akşam olunca basar mıydı kareler? Bir anafor kendine çağırır mıydı?

Fuat Selim Ramazanoğlu, Kanlıca’yı, mehtapları, sandalları, ipek oltaları, ığrıpları sevdi. Ailesi iki yüzyıl önce Kanlıca’ya demir attı, bir daha da ayrılmadı. İki deniz arası uzaklığı rıhtımdaki gemilerle ölçerdi. Eski İstanbulluların hemen hepsi gibi, boş odalarda dalgın, mâhur eşyalar biriktirmeyi sevdi. Akşamlar Boğaziçi’ne uzak anıların garipliğini de getirirdi. Akşamlar, bir büyük zamanda… Akşamlar, uğultulu sulara açılan... Büyük dedesinin, 1901 yılında yaptırdığı Hacı Ahmet Hayri Bey Yalısı’nda o eski şarkının sürdüğü yıllardı. Beyazıt’ta güvercinler, Laleli’de tramvaylar, Ayvansaray’da kayıklar, Kanlıca’da mehtap yerli yerindeydi. Yerli yerindeydi Nazmiye Hanım’ın, Nursan Hanım’ın açtığı yarı açık panjur, dalgalı deniz üstündeki sandal, keten örtülü bahçe masasında üzümler… Her şey… Yerli yerindeydi!

BOĞAZİÇİ'NİN BALIKÇILARI

Bütün Boğaziçi evlerine olduğu gibi, Hacı Ahmet Hayri Bey Yalısı’na da hep vaktinde birileri gelirdi. Bir gece inşa ederler, yıkık ışığa bir gölge yerleştirirler, bir laciverdi çoğaltırlardı. "Kanlıca’da balığı eline alan, Boğaziçi balıkçılık mirasını da elinde tutardı. Boğaziçi balıkçılığının ayrı bir tarzı, geleneği vardı. Balık, Kumkapı’da farklı usûlde, Adalar’da ayrı, Boğaz’ın akıntılı sularında ayrı tutulur. Lüfer, palamut, uskumru, kolyoz Boğaziçi’nin gelir geçer balıklarındandır. Minekop, izmarit, gelincik, kırlangıç ve eşkina ise dip balıklarıdır. Kanlıca’da, usta balıkçı olarak anılan, ihtiyaçları olmadığı hâlde balık tutan Alpay Kardeşler vardı: Zahit ve İlhan Alpay. İlhan Ağabey, namlı lüfer ustalarından biriydi. Balığın ruhunu koklardı. Mevsimine, rüzgârına, suyuna, akıntısına, kıvırcık poyrazın yarattığı dalgalara, menevişe göre bir rota çizerdi. Balık yaslar mı, kıyıya mı gelir, kanala mı iner, Boğaz’ın sıcaklığına göre hangi kulaçta bulunur?… Hepsini bütün detaylarıyla bilirdi. Bunların deneyimini sağlamak on yıllar işi. Bir günde bin tane çapari iğnesi bağlardı. Büyük bir sandal yaptırmışlardı, altı-yedi metre. Üç çifte! Uskumru zamanında, kürekle, Kanlıca’dan Adalar’a balık tutmaya giderlerdi."

Geldi mi korkunç gelirdi kışlar. Fırtına, Marmara’ya misina parçaları gibi dağılırdı: "Uskumru Kasım-Aralık’ta tutulur. Hava buz gibi! Balıkçılar, sandalın baş üstünden ilk oturağın arasına mangalı koyarlar, sabaha karşı yakarlardı. Üç namlı balıkçı da kürekte olur: İlhan, Zahid, bir de Raşit Ağabeyler. Üşüyen baş küreğe geçip, sırtını ısıtırmış mangalda. Böyle dönüşümlü olarak Adalar’a giderlerdi. İş bitince de tutulan balıkları balıkhaneye götürmek lazım, doğal olarak. Balıkhane o zamanlar, Haliç’in girişinde. Epeyce yorgunlar üstelik. Adalardan Kadıköy tarafına malzeme taşıyan ağaç motorlar vardı. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin siloları orada olduğu için buradan karşıya buğday taşırlarmış. Bulabilirlerse onlardan birine yedeklenerek önce Kadıköy’e, oradan da Haliç’e gelirlermiş. Karşılığında da üç-beş kilo balık verirlermiş. Balıkhaneye gelmeyi nihayet başardıklarında öğlen olurdu. Dönüş yolunda bu kez Boğaz’a çıkan pazar kayıklarına yedeklenilirdi. Bulamazlarsa Arnavutköy Burnu’na kadar gelmek kolay çünkü orası Boğaz’ın anafor suları. Oraya kadar gelmeyi başarırlarsa, kimi zaman akıntıyı aşıracak biçimde sandalı kıyıdan yedekleyerek eve dönerlerdi. Bu zorlu yolculuğun en keyifli kısmı ise, çok nadir olarak ellerine geçen bol para. Olta balıkçılığı, ağ balıkçılığından kıymetlidir. Iğrıplardan, fanyalı ağlara takılan balıklardan, hele hele gırgır motorlarıyla tutulan balıklardan çok daha değerlidir. Ağla tutulan balık, ezik balık olur. En alttaki balığın üstünde üç-beş ton balık var, nasıl ezilmesin!"

Balıkçılar kış şafağını da getirir. Birlikte susmayı öğrendikleri o gece, karanlığın kuşları yer değiştirir. Tanıdık bir liman feneri parlar, bir bulut denize yürür. Karanlığa bakan adamlar, Kanlıca’ya akşamlı bir deniz dağıtır. Hiç vaktinde dönemedikleri evlerine eski bir rüzgâr siner, bir daha da çıkmaz. Sonra Balıkçı İlhan gelir kahveye. Şefik Başar’ın işlettiği o balıkçı kahvesine. Ağ donatır, meramet eder, olta bağlar… Balıktan dönenler sobanın başına toplanır. Tanıdık sesler duyulur, demli çaylar içilir. Zaman genişler…

Olta takımları

'DENİZ İHTİYACI OLANIN'

İki balıkçı evi arasında bir deniz büyür. Kanlıca’da usta balıkçılar, bilinmedik kıyıları alıp getirmekten kocamış ellerinden tanınır. O vakit, Çingene Rıfat çıkagelir. Denizin ilk sâkini gibi dolaşır Kanlıca’da: "Kapkara, sırım gibi bir adam Rıfat ağabey. Lakabı, Çingene Rıfat! Çok usta bir balıkçıydı. Dört metre uzunluğunda, başı kıçı bir, tek çifte kürek sandalı vardı. O kadar nârin, hafif, bakmaya kıyamayacağınız güzellikte bir sandaldı ki! Yetmiş beş yaşındaki adam, onu tek başına tutar, kayıkhaneye çekerdi. O kadar hafif… Rıfat Ağabey, yemli lüfer, çaparicilik (mevsimine göre ne tutuluyorsa) yapardı. Balık mevsimi geçmişse, kıyılardan kepçeyle midye kazır, ayıklar, satardı. Biri olta takımını istediği zaman, katiyen "Yok!" demez, "Var ama bana lazım!" derdi. Kimseden bir şey istediğini ne gören olmuş, ne de duyan. Samimiyet duymadığı insanlarla asla konuşmaz, samimiyet bulduğu insanla az konuşur! Diyelim ki Paşabahçe Koyu’nda lüfer tutuluyor. Katiyen o balıkçı kalabalığının arasına girmez, kendine başka yer arardı. Nerede balık olduğunu kimseye söylemezdi. Bizim aileyle arası iyiydi. Ben de onu çok severdim. Bizim yalıya gelir, sandalını bağlar, bir kenarda usulca midye kazırdı. Tam sohbet etmelik zamanı, fırsatı kaçırmazdım. Bu işin de bir inceliği, kendi içinde bir stratejisi vardı. Katiyen soruyu doğrudan sormayacaksın. ‘Abi bu sene balık gelecek mi sence, ne düşüyorsun?’ falan şeklinde dolaylı sorular sormanız lazım. Çingene Rıfat, Boğaziçi balıkçılığında, Kanlıca’da bir efsanedir. Arayı iyi tutmak lazım. Bugüne kadar tanıdığım en ‘eyvallahsız’ insan. İşin inceliklerine adeta ruhuna işlemişçesine hâkim, Boğaz sularını iyi tanır. Bütün o kendi hâlindeliğine rağmen, yalı sahipleriyle, ekâbirle arası iyiydi. Şu var ki, o dönemin ruhu da başkaydı. Şöyle bir kabul vardı: ‘Benim yalım deniz kenarında ama deniz benim değil. Deniz ihtiyacı olanın’. Dolayısıyla Kanlıca’da yalıların kapıları, geçimini balıkçılıktan sağlayan kıyıcı balıkçılara hep açıktı. Biz de diğer komşularımız gibi, geceleri bahçe kapısını kilitlemezdik. Çünkü balık gündüz olacak diye bir kural yok, gece de tutulur. Rahatça girip çıkmalarını sağlayacak ortam hazırlardık. Balıkçılar da teşekkür maiyetinde, işleri bitince bir ‘göz hakkı’ asarlardı bahçedeki kapı tokmağına."

Çingene Rıfat için yalıların arasından geçmek, o denizi bulmakla başladı. Saatlerin, yerle göğün birleştiği zamanıydı. Kendi hâlinde bir su birikintisinden bahçeye çekilir ya ölü bir kayık… Çingene Rıfat tam o vakitlerin insanıydı. Kuytularda daralır, yapayalnız susar… Asma kilit, çapari, filitreli cigara… Yürüdükçe gölgesi bir tuz zerresi olarak rıhtıma dağılır. Çingene Rıfat… Bir İstanbul ağrısı da vurur muydu kıyılarına?

Olta takımları kutuları

KANLICA'DA ORKİNOS

Peki ya yazlar neden geç gelirdi Kanlıca’ya? Güneş ışığında parlayan tek şey Balıkçı Cemil'in (Topçu) zıpkını mıydı? Rüzgârı bir tüle geren… Ayak sesleri hem karada hem denizde tanınırdı. Kanlıca’ya, tuttuğu orkinosu getirirken acaba neler eklemişti gururuna? "Cemil ağabey, Kanlıca’nın balıkçıları içinde özel bir yere sahip. Heyecanlı, neşeli, aklına koyduğunu yapan bir yapısı var. ‘Kumkapılılar, Adalılar orkinos tutuyor, biz Boğaziçililer niye tutamıyoruz?’ diye aklına esiyor bir gün. Gurur meselesi yapıyor bunu. Ve arkadaşlarıyla birlikte Adalar’ın açıklarında yüz yetmiş kiloluk bir orkinos tutuyor. Sandala almaları mümkün değil! Yedekliyorlar! Balığın ağzına bir kanca takıyorlar, kuyruğundan bağlıyorlar. ‘Balıkhaneye götürelim’ demiş arkadaşları. Cemil Ağabey çok net bu konuda! ‘Olur mu yahu, Kanlıcalılar arasında ilk orkinosu biz tuttuk, önce Kanlıca’ya götüreceğiz!’ demiş. Bunun üzerine Kanlıca’ya geliyorlar. Bir temaşa başlıyor ki sormayın! Cemil Ağabey son derece mağrur, fiyakalı bir gülümseme dudağının kenarında. Gösterinin dağılacağı yok! Halbuki balıkhaneye yetişmeleri lazım. Bir şekilde soluğu balıkhanede alıyorlar. Çok iyi paraya orkinosu satıyorlar. Cemil Ağabey arkadaşlarına demiş ki, ‘Ulen hayatımızda ilk defa orkinos tuttuk. Bu kadar parayı toplu olarak görmedik. Gelin şu paraları yiyelim!’ Orkinos parasıyla Beyoğlu’nda sabaha kadar eğleniyorlar. Kanlıca’ya zar zor geri döndüklerinde zilzurnalar ve beş parasızlar!"

Balıkçı Cemil… Olta düz, zoka dök, çapari hazırla… Bir gün ömrünü sunturlu bir zıpkınla kuşanmaya karar verdi, o zıpkına bir perçem düşürmeyi de ihmal etmedi. O gece zıpkınını bir sakız lavtası ile değiştirdiği rivâyet edilir. Pulları dökülmüş bir balıktır şimdi, yeraltı sularında.

BOĞAZİÇİ'NDE 'TEMÂŞÂ VE 'SÜKÛT'

Bütün o geçmiş zaman Boğaziçililerinin sâdık kaldıkları bir balık vardı: Lüfer! Boğaziçi’ne lüfer bir şenlikle gelirdi. Adeta denizde bir çağ değişimiydi. Bıraksalar tahta panjurlardan, yüksek tavanlardan, sarnıçlardan, mermer merdivenlerden, camlı dolaplardan içeri sızacaktı. Gecede yüz lüfer tuttukları olurdu: "Boğaziçi balıkçılığında lüfer çok başka yerde duruyor. Tutması, pişirmesi, yemesi...Bambaşka! Mehtaplı geceler balığıdır. İstanbul’da dünyanın en akıllı balığıdır, İstanbul dışında aptal bir balığa dönüşür. Kuzey Marmara, Tekirdağ’dan Kartal’a kadar ve Boğaz’ın kuzey yakasında çok akıllı bir balık. İskenderun’a git, aptallaşıyor. Balık kokusuna sarılmış bir paçavrayla, bir ışık sallandırıyorlarmış denize… Anında tutuyorlarmış. Çok şaşırıyorum buna. Boğaziçi’nde lüferin bir hazırlık ritüeli var. Akşamüstü başlar, -balığın durumuna göre- gece 2’ye kadar sürer. Ben lüfer balığı tutmayı başkasının sandalında öğrendim. O zamanlar lisedeyim, 75-76 yılları arası. Kendime Anadoluhisarlı bir arkadaş edinmiştim: 'Çok meraklıyım, bir bedel de talep etmiyorum. Ben de sizinle açılabilir miyim?’ dedim. İlk oltalarım da onların oltalarıydı. Gördüm, öğrendim. Taner Yön diye bir ağabeyim vardı, o da çok meraklıydı balığa. Onunla beraber on beş seneye yakın balıkçılık yaptık. Bizim sandalımız hep hazırdı, ‘alesta’ idi. Motorun kaytanını çektiğiniz zaman istediğiniz yere gidecek kadar. Umuryeri’nde balık var diyelim, yemlerin ya gündüzden bir yerde tutulmuş ya da kıyıcılardan satın alınmış olması lazım. Çekersiniz kayığı Umuryeri’ne… İstavrit, zargana, izmarit filan… Ben gece yemlisi balığını çok severdim. Gece yemlisi ve uzun olta tamamen farklı usûllerde balık tutma stilidir. Gece yemlisinin insana verdiği haz, dinginlik, sakinlik, denizin üstündeki lüksün ışıltıları, balığın silkindiği zaman lüks ışığında saçtığı damlalar… Mesela Körfez’de balık tutarken gece ayazı çıkar, sular aynalaşmış olur, bir sis basar bembeyaz olur ortalık. Bir yandan ışığa istavrit kabarır. Reisler kendi aralarında şakalaşırlar. Bir Sadık Ağabey vardı, balık yoksa ona laf atılırdı, ‘Sadık Ağabey, 50’lerde de mi böyle olmuştu?’ O da dâvûdî sesiyle başlar anlatmaya, ‘Ooooo birader, sene 1946’lar…’ İçinize o sisle beraber, hatıralar dolar. Isınmak için konyak içilir. Keyfçiler çilingir sofrası kurarlardı. Biraz peynir… Rakı, çay bardağında! Yanına aldığın yemleri lüksün üstünde biraz pişirirsin… Bir kere hiç unutmuyorum, körfezde balık tutuyoruz… Hava çok sakin, mehtap da var. Eylül’dü! Balık pek yok. Hisar’dan doğru, kürekçisi ile beraber Fecri Ebcioğlu geldi. Lüfere çıkmaya o da çok meraklıydı. O akşam yanımıza geldi. Baktı ki beklediği gibi balık da yok, şarkı söylemeye başladı. O zaman herkes sükût oldu. Küreklerini de bıraktılar. O mehtaplı suda bir tek onun sesi yankılanıyordu. Bambaşka bir temâşâydı. Bir daha da ne öylesine mehtaplı bir gece görüldü ne de mehtaplı gecede şarkı söyleyen. Görülemez de! Fecri Ebcioğlu ile bitti o devir!”

Derler ki, “selamlık dairesi” ile “güverte” ; “tabii kanyak” ve “kristal sürahide nar şerbeti” ; “gümüş şamdan” ve “lüks ışığı” bir daha hiç yan yana görülmemiş. Lodosla dağılmış denize, bir gök yağmur da bağışlamaz olmuş. Reisler balıkçı kahvelerine çekilmiş. Batıp çıkan karabatağın düşüncesi, tığ ile işlenmiş bere, karanlıkta kaybolan yüzler, denizin derinliğini ölçen bakışlar bir rivâyete dönüşmüş. Dünkü gecenin son tanığı balıkçı motoru, yerine getirilmemiş bir söz gibi sürüklenmiş. Hacı Ahmet Hayri Bey Yalısı’nın mineli saati tam 12’de durmuş.

BİR SANDAL: ÜSTAT

Bahçenin aralık kapısı bir müddet daha açık kalmış, radyoda sazlar bir parça daha çalmış. Deniz fenerlerinin gökyüzüne çekildiği anmış bu!: “Artık benim de kendime ait bir kayığımın olması gerekiyordu. Boğaz’daki balıkçılığı neredeyse bütün inceliği ile öğrenmiştim. Deniz üstünde balığı tutanından, madrabazlara…Hepsiyle dosttum. Madrabazlar, karaya gidip, satıp da uğraşacağınıza, sandalla yanaşıp balığı satın alanlara denirdi. Dışarda kırk liraya satacaksan, yarı fiyatına senden alırdı. Fakat keyif bölünmezdi. Deniz üzerinde olma zamanını kazanırdın. Balığın çıngırağı var derler. Diyelim ki siz burada balık tutuyorsunuz, karşı taraftan da lambayla bir sandal geliyor. Nerden geldiğini sorarsınız. Büyükdere’de yirmi sandal, Umuryeri’nde on sandal var. ‘Balık çıkarırken gördüm birini’ der, yoluna devam eder. Bu balığın haberinin sana denizden gelmesidir. Duyarsın, ona göre yorum yaparsın. Beklersiniz beklersiniz balık yok. ‘Abi n’apalım… Bebek’e bir bakalım mı?’ Yedeklersiniz onu, Bebek’e doğru karanlığa süzülürsünüz. Kendime ait bir sandalım bu nedenle olmalıydı”.

Fuat Selim Bey, yaklaşık yirmi yıl balıkçı sandallarının uyanışını izledikten sonra kendi sandalı olmasına karar verdi. Değil mi ki, denize vuran güneş, silip götürüyordu tüm sandalları. "1980 senesinde kendime bir sandal yaptırmaya karar verdim. Bu işin merkezi Ayvansaray’dı. Tesadüf bu ya, benim sandal da o atölyelerde yapılan son sandallardandı. Anadoluhisarı’nda, deniz erbaplarından Şükrü Bayraktar vardır, onun tanıdığı bir ustaya gittim. 5 metre boyunda, 1.50 cm genişliğinde bir sandal yaptırdım. Adı, ‘Üstat’! O sandalımla Kanlıca’dan Baltalimanı’na kürek çekerek 6,5 dakikada geçerdim. Sonra küçük bir motor taktırdım. Ayvansaray o zamanlar genel anlamda bir tersane semtiydi. Atölyelerindeki ustalar çok sanatkarlardı. Bir mobilya ustası ile karıştırılmamalı! Sandalların öyle parçaları vardı ki, baş kucaklaması, pıraçollar, oturak tahtası, kaplaması, küpeştesi, yumruları… Bunun ek yeri nerede diye bakar, göremezsin. Dayanaklı olsun diye kaburgasına dişbudak veya kestane ağacı kullanılır. Küpeşteler meşeden yapılır. Ayvansaray’da ustalar ikiye ayrılırdı: İstanbullu ustalar, Karadenizli ustalar! Bir sandalı gördüğüm zaman bir İstanbul ustasının elinin değip değmediğini anlardım. İstanbullu ustalar, has Haliçlilerdi. Beş kuşak Balatlı olmakla çok övünürlerdi. Karadenizli ustalarının işçilikleri daha kaba olur. İstanbullu ustaların işçilikleri daha narindir. Kullandıkları ağaçlar da daha narindir, sandalları çok daha hafif olur. Sandallar galvaniz çiviyle çakılırdı. Ağacı yan yana getirirler, işkence ile sıkarlar, çivi paslanmasın diye galvaniz kullanırlar. Ben sandalımı yirmi beş sene kullandım, bir gün bile çivi yoklamasına ihtiyaç duymadım. Omurgada meşe, kaplama tahtalarında iyi cins çam kullanırlar. Gürgen ve kayın da severler. Eğrisel bölümlerde ise dişbudak ağacı kullanılır. Dişbudak bildiğimiz kayın gibi, kavak gibi düz değildir, dalı eğri çıkar. Tercih edilme nedeni budur. Böylesi bir büyük miras ne yazık ki bir kent kıyımında payına düşeni aldı. Bedrettin Dalan’ın Haliç’i temizlemesi esnasında Ayvansaray’daki bütün ahşap tekne imalatçılarını Tuzla’ya gönderdiler. Bizans döneminden gelen bir tersane bölgesini yok ettiler. Bu, suçtur!”

Fuat Selim Ramazanoğlu ,Üstat sandalında. 1982 kışı, Kanlıca İskelesi açıkları

Denize bakmadan geçen yıllarımız oldu. Dalgaların çekildiğini gördüğümüz günler oldu. Avucumuzda çakıl taneleri ile yabancı bir limana doğru yürüdüğümüz zamanlardan da geçtik… Yalnızca küçük bir sandal bizim özlediğimiz. “Üstat’ı evimiz satıldığında bir gün Göksu Deresi’ne bıraktım. İlgilenemez oldum. Yağmur yağdı, içi su doldu. Emanet ettiklerim de ilgilenemediler. Baktım ki baş edemeyeceğim. Karaya aldık. Bir müddet daha direndi. Sonra da bir ağacın gölgesinde dağıldı. Denizin malı denize gitti!” Bir koku kaldı geriye. Fırtınaya ait olan ya da karanlık taştaki sabah kırağından... Sandal denize doğru süzüldü. Fuat Selim Bey, o gün “gece”yi çıkardı yüzünden, bir daha da takmadı. Bir süre ağaçların gölgesini izledi. Gemi enkazlarının arasında dolaştı. Zamanlar değişti… Çok eski bir yağmurda yeni bir yüz edindi.

İPEK OLTA, LÜFER SEĞİRTMESİ, TORİK TAKIMI

Saatler yeniden kuruldu. İki ay önce Balıkçı Cemil, kahveye haber bıraktı: “Selim’e söyleyin, bu çuval içindeki şeyler onundur. O kıymetini bilir”. Selim Bey heyecanlanmış. “Haberi alır almaz gittim. Çuvaldan bir zıpkın çıktı. Hani şu meşhur orkinosu avlayan zıpkın. Dibinden de torik zokaları, kalıplar çıktı. Çok kıymetliler. Birden kafamda şimşek çaktı. Babamdan yâdigar bunlara benzer malzemelerimiz var. Benim de kendime ait malzemelerim var. İğneler, zokalar, kalıplar, kurşunlar, torik takımları, ipek oltalar, kofana-lüfer seğirtmeleri, sandal takımları… Derken birileri ilgilendiğimi duymuş. Ben de başkalarından duydum, onlardan da haber geldi. ‘Bende de var, ben de vereyim’ diye… Çok kısa bir sürede Boğaziçili balıkçılara ait kırk sekiz kutu av malzemem oldu. Herkeste kalıp olmaz, kalıbı olan döker. Kurşununu götürürsün, iğneni götürürsün. ‘Abi, zokam bitti’ dersen, kalıbı olan döker sana. Senin o üç-beş zokayı yok etmen yıllar sürer. Dolayısıyla balıkçılıkta herkes herkese yardım ediyor. Kalıplar ikiye ayrılır: Metal kalıba zoka dökenler (Alimünyum alaşım, gümüş, demir vb.) ve taştan kalıp yapanlar (Malta taşı). Taş ucuz, yontması da kolay. Fakat çok dayanmaz. Çok itinalı davranırsan belki yüz tane yüz elli tane zoka dökersin. Üsküdarlı, Saatçi Berat Usta, metal kalıpçılıkta en meşhurdur. Pirinç kalıpları adeta bir sanat şaheserdir. Onun döktüğü kalıpların bir kısmı Beykozlu Ramazan Adnan Hepgül’de. O da değerini bilenlerdendir. Şimdilerde koleksiyonumda doksan altı kutu malzemem var. Duyan yolluyor… Her bir koleksiyon için ahşaptan kutular yaptım. Kimden, ne zaman aldığımı üzerlerine yazdım. Sarıyer’den Balat’tan gelecek olanlar var. Balıkçılık tarihimize dair malzemesi olanlar bana emanet edebilir, dilediği zaman da geri alabilir. Asıl dileğim bu malzemelerle İstanbul’un balıkçılık mirasına dair bir müze açılmasıdır”.

Fuat Selim Bey… Bir Boğaziçi insanı olarak yaşamaktan vazgeçmedi. Bahai Körfezi’ni, Umuryeri’ni, Akıntıburnu’nu sevdi. Sandal yaptırdı, olta biriktirdi. Kızgın güneşi ve çatlamış toprağı tanımadı. Ömrünce yağmur haritaları çizer gibi bulutların yerlerini değiştirdi. Yine de… Akşam olunca basar mıydı kareler? Bir anafor kendine çağırır mıydı?

Olta takımları

Berken Döner Kimdir?

1990 yılında Adana’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Kocaeli Üniversitesi’nde “İletişim Bilimleri” alanında doktora yaptı. Gündelik hayat, kent sosyolojisi, azınlıklar çalışma alanlarıdır.