Kadının ve zamanın yalnızlığı
Uygun her kadın cinayetinin başlığına kadının yalnız yaşadığı bilgisi yerleştiriliyor mesela. Neden, ne ilgisi var? Yalnız yaşamayan kadınlar da her gün öldürülmüyor mu? Bu türden başlıkları her gördüğünde insanın “itiraz ediyorum!” diye haykırası geliyor ama ortada bir jüri yok elbette. Bizler de mahkeme değiliz ama artık olan bitenin sonsuz seyircisi de değiliz, olmayacağız.
Her gün her yaştan kadınların yüzü, ölüm haberleriyle düşüyor ekranlarımıza. Genç kadın ölümleri de çok yaygın ve maalesef gencecik yaşlar, hayat dolu gülümsemesi kadar korunmasızlığıyla da daha fazla “malzeme” sağlıyor medyaya. Her şey değişirken yüz yıldır aynı cinsiyetçi çerçevede yürüyen yanlış haber dili de bu dehşetin kolayından “bildik hikâye”ye evrilmesine neden oluyor.
Uygun her kadın cinayetinin başlığına kadının yalnız yaşadığı bilgisi yerleştiriliyor mesela. Neden, ne ilgisi var? Yalnız yaşamayan kadınlar da her gün öldürülmüyor mu? Olağan faillerin eşten babaya hatta oğula uzandığı, erkeklerin her gün eşlerini, kızlarını, annelerini katledebildiği bir ülkede “baba evi”nden “koca evi”ne direkt geçiş hayat deneyimsizliğinin getirdiği ekstra korunmasızlığa neden oluyordur, olsa olsa. Bu türden başlıkları her gördüğünde insanın “itiraz ediyorum!” diye haykırası geliyor ama ortada bir jüri yok elbette. Bizler de mahkeme değiliz ama artık olan bitenin sonsuz seyircisi de değiliz, olmayacağız.
Kadının tehlikeyi şu veya bu biçimde kendisinin çağırdığı imasının yanı sıra aşk, tutku, kıskançlık gibi çoğunluğun gözünde hâlâ cinayet gerekçesi olan teyitsiz veriler de sakınmasızca yerleştiriliyor haberlere. Bu sorumsuz, ayrımcı dil okları bir çırpıda maktule çevirirken, erkek katillerin yüzünün ekranlara düşmesi bile günler sürüyor. Katiller çarpık duygularla örülü muğlak bir “tutkusal” evrende anonimliğini büyük ölçüde korurken gülümseyen kadın yüzleri ölümün yüzüne dönüştürülüyor. Buralarda tutku, aşk, sevgiyle kastedilen de kadını erkeğin tapulu malı gören pis toplumsal sözleşmenin çarpık yansımalarından başka bir şey değil. Yıl olmuş 2021, bunu yazmak bile insana saçma geliyor ama sevmek hiçbir boyutuyla erkeğin eline kadına psikolojik ve fiziksel zarar verme ehliyetini veren bir gerekçe değil.
Kadınların çok büyük ölçüde tanıdıkları, hayatlarında olan erkekler tarafından öldürüldüğü evrensel bir gerçeklik. Tehlike çoğunlukla uzakta değil, evin ya da hayatın içinde. Olağan koşullarda “uyarıcı” olabilecek bu bilgi de doğru dürüst bir araştırma yapılmadan atılan başlıklarla katilin cebine hikâyeyi önden sokmak dışında bir işe yaramıyor ülkemizde.
Araştırmacı Ebrar Begüm Üstün, 1923-1945 yılları arasında üç farklı İstanbul gazetesinde kadın cinayetlerinin ele alınma biçimini gösteren değerli bir çalışmaya imza atmış. Farklı siyasi çerçevelerdeki gazetelerin, ortak ataerki ideolojisi etrafında nasıl da birleşerek cinayetin suçlu tarafına kadını koyduğunu gösteren bu araştırma, o günlerden bugüne haber dilinin aslında gereğinden çok az dönüştüğünün de göstergesi. Ama artık bu tür haberler çok daha fazla tepkiyle karşılaşıyor. Dönüşüm yavaş ama neyse ki kaçınılmaz da…
Bu haber dilinin de katkısıyla daha ne olup bittiği anlaşılamadan mevzu “kadının öyle bir adamla ne işi varmış”a, “kadınlar da gidip gidip psikopatları seçiyor”a sapıveriyor. İç yüzü anlaşılana kadar günlerce bu çerçevede konuşulan Aylin Sözer cinayeti bunun örneği. Ortada bir ilişki olsun olmasın, bu katillerin çoğu psikopat falan da değil bu arada. Gerçek hayatta her gün karşılaştığımız, ortalama görünümlü adamlar. Dört duvar içinde birden pörtleyen psikopati, kadına şiddeti meşru kılan gizli sözleşmenin yarattığı bir tür ruh hali.
Faili korurken kadını tehlikelere karşı metaforik bir yalnızlık evrenine kilitlemeye alışık toplum ruhunu tam içinden sezen katiller, bundan sonuna kadar yararlanıyor. Yalnız olmadıklarını biliyorlar. Bir kadını akıl almaz işkencelerle öldürüp uyduruk bir kravatla ve “seviyordum/ beni çok kışkırttı/eşime dönmek istememi kabullenemedi, yuvam yıkılacaktı” türünden korkunç gerekçelerle işin içinden belli ölçüde sıyrılma şansı bulabileceklerini biliyorlar. Bir kadının canı, hayatı, hatta çocuklarının hayatı için yaptığı nefsi müdafaa ise nöbetçi mahkeme tarafından tutuklanmasıyla sonuçlanıyor. İçeriden yardım çığlıkları yükselirken kapıyı kırmak yerine çalan, tecavüzcülerin, kadın katillerinin aylarca elini kolunu sallayarak gezmesine göz yumabilen sistem, kırk yılda bir kadın canını korumak için bir erkeği öldürdüğünde birden vızır vızır çalışmaya başlıyor. Hafta sonu hepimizi dehşete boğan Melek İpek olayında olduğu gibi.
Kadın mücadelesinin yükselen sesi sayesinde kadınlar artık eskisi kadar yalnız değil. Bir yandan da yaşarken de, ölürken de alabildiğine yalnız. Severken, doğururken, çocuk büyütmenin pek çok aşamasında, çocuk sahibi olmayı istemezse, ayrılırken, birlikteliği sürdürürken, yeni bir hayata başlarken yalnız. Aşk da, koruyuculuk vaat eden her tür toplumsal sözleşme de bu yalnızlığı azaltmak yerine pekiştirebiliyor işin fenası. Bir fark yaratacak tek şey medeni hal ne olursa olsun değişmeyen bu yalnızlıkta, kendi gücünün farkındalığıyla yürüme azmi. Bunun farkında olmalıyız ki “yalnız yaşadığı evinde ölü bulundu,” başlıkları hayatını paylaştığı erkek tarafından öldürülen onca kadını gözlerden gizlemeye hizmet etmesin.
Hep dediğim gibi, aşktan da hayattan da vazgeçmiyoruz, kadının önemli bir gücü bu. Giderek daha soğuk, daha manasız bir yere dönüşen dünyada duygular alanını inatla terk etmiyoruz. Ama yalnızlığın daimîliğini unutmadan, kendimizi hayatımızın figüranı haline getirmeyip ön sıralara yerleştirme alışkanlığı edinerek yapmalıyız bunu. Kendi hayat ve aşk hikâyelerimizi yazmayı öğrenmeliyiz. Böyle olduğunda ancak, yalnızlık da, beraberlik de, evin önünden akan bir nehir gibi, güzeldir. Evimiz de dünyanın herhangi bir yeri olabilir. Bizi koruyan şey duvarlar değil.
Bir evin olması bile şart değil aslında. Bazen bir karavan ya da yolun kendisi, ev olabilir. Son zamanlarda izlediğim en güzel filmlerden biri olan “Nomadland” bunu anlatıyor. Jessica Bruder’ın “Nomadland: Surviving America in the Twenty-First Century” adlı kitabından uyarlanan filmin yönetmeni Chloé Zhao. Başrolde her zamankinden de müthiş Frances McDormand, çok sevdiği eşini ve ardından küresel krizde her şeyini kaybettikten sonra karavanıyla ABD’nin batısına doğru yolculuğa çıkan 60’lı yaşlardaki Fern’i canlandırıyor.
Evini kaybettikten sonra yolları ev belleyen modern göçebe Fern’in hikayesi, bu hayatı seçen gerçek kişilerle kesişiyor. Kurduğu evren de yan karakterlerinin çoğu gibi alabildiğine gerçek olan film, odağına çok tanınmış bir oyuncunun oynadığı bir karakter yerleştirerek çok zor bir işe kalkışmış. İki kadının, yönetmen ve oyuncunun müthiş işbirliği bu zorluğu yepyeni, ilham verici bir imkâna çevirmiş. Gerçeklik ve kurmaca arasında kurduğu o incecik dengeye, karakteri yargılamayan, istediği dramatik doğrultuda “ittirmeyen” empatisine, zamanın ve insanın yalnızlığına bakışına hayran kaldım. Daha uzun bahsedilmeyi hak eden bir film kesinlikle. Bitmek bilmeyen 2020’den sonra yeni kâbuslarla kucağına düştüğümüz 2021’in başlarında, bu gönül çelme, umut verme kaygısı taşımaksızın, kendiliğinden umutlu yol hikâyesinden bahsetmek istedim.
Tüm zorluklarına karşın daima dayatılandan başka hayatlar yaşamak, mümkün. Kendimiz olmaktan vazgeçmeden, başka insanlarla sahici bağlar kurarak, “iç ev”imizden vazgeçmeden hayatta kalmak mümkün. Bu dik başlı ısrar, bu incecik ama güçlü isyan, hayatta kalmayı “yaşamaya” çeviren şeyin ta kendisi. Yolda da evde de, bir birliktelik içinde de, yalnız da olsak, dünya nereye sürüklerse sürüklesin “iç ev”imizden vazgeçmeden, nice senelere…