YAZARLAR

İran’ın ‘stratejik sabrı’ cendereye giriyor

Kayıplardaki artış İran’ın fazla iz bıraktığını, İsrail’in de iyi iz sürdüğünü gösteriyor. Bir tarafın kararlılığına zafiyet, diğer tarafın kararlılığına gözü dönmüşlük eşlik ediyor. İran ısrarla önceliğinin Direniş Ekseni’ni güçlendirmek olduğunu söylerken İsrail de bölgedeki Amerikan varlığına güvenerek bu ekseni felç edecek atışlar yapıyor. Savaşın bölgeselleşmesi İsrail’in umurunda değil. Temel strateji çatışmayı sınırlardan uzak tutmak ama İran verdiği kayıplarla bu eşiğe sürükleniyor.

Son birkaç haftada yaşanan gelişmeler Gazze’deki savaş uzadıkça birbirini etkileyen çatışma-gerilim potansiyelinin Pakistan ve Afganistan sınırlarına kadar geniş bir coğrafyada tetiklenebileceğini gösterdi. Güç gösterileri ya da misillemelerle caydırıcı olma çabaları “aşılamaz eşikler” inşa edemiyor. Bu, tüm hasım taraflar için geçerli.
ABD bütün azametine rağmen bir tarafta İsrail’i sınırlama, diğer tarafta İran’ın kollarını kesip Lübnan’da Hizbullah, Yemen’de Husiler, Irak ve Suriye’de Şii milisleri durdurma misyonunda geri tepmeler yaşıyor. İsrail’in Gazze’de ilan ettiği üç aşamalı plan elinde patlarken ABD’nin gözdağı verdiği ya da bombaladığı Direniş Ekseni’ndeki hiçbir halka yolundan dönmedi.
Beri tarafta İran aldığı darbeler karşısında güç gösterileriyle “Direniş Ekseni” için güvenilir, düşman ekseni için caydırıcı olmaya çalışırken gücünün sınırlarını keşfediyor. Bu denklemde her halükârda savaşı sıçratmaya namzet saldırganlığını pervasızca sürdüren tek aktör İsrail. Sınırsızlığını en başta ABD ve diğer Batılı destekçilerine borçlu.
İran açısından çatışma ve misilleme sarmalı, Direniş Ekseni’nin uzak parçalarında olduğu sürece izlenen stratejinin askeri ve siyasi maliyeti sınırlıydı. Yönetilebilir bir gerilim İslam Cumhuriyeti’nin kendi dayandığı zeminde meşruiyet ve tatmin üretiyordu. Fakat aralıktan beri Suriye’de Devrim Muhafızları’nın kilit isimlerini hedef alan saldırılar ile İran içinde; birinde 12 polisin, diğerinde 94 sivilin öldüğü bombalı eylemlerde ödenen bedelin ağır olması Tahran üzerindeki baskıyı artırdı. Hizbullah, Ensarullah ve Haşd’uş Şaabi eliyle alınan intikamları İran hesabına yazmak artık durumu idare etmiyor. Saldırılardan doğrudan sorumlu tutulan ABD ve İsrail’e yanıt verilmemesinin getirdiği baskı ile büyük bir savaştan kaçınma yönündeki hassasiyet arasında gelişen sıkışmışlık İran’ı istenilen sonuçları vermeyen eylemlere itiyor.

***
Pakistan’da Ceyş’ul Adl’ın karargâhlarına yönelik misilleme saldırıları, sonuçları iyi hesap edilememiş kararların alındığını gösteriyor. Eğer Ceyş’ül Adl’e yönelik saldırı önceden İslamabad’la koordine edilmediyse nükleer bir gücün kendi caydırıcılığını korumak için bunu yanıtsız bırakmayacağı öngörülebilir olmalıydı. Nitekim Pakistan ordusu, Belucistan Kurtuluş Cephesi ve Belucistan Kurtuluş Ordusu'nun İran'daki sığınaklarını "Teröristlere Ölüm" kod adlı operasyonla vurarak bunun altında kalmayacağını ortaya koydu. Bu şekilde top tekrar İran’ın sahasına geçtiğinde “kardeş ülke” hatırlatmasıyla diyalog zeminine dönüldü. Çatışmayı bertaraf etmek için stratejik akıl yeniden devreye girdi girmesine de üzerinde çok durulan şu caydırıcılık iddiası hasar gördü. İran, “Pakistan’daki İranlı teröristleri”, Pakistan da “İran’daki Pakistanlı ayrılıkçıları” vurduğunu belirterek “kardeş ülke” metaforunu koruyor. Fakat arada ezilen Beluc halkı; kurban da siviller. İran’a göre Pakistan’ın saldırısında 3'ü kadın, 4'ü çocuk 9 kişi öldü. Pakistan’a göre de İran’ın saldırısında 2 çocuk ölürken 3 çocuk yaralandı.

Bazı İranlı kaynakların iddiasına göre Ceyş’ül Adl’ın vurulacağı bilgisi Pakistan ordusuyla paylaşıldı ama İran bu saldırıyı gizli tutma sözüne sadık kalmayarak komşusunu misillemeye mecbur etti. Doğruysa bu da güven ilişkisini hırpalayacak bir sapma. Üstelik bu gerilim, gündemin Gazze’deki soykırım savaşından bu tarafa kaymasına neden oldu. Olası Pakistan-İran çatışmasını avuçlarını ovarak izleyecek olan ortada: ABD-İsrail ikilisi, yanı sıra Hindistan. Bu gerilim potansiyel olarak ABD’ye Pakistan’ı kendi oyununa çekme fırsatı veriyor. Diğer yandan bu tür bir gerilim İslamabad’ı Körfez’deki İran karşıtı Arap blokunun hesaplarına sokabilir. Suudi Arabistan ve BAE’nin mali yardımları nedeniyle boynu kıldan ince olsa da İslamabad yönetimi 2015’te Yemen savaşı için öngörülen “Sünni İslam Ordusu’na asker vermeyerek Riyad’ı üzmüştü. Tabii şimdi Suudiler Çin’in arabuluculuğunda İran’la yeni sayfa açmışken Pakistan’a ihtiyaç azaldı. Yine de güç savaşı bitmiş değil ve Pakistan’ın İslam ülkeleri arasında patlak veren sorunlar karşısındaki mesafeli politikasında aşınma olursa bundan faydalanacaklar listesi bir iki ülkeyle sınırlı kalmaz. Pakistan-İran gerilimi ABD’nin stratejik hasmı Çin’in çıkarlarını vuracağı için Pekin yönetimi “Ne yapıyorsunuz ey dostlar” diyerek araya girmeye çalıştı. “Stratejik akla tekrar dönüldü” dedik ya, bu refleks arabuluculuk meselesine de yansıdı. Tahran, “İslamabad’la konuşamayacak durumda değiliz, ikili diyalogla meselemizi çözeriz” diyerek üçüncü tarafların durumdan vazife çıkarmasını istemedi. Bu refleks İslamabad’da da karşılıksız değil. Yine de sükûnetin temininde Çin’in göz ardı edilemeyecek hatırı olabilir.
Taraflara gerilimden çıkmayı telkin eden başka hassasiyetler de var. İran haritasının çeperlerindeki Sünni Beluclar, Araplar ve Kürtler Tahran’ın iç savaş ve bölünme korkusunun kaynağında yer alıyor. Üç etnik havuzda özgürlük, bağımsızlık ve adalet temalarıyla bilenen örgütler az değil. Pakistan da hesaba katmak zorunda olduğu yüzde 15-17 oranında bir Şii nüfusa sahip. Şiilerin geçmişte Pakistan’ın askeri ve siyasi kadrolarında yeri büyüktü. Ziya’ül Hak ile birlikte Şiiler sistem dışına itilmek istendi ve mezhepçi gerilimler filizlendi. Bu fay hattına son yıllarda yeni yükler bindi; İran, Pakistan ve Afganistanlı Şiileri milis olarak devşirip Irak ve Suriye’de savaştırdı. Kendi ülkelerine dönen bu milisler Devrim Muhafızları’nın ajandasında kalmaya devam ediyor. Ayrıca Pakistan kendisi için de tehdit haline gelen Sünni militan grupların olası bir çatışma ortamında ne denli palazlanacağını biliyor olmalı.
İran’ın Hindistan’la birlikte inşa ettiği Çabahar limanı ve Pakistan’ın Çin’le inşa ettiği Gwadar limanı bölünmüş Belucistan topraklarında yer alıyor. İki ülkenin Beluc sorunu ekonomik koridor savaşları ve stratejik denklemlerle ilişkili hale geliyor. Bu tabloda sınırın iki yakasından diğerine ateş açan örgütler üçüncü taraflar için de kullanışlı aparatlara dönüşebiliyor. Mantık 900 kilometrelik sınır hattında iki tarafa işbirliğini emrediyor.
Fakat iki kez düşünmeyi gerektiren bütün bu faktörlere rağmen Pakistan’ın caydırıcılığının aşındırılmasına sessiz kalmasını beklemek bir hesap hatası gibi duruyor.

Hele hele Hindistan’la düşmanlık ortadayken… Pakistan da gerilimin çatışmaya dönüşmemesi için kendi misillemesini İran’la koordine etmiş olabilir tabii.

***

3 Ocak’ta Kirman’da 94 kişinin ölümüne neden olan çifte bombalı saldırıyı üslenen IŞİD-Horasan’ın Afganistan’da üslendiği yerler belliyken misillemenin İdlib’de Heyet Tahrir el Şam ve Türkistan İslam Partisi’ne yapılması da tutarsızlık olarak görülüyor. Bir kere İdlib’deki yerel kaynaklara göre füzelerle vurulan bina metruktu. İkinci mesele Kirman’daki saldırının İdlib’e nasıl bağlandığıyla ilgiliydi. İran haber ajansları bombacıların İdlib’de eğitilip ABD tarafından Afganistan üzerinden İran’a gönderildiği iddiasını işledi. Fakat İran İstihbarat Bakanlığı’na göre saldırganlar Afganistan'ın kuzeydoğusundaki Badahşan vilayetinde bulunan IŞİD-Horasan kampında eğitildi. Peki orası neden es geçildi? Taliban’dan çekinip nükleer silahları olan bir ülkeye füze sallayan stratejik aklın basireti de İranlılar arasında sorgulanıyor. Erbil’de vurulan villanın Mossad karargâhı olduğuna dair de henüz ikna edici bilgiler sunulmuş değil. Saldırıda öldüğü iddia edilen üç İsraillinin ismi teyide muhtaç. İsraillilerin Kürtlerle ilişkilerini gösteren eski fotoğraflar da karargah iddiasını temellendirmiyor. Elbette Barzani ailesinin Mossad’la temaslarının 1960’larda başladığı ve yıllardır Türkiye üzerinden sevk edilen Kürdistan petrolünün yüzde 75’inin İsrail’e gittiği düşünülürse Kürtlerin İsraillilerle ilişkilerini yok farz etmek mümkün değil. Seçilen hedefler çok boyutlu mesajlar vermek için işe yarasa da strateji yoksunluğuna dair çıkarımlara da yol açıyor. İdlib’in hedef seçilmesindeki asıl amaç 1400 km menzilli füzelerle İsrail’i vurabileceğini göstermek idiyse bunun da Tel Aviv’i saldırganlığından caydırdığı söylenemez. Haşd’üş Şaabi unsurlarının Irak ve Suriye’deki Amerikan üslerine saldırıları da ABD’nin bölgede kalma kararını etkilemedi. Saldırılar Amerikalıları bunaltıp Irak hükümetini de “Hadi toparlanın da gidin” diyecek noktaya getirse de sahaya yansıyan bir sonuç yok.

***
2 Aralık’ta Suriye’de Devrim Muhafızları’nın iki danışmanını, 25 Aralık Kudüs Gücü’nün sahadaki en önemli ismi Seyyid Razi Musevi’yi öldüren İsrail, İran’ın Suriye, Irak-Kürdistan ve Pakistan’daki güç gösterisine aldırmadan 20 Ocak’ta Şam’da Devrim Muhafızları’nın üç katlı binasını yerle bir etti. Kudüs Gücü’nün Suriye’deki istihbarat şefi Hüccetullah Ümidzade dahil 5 kişiyi öldürdü.
İran’ın doğrudan İsrail’e yanıt vermemesi; yanıtın Direniş Ekseni’nin Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen’deki ayaklarından gelmesi Tahran’ın üzerindeki baskıyı azaltmıyor. İran’ın kendi güçleriyle çatışmadan kaçınması stratejik ve ulusal bir tercih.
Hizbullah, Lübnan’ı da ateşe atma pahasına Gazze ile dayanışma sergileyip İsrail’in kuzey sınırlarında yeni bir gerçeklik yaratarak kendi kredibilitesini koruyor. Ama bu eşit derecede İran’ın hesabına yazılan bir sonuç değil.
İngiliz-Amerikan saldırganlığı karşısında geri adım atmayan Husiler ciddi bir halk desteğini arkasına alıp Yemen içinde ve dışında “meşruiyet” sorununu geriletiyor.
Tahran’ın da tavsiye ve yönlendirmeleri karşısında kendi özerkliğini koruyabildiği düşünülen Husiler kendi hikayelerini yazarken İran kendi içinde iki yönlü bir sorun yaşıyor: İran’ın bir parçası ulusal çıkarları önceleyip Kudüs Gücü ile yürütülen bölge siyasetine temelden karşı çıkıyor. Diğer parça ise etki ve tepkideki yetersizliği eleştiriyor, daha fazlasını istiyor.

***
Hasılı Ensarullah ve Hizbullah’ın denklem içindeki yeri büyürken ‘Direniş Ekseni’ne yatırım yapıp asimetrik yanıtlara odaklanan İran’ın ABD ve İsrail’le doğrudan yüzleşmekten kaçınan “stratejik sabır” siyaseti ulusal çıkarlar ile ümmet davası arasında cendereye giriyor.
Kayıplardaki artış İran’ın fazla iz bıraktığını, İsrail’in de iyi iz sürdüğünü gösteriyor. Bir tarafın kararlılığına zafiyet, diğer tarafın kararlılığına gözü dönmüşlük eşlik ediyor. İran ısrarla önceliğinin Direniş Ekseni’ni güçlendirmek olduğunu söylerken İsrail de bölgedeki Amerikan varlığına güvenerek bu ekseni felç edecek atışlar yapıyor. Savaşın bölgeselleşmesi İsrail’in umurunda değil. Temel strateji çatışmayı sınırlardan uzak tutmak ama İran verdiği kayıplarla bu eşiğe sürükleniyor.


Fehim Taştekin Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1994’te başladı. Yeni Şafak, Son Çağrı, Yeni Ufuk, Tercüman, Radikal ve Hürriyet gazetelerinde çalıştı. Muhabirlik, editörlük ve dış haberler müdürlüğü yaptı. Ajans Kafkas’ın kurucu yayın yönetmeni olarak Kafkasya üzerine çalışmalar yürüttü. Kapatılıncaya kadar İMC TV’de “Doğu Divanı”, “Dünya Hali” ve “Sınırsız” adlı programların yanı sıra MedyascopeTV ve +GerçekTV’de dış politika programları yaptı. BBC Türkçe’nin analiz yazarları arasında yer alıyor. Al Monitor ve Gazete Duvar’da köşe yazılarına devam ediyor. Kafkasya ve Orta Doğu üzerine saha çalışmaları yürüttü. “Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal”, “Rojava: Kürtlerin Zamanı” ve “Karanlık Çöktüğünde” adlı kitaplara imza attı.