YAZARLAR

Talaslı Serkis: Tekinsiz bir Beyoğlu sokağında

Talaslı Serkis, aralık başında İstanbul’a geliyor. Nisan sonu çok sevdiği Talas’a dönüyor. Her gün hiç aksatmadan Kallavi Sokak’tan başlayıp, Harbiye’ye kadar yürüyor. Yürürken eş dosta bolca selam dağıtıyor. Bir siyah beyaz fotoğrafta, Beyoğlu’na bin yıl önce gelmiş gibi gülümsüyor.

Tepebaşı denize yakın otel odalarında, umulmadık zamanların semtidir. Beyoğlu’nun içinde, ölümsüzlük rivayetlerine benzer bir söylenceyi saklar. Akşamları önümüzden semt berberleri, halat, çan ve sarı sabır otu satan esnaflar, randevusuna gecikmiş kadınlar, sinema biletleri biriktiren adamlar geçer. Nisanlarda, yazlarda Beyoğluluların seslerinde bir şeyler değişir. Yabancının karşısına mutlaka bir meyhane çıkar. Gölgeler kararmış aynanın önünde karşılaşır. Eğilir yapayalnız bir adamın başı… Geçmişe karışmış bir başka hayatta, Tepebaşı sana bakar. “Talaslı Serkis” nam, Serkis Teke sana bakar. On sekiz yaşında geldiği Beyoğlu’nda kendi deyimiyle yıllarca “kabadayılık” yapar. Cebinde bıçaklar taşır, zar oynatır, “racon keser”… Beyoğlu’nda gündüzün geceyle hesabını tutar.

DARSOKAKTA

Hangi sokak ölümü aşacak bir yola çıkar, geç kalmış adamların ayak sesleri neyi anlatır? İyi bilir. Gece yarısı söylenmiş son söz, onun ağzından çıkmıştır. Beyoğlu’nda en çok Kallavi Sokağı’nı sever. Yıllardır yaşadığı Büyük Londra Oteli’ne hep aynı sokaktan ulaşır. Hazeran sandalye, ceviz büfe, “kalemişi teknikleri kullanılarak stilize floral tezyinatlı” aynayla süslenmiş otel lobisinde gergin bir yay gibi durur. Beyoğlu’nun yeraltı haritasını, eski bir selamla karşılaşmış gibi açar:

“Beyoğlu bir okyanus… Yirmi dört saat hiç uyumaz, hayat durmaz. Burada tutunabilmen için prensip sahibi olman, dengeleri iyi gözetmen gerekir. Yıllarca Beyoğlu’nda kumar oynattım. Raconu kestiğim gün, konuşma yapardım: ‘Tanımadığım adama para vermem. Herkes parasına göre oynasın. Sinkaf kelime yok’. Sözümden çıkan adam burada kumar oynayamaz derdim. Zaman olur, kumar iki gün sürerdi. Benim koynum parayla dolardı. Kabadayı âleminde 'Talaslı Serkis' diye bilinirim. O dönemlerde mafya babası diye bir tabir yoktu. Bizim alemde kabadayılık demek, kibarlık, beyefendilik, centilmenlik demektir. Bitirimlik, efendilik değildir. Mafyalık berbattır, her işi yapar. Kabadayı sadece kumar oynatır. Benim gençliğimde Beyoğlu’nun iki büyük kabadayısı vardı: Kürt İdris ve Dündar Kılıç!” O yılların yakın tanığı Büyükparmakkapı Sokak’tır. Büyükparmakkapı, Beyoğlu’nun en eski yüzü gibidir. İzmarit ve el ilanlarıyla kaplı sokak, sarı benizli çocukları, kara yağız delikanlıları, yakasında bir karanfille geçen adamları ağırlar. Bir yerlerden hep şarkı söyleyen bir kadın sesi gelir. “Dündar Kılıç otuz sene boyunca Beyoğlu’nu yönetti. Büyükparmakkapı’da Şöhretler Kıraathanesine ortak olmuştu. Esasında bu işlerle hiç ilgisi yokmuş. Onun kabadayılığa nasıl başladığını hatırlayan kimse de kalmadı. Dündar Ağa’nın babası fırıncı. Trabzon’dan gelip Ankara’da fırın açmış. Ufak yaşlarında babasının yanında, fırına yardım ediyor. Fakat o işi yapmak istemiyor. ‘Yapılacak iş değil. Temmuz-ağustos aylarında ölüyordum sıcaktan’ derdi. Anasının zoruyla babasına yardım ediyor. Bir Rum komşuları var. Onu çok sever sayardı. Rum ihtiyar, kahvehane çalıştırırmış. Dündar Ağa’ya, ‘Ben yaşlandım artık yavrum. Gel bana yardım et, sana da bir hisse vereyim’ diyor. Onun da canına minnet! Kahvehaneye geçiyor. Ağa bir gün çalışırken içeri üç kişi giriyor. Dündar Ağa’dan o ayki haracı istiyorlar. Dündar Ağa’nın evvelden bu işten haberi yokmuş. Haraç maraç nedir, bilmiyor bile. Zaman kazanmak için ‘Yanımızda şu an para yok, yarın hazırlarım’ diyor. Rum ihtiyardan meselenin aslını astarını öğreniyor. Dinledikten sonra, ‘Usta sen yarın buraya gelme’ diyor. Şöyle bir düşünmüş… Eğer bu parayı verirse kısa sürede batar, fırına da geri döner… Kendi kendine bir söz vermiş, oraya dönmemek için ne yapmam gerekiyorsa yapacağım demiş. Silahı hazırlamış, gözü saatte… İçeri giriyor üç kişi, ‘Para hazır mı?’ diye soruyorlar. Dündar Ağa da istifini bozmadan ‘Hazır!’ diyor. Üçünü de peş peşe öldürüyor. Cezaevine düşüyor ama çok yatmadan afla tahliye oluyor. Ankara’da kumar oynatmaya başlıyor.”

Dündar Kılıç, cebine kolalı bir mendil ve gümüş tabaka koymaya o gün başlamış. İpek gömlekler diktirirmiş. Dünyaya ikinci kez geldiğini düşündüğü yıllarmış. Ankara’nın bütün dar sokaklarını bildiği konuşulur olmuş.  Bir gün İstanbul’a kaçmış. Herkes gibi yolu ilk önce Beyoğlu’na düşmüş. "Dündar Ağa Ankara’da kumar yapıyor, üstelik Ankara’nın en namlı adamı Kürt Selami’den izin almadan! Ankara’nın yer altını o dönem Kürt Selami ve Piç Hüseyin birlikte yönetiyor. Dündar Ağa’yı istemiyorlar. Dündar Ağa, çok iyi plan yapardı. Kürt Selami’den kurtulmak için de yine bir plan yapıyor. Onun olduğu mekâna gidiyor. Önceden de ortamı ayarlamış. Işıkları kapattırıyor. Kürt Selami’yi öldürüyor. Ortam karanlık olduğu için kim vurdu bilinmiyor… Kürt Selami aşiret çocuğu! Dündar Ağa’yı yakalarlarsa yaşatmazlar!”

YERALTINDAKİ BEYOĞLU: ŞÖHRETLER KIRAATHANESİ

Bir zamanlar onun olan bu yerleri bir anavatandan söz eder gibi anlatıyor. “Dündar Kılıç, Beyoğlu’nda Oflu Hasan’a sığınıyor. O da Ağa’yı alıp, Kürt İdris’in yanına götürüyor. Oflu Hasan, Kürt İdris’e diyor ki, ‘Sen Kürt'sün, bu da Laz. İyi bir Laz. Sırt sırta verirseniz bu İstanbul’da sizi kimse yıkamaz.’ İkisini Şöhretler Kıraathanesi’nde ortak yapıyor. Senelerce Beyoğlu’nu birlikte yönettiler. Hatta Dündar Ağa saat 15.00 gibi, Kurtuluş Son Durak’taki ofisinde fakir fukaraya kömür dağıtırdı. Beyoğlu’nun Şişli’nin bütün garibanlarını kendine sevgiyle bağlamayı bilmişti. Bu işler olurken, devreye Piç Hüseyin giriyor. Kürt Selami’nin hem çocukluk arkadaşı hem de ortağı. Çok gaddar bir adamdı, onunla Kayseri Hapishanesi’nde yattım. Piç Hüseyin, Asker diye bir kabadayıyı yanına alıyor. Ankara’dan İmpala arabayla Dündar Ağa’yı öldürmek niyetiyle geliyorlar. Bu haber Dündar Ağa’nın kulağına gidiyor. Hazırlığını yapıyor. Onlar daha arabadan inmeden Dündar Ağa başlarına dikiliyor. Asker’e ‘Beni mi arıyorsunuz?’ diyor. Kafasına sıkıyor. Piç Hüseyin’e dönüyor, ‘Sen yiğit adamsın. Ben yiğitlere dokunmam ama buraya kadar gelmişken sana da bir hediye vermeden bırakmam’ diyor. Onun da diz kapağına on dört kurşun sıkıyor. Piç Hüseyin tahta bacakla gezerdi. Ayağını kesmeleri bu olaydan ötürüdür. Ertesi gün Hürriyet Gazetesi’nde bir haber, ‘Ankara’nın namlı babalarından Piç Hüseyin’i Dündar Kılıç ayağının kesilmesine sebep olacak şekilde vurmuştur, yanındaki Asker’i de öldürmüştür.” Altında da bir not: Piç Hüseyin, Kayseri Cezaevi’ne gönderilecektir. Biz de o sırada Kayseri’de yatıyoruz. Bir hareketlendik…”

KAYSERİ CEZAEVİ

Piç Hüseyin, Kayseri Cezaevi’ne yollanır. O yıllarda Kayseri Cezaevi baştan başa kemik, tütün, pas, zift, siren ve düdük sesi… Türkiye’nin en ağır mahkumları Kayseri ve Sinop’ta yatıyor. Uykular bile bir başka iklimde geçiyor. “Dündar Ağa’yı ve Piç Hüseyin’i asayiş problemi yaşanmasın diye ayrı yerde yargılıyorlar. Aramızda konuştuk, baş köşeyi Hüseyin Ağa’ya verelim dedik. O içeri girince ayağa kalktık, hoş geldin dedik. Sana başköşede yer yaptık, dedik. Teşekkür etti. Piç Hüseyin’in şoförü her gün arabasını siler temizlerdi. Sanırsın Hüseyin Ağa yarın sabah tahliye olacak! Bunu her gün bıkmadan usanmadan yaptı. Hüseyin Ağa’ya her hafta bavulla para gelirdi. ‘İnfaz savcısını ve müdürü çağırın, şu parayı alıp hapishanenin bütün ihtiyacını giderin!’ diye emir verirdi. 1974 affında hepimiz gibi tahliye oldu.”

BİR GAZETE HABERİNDE

Bir dört yol ağzında ayrılırlar. Talaslı Serkis, hapisten çıkar çıkmaz som altından bir şövalye yüzüğü yaptırır. Ellerini bilenmiş bir bıçak gibi kullanmayı öğrenir. “Bir vakit sonra, Kayseri’den Yılmaz Polater, Çayırağası’nın Rıza ve ben Ankara’ya, Piç Hüseyin’e geçmiş olsun ziyaretine gittik. İçeri girdik ki ne görelim! Türkiye’nin sayılı delikanlıları Hüseyin Ağa’ya geçmiş olsun dilemeye gelmişler. Ağa, bizi görünce sevindi. ‘Kınalı Pavyon’u hazırlattım sizler için. Orada hem müzik dinleriz hem de yemek yeriz’ dedi. Arabayla konvoy yaptık, Kınalı Pavyon’a gidiyoruz… Garsonlar dizilmiş, bizim için büyük bir şark köşesi yapmışlar, oraya oturduk. Hüseyin Ağa bir konuşma yaptı. ‘Arkadaşlar hoş geldiniz, tekrar teşekkür ederim. Yarın bir kurban keseceğim, beş tane koyun. Siz de bulunun’ dedi. Yaşça içlerinde en küçük benim, on sekiz yaşındayım. Yılmaz Polater, ‘Hüseyin Ağa bizi mazur gör, İskenderun’a geçeceğiz yarın akşam. Dönüşte uğrarız’ dedi. Piç Hüseyin de ‘Peki gardaş. Israr yok, teklif var’ dedi. Otelde kalacağız o akşam. Hüseyin Ağa, her odaya bir kadın göndermiş. Bir de kuş sütü eksik masa donattırmış. İçeri girdim, kadın korkuyor, titriyor… ‘Yahu bizim kadına ne zararımız dokunur… Git elini yüzünü yıka, kendine gel. Otur bir iki kadeh içki içelim’ dedim. Teselli ettim, ikna ettim. Artık bizi nasıl anlatmışlarsa! Kişiliği yerleşmemiş zayıf karakterli insanlar kadına kaba kuvvet kullanır. Benim bu hayatta bir kadına asla kaba kuvvetim olmadı. İstediği saatte kadını yolladım. Sabah herkes uykudayken uyandım. Kapının altından Hürriyet Gazetesi’ni itiyorlar. Gazeteyi bir açtım ki, ‘Ankaralı Piç Hüseyin, Bu Gece Beş Kişiyi Öldürdü’ yazıyor. Gözlerime inanamadım. Beş koyun keseceğim dediği, beş insanmış meğer! Öyle gaddar adamdı. Piç Hüseyin bu olaydan sonra yine hapishaneye düştü. Ankara’da hapishanesinde yatarken, o öldürdüğü adamlardan birinin oğlu bir suç yaratıp kendini aynı hapishaneye attırıyor. Kırk gün Hüseyin Ağa ile aynı kısımda yatıp, hiç sesini çıkarmıyor. Kim olduğunu hiç kimseye belli etmiyor. Kırk gün sonra Hüseyin Ağa elini yüzünü yıkarken yaklaşıyor. ‘Ulan Allahsız Hüseyin, babamı, emmimi, dayımı öldürdün. Ocağımızı yıktın. Seni öldürmezsem namussuzum’ diyor. İki ağızlı, çelik bıçak yaptırmış, Hüseyin’i orada delik deşik ediyor. Piç Hüseyin’in de sonu böyle oldu.”

ŞÖHRETLER KIRAATHANESİ'NİN BÜYÜK ORTAĞI: KÜRT İDRİS

Kayseri Cezaevi, soğuk, tehlikeli ve kaskatıdır. Yerküreden kopmuş gibidir. Talaslı Serkis, hapishanede büyük ölümlere şahit olur. Kimseye sonsuz güvenmemesi gerektiğini orada öğrenir. Hapishanede, dünyasını genişletmeye çalışır. Yeni alışkanlıklar edinir, kurallar koyar. İnce Memed’i Kayseri Cezaevi’ndeyken okur. “Deli Durdu” karakterini, Piç Hüseyin’e benzetir. Beyoğlu’ndan tanıdığı Yaşar Kemal’le çok övünür. Yaşar Kemal’i Gorki ve Dostoyevski izler. O hapisteyken koğuşa yeni adamlar girer, çıkar. Beyoğlu’nda yeni “delikanlılar” türer… Talaslı Serkis, Anadolu kabadayıları ile Beyoğlu kabadayılarını birbirinden ayırır. Beyoğlu’nun Dündar Kılıç’la birlikte diğer patronunun Kürt İdris olduğunu düşünür:

“Kürt İdris, Erzurumlu fakir bir ailenin oğlu. İstanbul’a geliyor, Tahtakale’de hamallığa başlıyor. Akşama kadar 10 lira kazanıyor. Hamalların başı da kazandığı paranın yarısını istiyor. Kürt İdris de buna itiraz ediyor. Aralarında bir kavga başlıyor. Kürt İdris, kasap bıçağı ile hamalların başını öldürüyor. Hapse düşüyor. Hapiste de bir iki icraat yapıyor. Afla tahliye oluyor. Yavaş yavaş namının duyulmaya başladığı yıllar... Şöhretler’i açıyor. O dönemde de Beyoğlu’nda bir adam var, Çingene Muhittin. Semtin her bir sokağında altmış adamı var. İdris Ağa’ya geliyor, diyor ki, ‘Sana yirmi dört saat mühlet. İstanbul’u terk edeceksin. Yoksa seni öldürürüm!' İdris Ağa hiç oralı olmuyor. Yirmi dört saat sonra Çingene Muhittin, Şöhretler’e geliyor. Silahını İdris Ağa’ya doğrultuyor. Silah tutukluk yapıyor. İdris Ağa, Muhittin’i öldürüyor. İdris Ağa, mahkemede meşru müdafaadan beraat ediyor. Ben dayanamadım, bir gün kendisine sordum. ‘Muhittin silahı doğrulttuğunda yüreğine korku düştü mü Ağam?’ dedim. ‘Kardaş inanır mısın vallahi de düşmedi billahi de düşmedi. Sanki silahın patlamayacağını biliyordum’ dedi. Bu olaydan sonra Beyoğlu’nda bir Kürt İdris dönemi başladı. Yeri daha da sağlamlaştı. Muhittin’in avaneleri de dağıldılar. İdris Ağa da kumardan iyi kazandı.” 

'SESSİZ, YAĞIZ BİR DELİKANLI: YILMAZ GÜNEY'

Yeraltındaki Beyoğlu, insanlarını gönlünce evirip çevirir. Kendi kuralların ve yeraltı âleminin kuralları arasında acılı bir geçiş vardır. Beyoğlu sokaklarında yağız delikanlılar soluk gölgelerinden tanınır. “Yılmaz Güney’i bu âlemde herkes severdi. Kayseri’de birlikte hapis yattık ama ben kendisini Beyoğlu’ndan tanırım. Hapishanede, devamlı komünizmi överdi. Bir gün bahçede volta atıyorum… Yanıma geldi, başladı komünizmi övmeye. ‘Bak Yılmaz Ağa, biz bu memleketin çocuğuyuz. Sen de burada bizim misafirimizsin. Yanlış anlama, senin saçının teline kimse dokunamaz ama bana şu komünizmi övme! Biz komünizmi seveceksek hapishanede ne uğruna yatıyoruz? Sabah fabrika, akşam ev arası yaşayacaksak, emir alacaksak hapishanede ne uğruna yatıyoruz? Sen bunları boş ver, bana Beyoğlu’ndaki olaylarını anlat. Seni yirmi dört saat dinlerim’ dedim. ‘Peki kardaş!’ dedi. Kucaklaştık.” Hapiste Yılmaz Güney’den Büyük Saat (Adana) civarındaki simsarları, Yenice yollarını, bağ bekçilerini, pamuk ırgatlarını, çiftlik ağalarını dinler. Beyoğlu günlerinin de yakın tanığıdır:

“Yılmaz Güney, Şöhretler’e gelir, kumar oynardı. Feci kumarbazdı. Şöhretler’de üttü müydü parayı, tutar garsonlara dağıtırdı. Ne yapılacağı önceden kestirilemezdi. Şöhretler’in patronu Kürt İdris. Yılmaz’ın bu hâlleri İdris Ağa’nın dikkatini çekiyor. Onun kim olduğunu bir türlü hatırlayamıyor. ‘Ben bu adamı nereden tanıyorum?’ diyor gece uyurken, gözüne uyku girmiyor. 'Bir kere de gelip kendini bana tanıtmıyor adam', diyerek sinirleniyor. Uykusu kaçıyor, Şöhretler’e telefon açıyor. Müdüre, ‘Bu her gün gelen, sessiz, kara yağız delikanlı kim? Ben onu bir yerden tanıyorum ama çıkaramıyorum. Ruhuma keder geldi’ diyor. Müdür, ‘Ağam o Yılmaz Güney’dir’ deyince Kürt İdris çok heyecanlanıyor. ‘Amanıın o bizim canımız ciğerimiz’ diyor. Emir veriyor müdürüne, 'Bir daha geldiğinde onu derhal müdüriyete getirin' diyor. Ertesi gün görüyor Yılmaz’ı. ‘Kardaşım, sen niye böyle ediyorsun. Biz kardaşız. Sen niye kendini tanıtmıyorsun?’ diye tatlı sert konuşuyor. Yılmaz Güney de ‘Sevmem İdris Ağa ben öyle övünmeyi’ diyor. Kucaklaşıyorlar… Çok iyi dost oluyorlar. O sıralarda Hasan Heybetli de Beyoğlu’nda Mis Sokak’ta bir apartmanın birinci katında kumarhane işletiyor. Yılmaz Güney, oraya da gidiyor. Hasan Heybetli’ye 10 milyon lira borçlanıyor. Çevirdiği filmden aldığı para 50 bin lira! 10 milyonu ödemesi imkansız. Kumar borcu da namus borcu! Kürt İdris bu olayı duyuyor. Yılmaz Güney’den habersiz Hasan Ağa’ya telefon açıyor. ‘Sen mi gelirsin, ben mi geleyim?’ diyor. Hasan Ağa da, ‘Ağabey sen bizim büyüğümüzsün, ben gelirim’ diyor. Kürt İdris,  Hasan Heybetli’ye ‘Benim Kumburgaz’da denizin kenarında arsam var, imarlı. Ben onu sana vereyim, Yılmaz Güney’in borcunu sil’ diyor. Bunu kim kime yapar? Yılmaz bunu bana cezaevinde anlattı. Ağladım dinlerken. Delikanlılık, kabadayılık budur! Varıyorlar bakıyorlar Kumburgaz’a. Hasan Ağa arsayı beğeniyor, teklifi kabul ediyor. Yılmaz Güney de o sırada olaydan habersiz. Bütün gücüyle para bulmaya çalışıyor. Çiçek Bar’ın sahibi Arif Keskiner’in kardeşi Abdurrahman Keskiner ile dört filmlik bir film anlaşması yapıyor, 200 bin lira alıyor. Geliyor Heybetli’nin kumarhanesine. ‘Hasan Ağa, al bu 200 bin lirayı benim borcumdan düş’ diyor. Heybetli de, ‘Senin borcun yok. İdris Ağa senin borcunu sıfırladı’ deyince Yılmaz Güney oturuyor bir sandalyeye, hüngür hüngür ağlıyor. Dündar Kılıç da çok severdi Yılmaz Güney’i. Yılmaz, Beyoğlu’nda korunup kollanan bir insandı.”

DELİKANLILIĞIN BAŞLANGICI: TALAS

Talaslı Serkis ile birlikte geçmişin tedirgin izini sürüyoruz. Büyük Londra Oteli’nin saati sekizi vurdu vuracak… Cebinde altın bir tespihle oturuyormuş. Çıkarıp masaya bırakıyor. İlk derin yara ne zaman açılmış omzunda, hatırlamaya çalışıyor. “Talas’ta Ermeniler eskiden çok kalabalıktı. Mutlu mesut, refah içindeydiler. Amerikan Koleji vardı. Diğer Ermeni çocukları gibi oraya gidecektim. Benim tam okula başlayacağım yıl kolej kapandı. Aileler de yavaş yavaş taşınmaya başladı. Üç beş aile toplasan çıkmaz. Sahipsiz buldular bizi, malımıza mülkümüze çökmek istediler. Korkutup kaçırmak istediler. Ben onun bunun yanında köle olacak insan değilim. İki eli Allah niye yarattı? Bir başı korumak için. Malımıza çökmek isteyenleri, haysiyetimizle oynamaya çalışanları vurdum. Cezasını da çektim. Bugün Kayseri’de haçla gezen tek kişi benim. Asil bir Ermeni’yim. Gülbenkyanların akrabasıyım. Kalust Gülbenkyan’ın dedesi Gülbenk Gülbenkyan, Talaslı. Talas’ta üç tane konakları varmış. Gülbenk Ağa, büyük dedemin kuzeni oluyor. Bu kadar yakınız. Amerika’ya gittiğimde Gülbenkyanların çiftliğinde kalırdım. Dedem Garabet, Pınarbaşı’nda yedi tane değirmen çalıştırırmış. İkinci Cihan Harbi’nde o yedi değirmen ambarını açmış, halkla paylaşmış. Dedem ve babam, sürü alıp satardı. Ömrümüzde çek senet kullanmadık. Ya peşin aldık, ya 'Şu gün gelip paranı al', dedik. Söz namustur! Dedem beni hasta yatağında yanına çağırdı, ‘Benden sana bir tek dürüstlük kalacak’ dedi. Ben öyle bir dedenin torunuyum. Ermeniliğimden gurur duyuyorum. Bugüne kadar da hiç saklamadım.”

Talaslı Serkis, aralık başında İstanbul’a geliyor. Nisan sonu çok sevdiği Talas’a dönüyor. Her gün hiç aksatmadan Kallavi Sokak’tan başlayıp, Harbiye’ye kadar yürüyor. Yürürken eş dosta bolca selam dağıtıyor. Bir siyah beyaz fotoğrafta, Beyoğlu’na bin yıl önce gelmiş gibi gülümsüyor.


Berken Döner Kimdir?

1990 yılında Adana’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Kocaeli Üniversitesi’nde “İletişim Bilimleri” alanında doktora yaptı. Gündelik hayat, kent sosyolojisi, azınlıklar çalışma alanlarıdır.