YAZARLAR

Kadınlık, annelik, endişe, özgürlük, umut

Çocuklar sandığımızdan çok daha özgür düşünceli ve empati güçleri yüksek olan varlıklar. Onları yontup yontup var olan düzene uydurmak yerine, bizim onların geniş algı mertebesine erişmemiz gerekiyor.

Her biri kendi alanlarındaki üretkenlikleri, çalışkanlıklarıyla olduğu kadar hayata bakışlarıyla da ilham ve umut verici dört kadın. Ortak bir noktaları da “kız annesi” olmaları. Gülşen’in manifestoyu andıran metni ve Işın Karaca’nın “bir kız annesi olarak…” çıkışıyla başlayan sohbetimize kadın bedeni, zihni, yaşamı üzerinde giderek artan toplumsal, siyasal baskılardan girdik, annelik, kadınlık, özgürlük temalı hemen hemen her şeye temas ettik.

Gazeteci ve tiyatro eleştirmeni Bahar Çuhadar, iletişimci ve yazar Ayşen Şahin, şarap üreticisi Selda Tokat ve editör, eleştirmen Neslihan Cangöz’le yaptığımız söyleşinin ikinci bölümü aşağıda. Gelecek, neşesi, inadı, umuduyla, her şeye rağmen yükselen kadın sesinde…

KUTSAL ANNELİK MİTİNİN AYRILMAZ PARÇASI: SUÇLULUK DUYGUSU

İş ve farklı uğraşlarının yoğunluğunun, anneliğinin önüne geçmesine dair toplumsal baskıyla, bunun doğurduğu suçluluk duygularıyla boğuştuğun zamanlar oldu mu? Bunu çözebildiğini düşünüyor musun, nasıl çözdün?

Neslihan Cangöz: Oldu tabii. Suçluluk duygusu bu kutsal annelik mitinin ayrılmaz parçası. Hep bir eksiklik, ve hep yanlış mı yapıyorum acaba hissi. “Yeterince ev yapımı yoğurt yedirdim mi” sorusundan, sıkıcı doğum günü partilerine gitmeye, geç saatlerde uyuduğunda içten içe sinirlenip, sonra sinirlendiğin için üzülmeye kadar giden müthiş çeşitlilikte bir liste…

Bir gün kızımın gittiği kreşte çocukların istediği kostümle katılacakları bir parti yapılacaktı. Aslı, sihirli çubuğu bile olan, kanatlı, masmavi bir peri kostümü seçti. Sabah, kostümü bir çantaya koydum ve kızımı servise bindirip kreşe gönderdim. Akşam döndüğünde neşeyle partiyi anlattı, her şey yolundaydı. İki gün sonra kreşten fotoğraflar geldi. Sahiden prenses gibi görünen, işte saçları balerin topuzu yapılmış, dudaklarına hafif parlatıcı sürülmüş, ince çoraplar giydirilmiş kızlar ve o günkü kıyafetinin yani çiçekli karışık renkli tişörtünün ve pantolonunun üzerine tüllü kabarık etekli peri kostümü giymiş saçları dağınık Aslı! Meğerse anneler parti öncesi epey mesai harcamış kreşte. O fotoğrafa çok üzülmüştüm keşke işten izin alıp ben de kreşe gitseydim diye. Sanki “yetersiz, ilgisiz” anneliğin simgesel delili gibi gelmişti o fotoğraf.

Her altı ayda bir değiştirilen ve çocuklarımızın gizli kalmış yeteneklerini bir an önce bulma hırsıyla denenen kurslar vardır bir de. Basketbol, voleybol, yüzme, piyano, bale, resim… Fark edileceği üzere orta sınıf kadınlar üzerinden inşa edilen bir annelik mitidir bu aynı zamanda. Mesela “çocuklarla kaliteli vakit geçirmek” diye bir saçmalık vardı. Yani “çalışan anneler üzülmeyin, eve geldiğinizde çocuğunuzla bir saat geçirirseniz o da olur” diyen. Çalışmayan, çok yoksul veya çok zengin kadınları hedefler mi bu söylem?

Çözdüm mü bu suçluluk meselesini bilmem ama kutsal anneliğin patriyarka tarafından dayatılan imkânsız bir performans olduğunu, kadınların önüne ne yaparlarsa yapsınlar ulaşamayacakları bir hedef konulduğunu bilmek, sanki ilk kez kendileri geçiyormuş gibi hissettikleri yolların yürümekten artık çukurlaştığını ve başka yolların da olabileceğini feminizm sayesinde fark etmek işleri kolaylaştırıyor.

Bahar Çuhadar: Mesleki anlamda soruyorsan; çok şanslıyım ki bugüne dek hep hayatımı kolaylaştıran, empati duyguları çok yüksek insanlarla çalıştım. 24 yaşımdan beri ulusal basında çalışıyorum; vahşi neoliberal düzende kadınların, hele ki anne olduktan sonra yaşadıkları korkunç ayrımcılıklara pek maruz kalmadım. Öte yandan insan kendi içinde sonsuz parçaya bölünüyor. Seni bekleyen bir (bende iki) hayat parçası var ve sen onlara eşlik ederken bir yandan da kendini gerçekleştirmek konusunda çok ciddi manada zorlanıyorsun. Kültür sanat gazeteciliği yapıyorum; takip edilmesi gereken sınırsız içerik, gösterim vs. var. Okunması, dinlenmesi, izlenmesi gerekenler, üzerine düşünülmesi, yazılması gerekenler… Kontağı kapatıp kapıyı çekip hayatına bakabileceğin bir ‘meslek’ değil bu, dolayısıyla evet o kitabı da okumalısın, o filmi de yakalamalısın, o haber podcast’ini de takip etmelisin, o video belgeseli de görmelisin vs… Bunun zaten sonu yok ama annelik mesaisiyle birlikte buna bir de çocuğumla o atölyeye de katılmalıyım, o oyunu da izlemeliyiz, o kursa da ilgisi var, götüreyim, o kitabı da okuyalımlar dahil oluyor ve kendini büyük bir kaosun içinde buluyorsun.
Çocuklarım olmasaydı mesleki anlamda çok daha üretken olabilirdim ama annelikle birlikte gelen tuhaf bir enerji ve yaratma güdüsü de var, bundan da faydalanmadığımı söylesem eksik olur. (İlk ve şimdilik tek kitabımın hazırlık safhasını ikinci hamileliğimin son ayında tamamlayıp, kızım 40 günlükken de yazmaya başladım, kelimenin gerçek manasıyla ‘enerji’ ve ‘yaratma güdüsü’ bahsettiğim…) 

Çeşitli uğraşlar, işler arasında koştururken pek suçluluk duygusu hissetmiyorum çünkü her şeye yetişmeye çalışan bir tabiatım var, arada suyu çıkan ben olsam da. Bir yandan da “Çocuklarıma az vakit ayırdım, hay Allah” gibi bir duygusal çukura düşmemeye çalışıyorum. Aksine, çocuklarımın babalarıyla evde kalıp, “Annem bu akşam oyuna gidiyor, yarın röportaja gidiyor, şunu okuması lazım” demelerinden gurur duyuyorum. Ben de hayatı boyunca delice çalışan ve çok da sosyal olan bir öğretmen annenin çocuğuyum, zaten ‘normali’ buymuş gibi geliyor. Çok yorulsam da…

Sağdan soldan “Amma gezdin ha, bir de iki çocuğu var bu kadının!” ‘takılmalarını’ çok işitiyorum ama pek umurumda değil. “Siz bir de benim evdeki halimi görün” falan deyip geçiştiriyorum. Tabii anneliğin o bahsettiğim yıkıcı formundan çıkması için annelerin etrafında hem kamusal kaynaklarla hem toplumsal manada ciddi bir destek/dayanışma ağı kurulmalı. Erkekler de ‘katılımcı, destekçi’ falan değil, ev içi ve çocuk bakım emeğinde kadınla eşit sorumluluk (fiziksel olarak da duygusal olarak da) üstlenmeli. Bizim memlekette kamusal ayak tamamen, aile içi eşit iş bölümü ise çok büyük ölçüde eksik. Bizi tüketen de asıl olarak bu işte…

Fotoğraf: Simon Rae (Kaynak: Unsplash)

 

Ayşen Şahin: Benim birkaç farklı şapkam var. Bir iletişim ajansının kurucu ortağıyım. Siyasal iletişimle uğraşıyorum, bu alanda oturumlara katılıyor, dönem dönem danışmanlık yapıyorum. Üç dergide öykü, gazetede köşe yazıyorum. İki kitabım var, üçüncü için çalışıyorum.

Ve evde açtığım isyan bayrağında yıllardır şu yazıyor: “İşime saygı istiyorum!”

Önceden çocuklar için iş seyahatlerini bile iptal eder, sosyalleşmekten vazgeçer yine de yetemediğim her şey için suçluluk hissederdim. Ev asla tam toplu olmuyor gibiydi, bazı anneler çocuklar için bir yerlerden organik gıdalar getirtiyor, özel besleme menüleri yapıyor, okul kantinindeki ürünleri kontrol ediyor, çocuk gelişim panellerine katılıyor, piyano kursu, spor aktivitesi, özel dersler ayarlıyor, bütün öğretmenleri ile teke tek görüşme randevuları alabiliyordu. Hızlarına yetişemiyordum. Sonra fark ettim ki bu işin doğrusu diye bir şey yok. Mış gibi yaptığımız her şey de sahteliği getirir, fıtratımda yok. Ben yaşamak istiyorum, çocuklarımla birlikte bir hayat istiyorum, kölelik değil. Vicdan azabını bıraktım.

Yapabildiğim işler var, yapmaktan zevk aldıklarım var bir de yapmak zorunda olduklarım. Buna kocaman bir “iki çocuğa yeterli ilgi ve bakım” eklenince 15 yıldır günde ortalama 4-5 saat uykuyu hiç geçmediğimi söyleyebilirim.

Hiçbir veli toplantısını kaçırmadım, hastalandıklarında doktora götüremediğim olmadı, doğum günlerini hep istedikleri gibi kutlayabildiler, hiçbir hobilerinde yalnız hissettirmemeye çalıştım. Konuşmak istediklerinde hep vaktim var. Ama ben çocuklarına ödev yaparken sıcak havuçlu kek servis edecek anne değilim, okul aile birliğine giremem, gardıroplarını her gün düzenleyemem, her spontane isteklerine yetişemem. Bunu kabul ettirmeye çalışıyorum.

Yetişemediğim şeyler için suçluluk duymayı bıraktım. Herkes belli bir yaşa gelince annesini anlar. İleride beni sadece bir yemek adıyla değil, yaşadıklarımla ansınlar istiyorum.

Eğer otuz yaşına geldiklerinde anneliğimle ilgili sorunları olursa da diyeceğim ki “tam hayalinizdeki gibi bir anne olamadım belki ama en azından güzel ve dolu dolu yaşadım be evladım. Siz de bu kısmından feyz almaya çalışın.”

Kendi hayatımda başka annelerle kıyaslanmayı reddediyorum. Bu bir sınav ve yarış değil. Ancak edebiyatta sınırlandığımı hissediyorum. Yazdığım her tür metnin arkasında dururum ama toplum yazarın her yazdığını yaşadığından ibaret sandığı için bunun çocuklara yük yaratmasından endişe ediyorum. Ben erotik bir roman yazamam mesela, çocuklar bunun yaratacağı etkiyle mücadele edebilecek yaşa gelene kadar beklemek zorunda hissediyorum.

Selda Tokat: Toplumsal baskının mahalleden başlayarak giderek arttığını yaşayarak gören biri olarak, “insan” olmak için özeniyorum. Sabrı, kararlılığı ve yılmamayı önemsiyorum.

Bahar Çuhadar, Neslihan Cangöz, Selda Tokat, Ayşen Şahin

 

“DÜNYA TARİHİ BOYUNCA BÜTÜN SAVAŞLARDAN, DEVRİMLERDEN SAĞ ÇIKAN TEK SİSTEM ATAERKİ”

Kadınların, bu söyleşiyi başlatan meseledeki gibi, meslektaşlarının yaşam tarzları, bedenleri, giyim kuşamları hakkında zaman zaman hoyratça ahkam kesmeleri hakkında ne düşünüyorsun? Kadınlar arasında ataerkinin hem yarattığı hem de köpürttüğü bu rekabeti ortadan kaldırmanın yolları neler sence?

Bahar Çuhadar: Kadınların birbiriyle, gerçekten, açık açık dertleşmemeleri! Hiç kimse, hiçbir görüş beni kadınların; -siyasi tavrı, inancı, sınıfı, yaşı vs. ne olursa olsun- oturup gerçekten konuştuklarında, ataerkinin yüzyıllardır süren berbat, kokuşmuş baskıcı gözünden, elinden, dilinden rahatsız olma konusunda ortaklaşmayacağına inandıramaz. Gülşen’in yaşadığı ataerkil baskıdan Işın Karaca da azade değil, ben de değilim, boğazdaki yalısında oturan kadın da o yalıda o kadına hizmet eden emekçi kadın da değil… Erkek şiddetinin dil, din, sınıf tanımadığına Türkiye olarak daha fazla ikna olmamıza gerek yok herhalde… Tarihçi Merry Wiesner-Hanks’in dupduru söylediği gibi: “Dünya tarihi boyunca bütün savaşlardan, devrimlerden sağ çıkan tek sistem ataerki”.

Neslihan Cangöz: Kadınlar arası rekabet senin de söylediğin gibi tam da patriyarkal sistemin hem yarattığı hem de köpürttüğü bir şey. Bizlerden hem mükemmel anne hem mükemmel sevgili hem de mükemmel iş kadını olmamız bekleniyor. Ancak her konuda ‘en iyi’ olduğunda, ulaşılması imkânsız ‘başarılı kadın’ sıfatına layık görülecek kadınlar da birbiriyle kıyasıya bir rekabete giriyor. Gülşen’i magazin programlarında şehvetle eleştiren kadınlar ve tüm bu sirki eğlenerek zevkle, iştahla izleyen toplum. Mesela Gülşen’i kısa boyu yahut anneliği üzerinden eleştirenler gereken vasıflara kendilerinin sahip olduğunu göstermek istiyorlar. Halbuki ölene kadar genç, güzel, seksi olmak veya ennn iyi anne olmak için çaresizce uğraşacağımıza erkek egemen sistemin ürettiği bu kategorilere karşı çıkmak hepimiz için en iyisi. Işın Karaca ve Gülşen, ikisi de şarkı söylüyor, aynı kulvardalar. Lakin ilkinin fiziksel özellikler üzerinden Gülşen’i eleştirmesi abes kaçacağından ahlak üzerinden vurmayı deniyor, aynı zamanda da muktedire yanlıyor. Çok üzücü değil mi böyle tüm kadınların kaybettiği bir rekabet? Bakın bu vesileyle Seren Serengil’in dekoltesi konuşuldu, sosyal medyayı Karaca’nın bikinili fotoğrafları kapladı.

Ayşen Şahin: Bu türden açıklamalar aslında erkekler arasında da yaşanıyor. Bekir Bozdağ da Fazıl Say için “sanatıyla gündeme gelemeyince muhalefet borazanlığıyla gündem olmaya çalışıyor” gibi manasız bir çıkış yaptı mesela. Bu dönemin iktidara yaranma yarışına seyirci oluyoruz. Herkes tarafını belirliyor.

Burada saldırının geldiği konuda ataerkinin izleri var. Kendini “makbul kadın” kılabilmek için diğerini eleştiriyor, bunu da iktidarın makbul tanımına uyacak yerden yapıyor.

Burada garip bir eşitlik var; kadının haklılığını mutlaka mağduriyet üzerinden anlatmayı doğru bulmuyorum. Kadınlar her zaman müşfik, mağdur, anaç, affedici, mazlum olmak zorunda değil. Kötülüğü kadında görmek de eşitliğe dahil. Kötücül bir açıklama bu. Kadınlar da kötü niyetli olabilir. Çünkü kötülük cinsiyete değil, insana dair.

Selda Tokat: Çıkar/ çark döngüsünde olanların aslında ördükleri duvarların içinde en çok kendileri kalan tuğla örücüler olduğunu düşünüyorum. Bu tartışmalar etrafında yaşananlar da bunu gösteriyor.

Bahar Çuhadar ve kızı Haziran (solda). Ayşen Şahin ve küçük Nisan (sağda).

 

KADINLAR KENDİ İRADELERİYLE DEĞİL PATRİYARKANIN İSTEDİĞİ BİÇİM VE MEKANLARDA ÇIPLAK OLURLARSA ÇIPLAKLIK SORUN OLMUYOR

Çıplaklığın bu mevzudaki payı ne sence? Ya da şöyle sorayım, çıplaklık kendiliğinden devrimci midir? Yerine toplumca kabul görmeyen başka bir şey koysak mevzu yine buralara gelir miydi, gelmez miydi?

Bahar Çuhadar: Çıplaklık zaten dini-muhafazakâr söylemin şiddetle karşı durduğu bir durum ama burada asıl mesele herkesin ama herkesin kadınların bedenine dair fikir yürütme haddini kendinde bulması. En ‘masum’ haliyle ‘Kadına bu yakışır/yakışmaz’dan başlar bu, “Sahneye külotla çıkmasın”a, “O saatte/o kılıkla orada ne işi vardı”ya uzar gider. Gerçi hikâye çok daha öncesinde başlıyor, misal parkta gördüğü kız çocuğuna “Kızlar öyle oturmaz” demekle…

Ayşen Şahin: Herkes yaralandığı yerden bayrak açıyor. Kadınlar sistematik bir şiddete maruz kalıyor bu ülkede. Hamile kadının sokakta gezmesine bile laf edildi düşün. Bu koşullarda kadına varlığını dayatan her şey mücadeleye dahil.

Çıplaklığa gelince, dünyanın en normal şeyi aslında. Kültür, sanat, edebiyat, tiyatro, sinema, dans, bale hayatımızda büyük rol oynasa bedenlerimizle daha kolay barışabileceğiz aslında. İnsan sık gördüğü şeyden tetiklenmez.

Bunun yerine Gülşen sahnede bir rakı kadehini başının üzerinde çevirip yere patlatsa da aynı şeyi yaşayabilirdik. Sıkıntıyı dincilerin (dindarların değil) çizgisi belirliyor. Müzeyyen Senar’ın bir ömür yaptığı hareket şu an fırtınalar koparabilir. Çünkü bu da “makbul kadın”a uymuyor onların gözünde.

Neslihan Cangöz: Mesele çıplaklık değil veya çıplaklık kendiliğinden devrimci değil, mesele başta da söylediğim gibi kadınların iradesi. Eğer kadınlar kendi iradeleriyle değil de , patriyarkal sistemin uygun gördüğü, istediği biçimlerde ve mekânlarda çıplak olursa problem olmuyor. Otomobil fuarlarında gördüğümüz mankenlerin çıplaklığı sorun değil fakat Femen üyesi kadınların çıplaklığına tahammül edilemiyor mesela. Dolayısıyla tekrar etmek pahasına, önemli olan kadınların iradesini savunmak! Kendi iradesiyle çıplaksa politiktir.

Son dönemde toplumsal ön kabullerle beslenen siyasi çıkışlarla kadın bedeni, zihni, uğraş alanlarına dair artırılmaya çalışan tahakküm konusunda fikirlerin? Sence farklı alanlardan kadınların türlü nedenlerle hedef gösterilip durmasının nedeni ne?

Ayşen Şahin: Kendi makbul kadın figürleri dışında kalan her kadına düşmanlar. Başta da bahsettiğim gibi kadını hayatın içinden çekip aile kavramına hapsetmek istiyorlar.

Geçmişte çılgın kadınlar vardı, herkesin çok sevdiği, kabul ettiği, bildikleri gibi kafalarının dikine yaşarlardı. Biz de alkışlardık.

Sezen Aksu mesela “Adı Bende Saklı”da, evli bir adama olan aşkını, Dört Günlük Bir Şey’de aslında dört güne yayılan bir “one night stand” ilişki anlatıyor, alıp başını Efeler Gibi gidiyor. Tabulara dalıp hallaç gibi dağıtıyor. Aysel Gürel’in çapkın sözleri, Huysuz Virjin’in yakası açılmadık şakaları, Müjde Ar’ın kahkahaları… Özlemiştik böyle özgür, çılgın hareketleri.

Öyle çok yerden saldırdılar ki şimdi böyle kadınlar yeniden çıkıyor su yüzüne, yeniden görünür oluyor. Böyle kadınlar görünür oldukça önümüz açılıyor. Tacize uğrayan kadının beyaz tişörtünün bile sorgulandığı ülkede, bir kadın sahneye öyle çıktığında bizim mücadelede elimiz güçleniyor, toplumun kabul çıtası yükseliyor.

'BİZİM DE ANNEMİZ, KIZIMIZ VAR' KADAR KADINLARI DEĞERSİZLEŞTİREN BİR İFADE YOK

Bahar Çuhadar: Kadını eve kapatmak, kutsal anneliğe hapsetmek, erkek toplumun hizmetine sunmak, üstü başı, hareketi bakışı üzerinde söz sahibi olmak her muhafazakâr/feodal/ataerkil düzenin yüzyıllardır açık gündemi. Muhafazakâr değerler, ülkedeki varolan krizlerin üstüne şemsiye gibi her açıldığında, o ‘değerlerin’ okları kadınlara biraz daha yaklaşıyor. 
Kadınlar bu topraklarda da haklarını söke söke aldı. Ama yol uzun: Eşit işe eşit ücret, görünmeyen ev içi emeğin yasal ve ekonomik karşılığı, kadın istihdamının artırılması, boşanan kadının hakları, doğum izinleri, kürtaj hakkı, işyerlerinde kreş hakkı… Bir kısmını parça pinçik de olsa elde ettiğimiz, bir kısmını kağıt üstünde hak etsek de uygulanması için ayrı savaş vermemiz gereken, bir kısmı da törpülenip ortadan kaldırılmaya çalışılan sayısız mücadele hattımız her daim canlı bu ülkede. Gözümüzse sayaçlarda, bu ay erkekler kaç kadını katletti? Kaç erkek mahkeme salonundan ‘iyi halleriyle’ ayrıldı? Kaç kadın ‘yüksekten düştü’?
Kadınları kuşatan korkunç cendere hep var, ülkedeki siyasi kutuplaşmanın odağında da bir şekilde hep kadınlar var. Her konu, bir yerinden muhakkak bir kadının hayatına teğelleniyor. Kürsülerden Twitter’a uzayan tartışmalarda geçen “Bizim de annemiz, kızımız var” kadar kadınları değersizleştiren bir ifade daha yok. Muhafazakârlıkla eril tahakküm can ciğer kuzu sarması. El ele verip üstümüze yürümelerine, hayatımıza hükmetme çabalarına şaşırmıyoruz. Yolumuzdan da şaşmıyoruz, 8 Martların şahane sloganlarındandır; geceleri de sokakları da istemeye devam ediyoruz. Sesimizi daha çok çıkararak, daha çok yan yana durarak, kızkardeşlerimizle el ele her alanda mücadeleye devam ederek var olan kazanımlarımızı koruyacak, dahasını da elde edeceğiz.

Neslihan Cangöz: Kadınların türlü nedenlerle hedef gösterilmesini, İstanbul Sözleşmesi'nden çıkılması, nafaka tartışmaları, erkek şiddeti sonucunda kadına yönelik suçların cezasız kaldığının iyice altının çizilmesi gibi gelişmelerden ayrı ele alamayız diye düşünüyorum. Tüm bunların art arda gelmesi kesinlikle tesadüf değil. Baskıcı siyasi iktidar, kadınlara ve LGBTİ+ bireylere yönelik şiddete toplumun her alanından geniş, sert bir tepkinin gelmeyeceğini düşündüğünden kolaylıkla bunu yapabiliyor diye düşünüyorum. Mesela İçişleri Bakanı’nın LGBTİ+ bireyleri hedef göstermesi, ardından üst üste gelen trans cinayetleri yeterli tepkinin gelmeyeceği bilgisi olmadan mümkün olur mu? Yahut Sezen Aksu’ya söylenen sözlerin tepki gelince değiştirilmesi…

Selda ve kızı Su (solda). Neslihan ve kızı Aslı (sağda).

 

KIZIM, YAŞAMADIKLARINDAN PİŞMAN OLSUN İSTEMİYORUM

Son olarak, “bir kız annesi olarak” senin ülkenin geleceğine dair duyduğun en büyük endişeler neler? Ve umudu nerede görüyorsun?

Ayşen Şahin: Sonsuz endişe var. Karanlığa yuvarlanırken bir araya gelemediğimize kahroluyorum en çok.  Yarısı şarampolde bir otobüste gibiyiz diyorum. Hep birlikte aynı anda otobüsün ardına koşsak yuvarlanmayacağız aşağıya ama bu otobüs kaç yakıyor, şoförün ehliyeti ne zamandan, lastiklerin havası tam mıydı diye konuşmaktan nasıl kurtulacağımıza sıra gelmiyor.

Biz özgürlük için az kavga vermedik, insan bari çocuğumun önü açılsaydı diye ister istemez hayıflanıyor. Kızımın, benim gençliğim kadar bile özgür yaşayamadığı için üzülmesini değil benim ukdelerim onun gerçeği, yaşanmışlığı olsun istiyorum.

Artık kadınların öldürülmeme hakkını, eşit işe eşit ücret hakkını, istihdam hakkını değil, kadının cinsel devrimini konuşmak istiyorum.

Kızımın dayatılanı değil hayalindeki hayatı yaşamasını istiyorum.

Ben kızıma yasak koymadım, koymuyorum. Bildiğini okusun istiyorum. Dökerse toplarım. Ne yaşamak isterse yanında olurum. Yaşamadıklarından pişman olsun istemiyorum.

Bu ülkede bize iki şey lazım: Umut ve inat. Kızım doğuştan inatçıdır, inadını törpülemiyorum. Umudu da ben vermeye çalışıyorum.

Selda Tokat: Duvarların er ya da geç yıkılacağına inanan biri olarak, elimden çekicim alınmaması, dileğim. Annemin ben çocukken, bana marangozdan küçük tahtalar kestirip, küçük çekiç vermesinin, hayalimdekini yapmamı sağlamasından güçle, kızıma yıkacağı duvarlar için istediği büyüklükte çekiçler veremeyecek olma ihtimaliyse, endişem.

Başta da dediğim gibi, kendimi en iyi hissettiğim yer bağlar benim… Kızımla bağımda da, iyi kalpli olmayı en başa koydum. Uydurduğum ninnilerimde, sevgi dolu kızım demeye özenen olmaya çalıştım.

Dünyada bir ailenin başına gelebilecek en korkunç şeyi yaşamış, bu ülke için neredeyse sıradanlaşan, kadın cinayetlerine yeğenini kurban vermiş biri olarak ise kızıma sadece sevgi ve iyi kalbin ayakta kalmaya yetmediğini, güçlü ve kararlı olmamın önemini anlatmak zorunda kalmanın ağır yükünü de yaşıyorum. Yine de tıpkı bizim şarap yaparken yaptığımız gibi, sabırla, özenle, tutkuyla, sevgiye büyütmeye çalıştığım kızımla en mutlu olduğum yer de tüm huzuru ve özgürlük hissiyle, bağlar…

ÇOCUKLARI YONTUP DÜZENE UYDURMAK YERİNE BİZİM ONLARIN ALGI MERTEBESİNE ULAŞMAMIZ GEREKİYOR

Neslihan Cangöz: İki kız annesi olmaktan bağımsız, feminist bir kadın olarak en büyük endişem temel kazanımlarımızın sürekli pazarlık konusu olması ve Sisifos gibi uğraşıp durmamız. Annemin döneminde serbest olan kürtajın şimdi kızımın döneminde fiilen yasaklanması gibi. Ülkenin şimdi içinde bulunduğu koşullarda yoksulluğun giderek artması ve en büyük zararı yine kadınların görüyor olması gibi… Bu liste uzar gider.

“Bir kız annesi olarak” umudu kesinlikle kadın hareketinde görüyorum. Unutmayalım ki Gülşen’in manifestosu da bu topraklardaki kadın hareketinin bir ürünü ve feminist bir kazanım.

Bahar Çuhadar: Türkiye’yi terk eden yeni nesil göçmenlerle görüşmeler yaptığım kitabım ‘Yeni Ülke Yeni Hayat’ın önsözünde iki çocuğum için şunu diledim: “Ait oldukları topraklarda en iyisi çekip gitmek diye hissetmeksizin özgür ve mutlu yaşamlar sürebilmeleri ve her daim ‘Dünya bizim evimiz’ diyebilmeleri dileğiyle. "Umarım bundan sonra hiçbir çocuk, genç bugün ve ileride “Ben bu ülkede iyi hissetmiyorum, buraya ait değilim” duygusuyla ve istemeye istemeye bu ülkeyi terk etmez.

En büyük endişem kızımın ve oğlumun burada boğulduklarını hissetmeleri olur. Sadece her fırsatta üzerimize parmak sallayanların değil, kendisi olarak yaşamak isteyenlerin de ülkesi bu ülke. Çok sevdiğim bir oyun yazarı olan Ceren Ercan, ‘Seni Seviyorum Türkiye’ adlı oyununda, “Buradayım ve ben de Türkiye’yim” diyordu. Tam da öyle, buradayız ve biz de Türkiye’yiz. Tabii bana sorarsan, keşke Türkiye Gülşen olsa!   

Umutsa kızımın kendine ve kızkardeşlerine güvenen bir feminist, oğlumun kadınlara gölge etmeyecek bir erkek olarak yetişmesi dileğimde ve çabamda… Çocuklara toplumsal cinsiyet eşitliğini ve tüm cinsel kimlik ve yönelimlere açık ve eşit olmayı yaşayarak fark ettirmek zorundayız. Çocuklar sandığımızdan çok daha özgür düşünceli ve empati güçleri yüksek olan varlıklar. Onları yontup yontup var olan düzene uydurmak yerine, bizim onların geniş algı mertebesine erişmemiz gerekiyor. Başka bir yol da umut da göremiyorum.
Kızım henüz çok küçük, geçen gün elindeki tarağın kızlar için olduğunu iddia edince, 7 yaşındaki oğlum ona şöyle yanıt verdi: “Haziran tarakta kız-erkek ayrımı yoktur. Aslında dünyada hiçbir şeyde yoktur!”


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.